YAZARLAR

Hollandalı sosyalistler soruyor: Yoksulluk artıyor peki sol neden yükselmiyor?

Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor. Emeğe yabancılaşma keskinleşiyor. Avrupa’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle. Ama neden böyle?

Hollanda’nın NRC gazetesinde tam sayfa bir haber. Sosyalist Parti’nin (SP) Kongresi’nden izlenimler… Başlık manidar: “SP’de ümitsizlik. Bunlar bizim konularımız, peki başarı nerede?”

“Bizim konularımız” diyenler partililer, “konularımız” dedikleri de yoksulluk ve geçim sıkıntısı. Gazete, meseleyi bir cümlede özetlemiş: Yoksulluk ve alım gücü gibi Sosyalist Parti’nin sürüklediği konular nadiren bu kadar gündem olur ama parti yine de eriyor. Bu nasıl mümkün olabilir? 

Gazeteye bakılırsa bunu partililer de anlamıyor. Yıllardır varlığını duyurmaya çalıştıkları tehlikeler artık son derece görünür halde ama oylar yine de başka yerlere, hem de temel dertleri bu konular olmayanlara kayıyor. Oylar, Yeşilller’e, liberallere, sosyal demokratlara, bazen düpedüz sağda konumlanmış yerel öncelikli partilere gidiyor. Meclis seçimlerinde parti yıllardır sandalye kaybediyor. Neden?

Sosyalist Parti, Hollanda’da bunun muhasebesini yapmaya çalışıyor ve kurdukları ortaklıklardan güncel meselelerdeki siyasi tutumlarına birçok noktayı gözden geçiriyorlar. “Biz nerede yanlış yaptık” diyorlar. 

Bu elbette çok büyük bir soru; o kadar büyük ki, bana göre sol perspektif adına en az hata yapanlardan Sosyalist Parti’nin bile boyunu aşıyor. Hollanda’yı da aşıyor hatta. Bu, bütün Avrupa’da, dünyada hep sorulması gereken, cevabı da yine bana göre apaçık meydanda olan bir soru.

Apaçık dediğim cevap şu: Hata, solun, işçiden emekçiden, emek siyasetinden giderek uzaklaşmasında. İşçi sınıfının, kendi emeğine yabancılaşmasının araçlarından biri olmasında. Haklar özgürlükler mücadelesine bütün cephaneyi yığıp, üretimden gelen gücün hiç aşınmaz olduğunu zannetmesinde, hatta belki onu önemsememesinde. Sosyalist partiler bir kenara; özellikle merkez solu tutanların, sol liberallerin, yeşillerin, sosyal demokratların emekle ilgili tasarruflarının neredeyse sıfıra inmesinde.

Yıllardır örgütlü solu diri tutmak için çalışan çabalayan söz söyleyen fedakârlık yapanları kastetmiyorum elbette, çünkü onlara sadece şapka çıkarılır; ben özellikle iki binli yıllarda değişen dünyayla beraber yaşanan bir algı değişiminden bahsetmek istiyorum. Bu sorunun boyu bir partiyi aşıyor demem ondan.

Hayat değiştikçe, teknoloji değiştikçe, üretim araçları değiştikçe, üretim hızı ve yöntemleri değiştikçe, kuşaklar değiştikçe, üretime, emeğe ve sola ilişkin algı da değişiyor. 

Hollanda’da böyle. Mesela solun daha yeni seçimlerde sürklase olduğu Yunanistan’da böyle. Türkiye’de de böyle.  

2.

Bizi toplumsal hayatta ayakta tutan iki unsur var. Sosyal, demokratik ve laik olduğunu anayasayla tespit etmiş bir devletin yurttaşlarıyız. Yine anayasal bir ifadeyle herkesin birbirine eşit olarak yararlandığı belirlenmiş hak ve özgürlüklerimiz, hukukla teminat altında. En azından bizi bağlayan hukuki metinler bunu söylüyor. Birinci dayanağımız bu. 

Bir de üretimden gelen gücümüz var. Çalışıyoruz, üretiyoruz; bu toplumu var ediyoruz. Kol işçisiyiz, memuruz, gazeteciyiz, veznedarız, balıkçıyız, köylüyüz, tezgâhtarız, yöneticiyiz; yaptığımız her iş, her şey bu toplumu, toplumsal sözleşmeyi, nihayet devleti mümkün kılıyor. Kısacası, emeğimiz, bu emekle yaptığımız iş bölümü var diye toplum var, devlet var. Gücümüz bu. Her şeyi kapsayacak, değiştirecek, yeniden başlatacak veya koruyacak bir güç. Bu da diğer dayanağımız. 

