YAZARLAR

Hem bıçak hem de yara olarak toksik erkeklik

Bastırıldığında ayrı, dışa vurulduğunda ayrı dert, kabına sığmayan bir sürgit çözümsüzlük, aşırılık, güç görünümlü kırılganlık, tükenmez gerilim kaynağı… Yüksek erilim hattı! En iyi bildiğimiz şeylerden biri, hayata dair.

“Ataerkinin erkekler tarafından dışa vurulmasına önem verdiği tek bir duygu vardır; bu duygu da öfkedir. Gerçek erkek deliye döner. Ne kadar hiddetli ya da yıkıcı olursa olsun, delilikleri doğal görülür, delilikleri ataerkil erkekliğin pozitif bir ifadesidir.”

bell hooks, “Değişme İsteği: Erkekler, Erkeklik ve Sevgi”

“Tak ulan şu maskeyi… Kimsin sen oğlum, kimsin sen!”

Giderek yükselen homurdanmalar arasından seçilen bu cümleden önce neredeyse ensemi ürperten gerilimi hissederek döndüm. Havaalanı servisinin son sırasında, dörtlü koltukta yan yana düşmüş iki adam. Biri 60 sonları, diğeri 30 başlarında. Genç adam maskesini, o da belli ki epey uyarıldıktan sonra, burun açıkta takmış. Yaşlı olansa haklı olarak kızıyor, otobüste çocuklar var diyor, niye hepimizi riske atıyorsun diyor. Genç, hiddetten damarı atmış alnıyla sabit bir noktaya bakarken her an birbirlerine girebileceklerini, maskelerin havada uçuşabileceğini hissettiren berbat bir hal. “Telefonunu çıkar” hadisesi değil ama bu. Kuşak çatışması ve maske meselesi dışında da bir şey var burada. Hepimizin çocukluğundan beri binlerce kez şahit olduğu “yüksek ‘eril’im hattı” oluşmuş durumda. Haklılık haksızlık, diyalog, akıl ve mantık devre dışı. Geri adım atan yenilmiş sayılacak, o kadar.

Geride anne kaygı ve çaresizlik içinde izlerken burun buruna gelmiş bir baba oğul sahnesi, kadına “sen kıpırdama” deyip arabadan öfkeyle inen bir adam, “neye baktın kardeşim, bir durum mu var”, sonunda mucizevi biçimde çoğunlukla fiziki bir kavgaya dönüşmeyen ama testosteron püskürtüp ortamı zehir yeşiline bürüyen tüm o haller… Genellikle sadece öfkesini, nadiren sevgisini dışa vurabilen, aslında en insani hal olan ağlamalarıysa küçük bir kıyamet anlamına gelen babalar… Müdür odasında yaka paça dağınık çocuklar… Bastırıldığında ayrı, dışa vurulduğunda ayrı dert, kabına sığmayan bir sürgit çözümsüzlük, aşırılık, güç görünümlü kırılganlık, tükenmez gerilim kaynağı… Yüksek erilim hattı! En iyi bildiğimiz şeylerden biri, hayata dair. Bazen içinde yakınımız erkeklerin de olduğu, müdahale etsen bir türlü, etmesen bir türlü düzinelerce olay film şeridi gibi akıyor ama geçmiyor, gelip böğre oturuyor.

Sonunda arkaya dönüp nazikçe araya girdim ve bu gerilimin herkesi rahatsız ettiğini, birinin bence haklı derdini yeterince ifade ettiğini söyledim, diğerinden de maskeyi tam takmasını rica ettim. Kulaklıklarımı takıp arkama döndüm. Beş dakika sonra göz attığımda maske hala dudak üstündeydi, iki adam koltuk mesafesi elverdiğince ters yöne bakar haldeydi.

Servisin tüm havasını zehirleyen bu bildik gerilimden ne kadar ama ne kadar nefret ettiğimi düşündüm. Distopik sınırları zorlayan siyasi ve ekonomik çözümsüzlük arttıkça bunun bin bir türüyle daha da sık karşılaşacağımızı da. Hoş sadece erkekler değil, kadınlar da asabi ama iki erkek bu horozlanma vaziyetine bir girdi mi ortama gerçekten zehir salıyorlar, öyle böyle değil.