Haklarımız, özgürlüklerimiz ve üretimden gelen gücümüz… İlki de zaten ikinci sayesinde var. Yakınçağ’daki her gelişmenin, imparatorlukların, çarlıkların yıkılmasının; parlamentoların kurulmasının, halkın kendi adına söz söylemesinin çeşitli yollarını bulmamızın Sanayi Devrimi’yle at başı gitmesi bir tesadüf mü? İşçilerin bir araya gelmesinin ardından, sömürü koşullarının, insanın insana kulluğunun hem ekonomik hem siyasi planda sorgulanması, bunun teorisinin kurulması tesadüf mü? İlk fabrika prototipinin 1721’de İngiltere’de Derby şehrinde kurulması, ondan üç yıl sonra, 1724’te Immanuel Kant’ın Almanya Königsberg’de (şimdi Rusya toprağı) fabrikalı bir dünyaya doğması, 18’inci yüzyılın ikinci yarısında Kant’tan etkilenen Hegel’in çıkması, 19’uncu yüzyılın bir çocuğu olarak Marx’ın doğması, tüm bu zincir tesadüf mü? Nihayet bir elli yıl sonra da Lenin’in belirmesi… İlk fabrika ile Bolşevik Devrimi arasında iki yüz yıl bile yok. Ama sapasağlam bir zincir var. 

Bu zinciri üretimden doğan güç mümkün kıldı. Aynı güç, dünyanın her tarafında o güne dek başkasının kulu kölesi olmuş insanları ayağa kaldırdı. Onlara hak ve özgürlükler verdi. 

Ama bugünün siyasetinde bu güç ne kadar az görünüyor. 

İnternet çağında üretim araçlarının değişmesi, değişmese bile değiştiği vehmine kapılınması bir faktör. Sovyetler Birliği’nin çökmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılıp Doğu Bloku’nun dağılması da bir başka faktör. Neticede yıkılan, emekten doğmuş bir rejimdi. 

Sonuçları oldu. Dünyanın her yerinde üretim araçlarına sahip olanları, onları ele geçirenleri zil takıp oynatan sonuçlar… Hiçbir şey olmadıysa, sendikal hareketler geriledi. İnsan emeğine yabancılaştı. Kendini işçi olarak görmeyen yeni kuşaklar, emekleri üzerine hiç konuşmamaya başladı. Emekten doğan güç görünmez oldu; emeğin siyaseti de ikinci plana atıldı.

Şimdi en görünür yerlerde, parlamentolarda ve medyada sol üstüne söz söyleyenler, emek siyasetini değil, hak ve özgürlükleri önceliyorlar; ikincisiyle yetiniyorlar. İkincisinin yanlış bir mücadele olduğunu söylemiyorum ama ilkinin yokluğundan daha büyük bir hata yok. İlki niye yok sahi?

Biraz kaba bir ayrıştırma olacak ama konuyu biraz daha açmak için yapacağım: Emekten doğan gücümüz bedenimizse, hak ve özgürlükler ruhumuz. İlkini güçlü kılmadığımız zaman, zorbalarla dolu dünyada dayak yiyip duruyoruz ve ruhumuz da zedeleniyor. Sendikal hareketin olmadığı bir dünyada hak ve özgürlüklerin bunca zarar görmesi, aşınması ve nihayet hukuk yoluyla, her zaman hukuk yoluyla, görünürde hukuk yoluyla elimizden bir bir alınması bir tesadüf mü? Sermaye dostu sağ liberallerin mücadele alanını hep kimlik meselesinde, toplumsal kutuplaşmada tutması tesadüf mü? Bizi ayakta tutan iki unsurdan birini önemsemediğimizde ötekini de kırıyorlar işte, bunu anlamak zor mu? Hata burada. 

3.

Hollanda’da Sosyalist Parti, önümüzdeki seçimlere “sosyal güvenlik” politikalarını önceleyerek gidecek. Nedir? Herkesin temel hakları vardır. İnsani ve öngörülebilir bir gelir, başının üstünde bir çatı, eğitime ve sağlık hizmetlerine erişim ve beklenmedik gelişmeler karşısında bir tampon… 

“Temel konulara dönelim” demişler. Haklılar. Daha da temel bir mesele var. Fabrikalar, tarlalar, ofisler, kafeler restoranlar… Orada duruyorlar. İnsanlar orada. Her zamanki gibi oradalar. Çalışıyorlar. Üretiyorlar. Ürettiklerine, emeklerine yabancılar… Var olduklarını, güç olduklarını hissetmeyecek kadar yabancılar.


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.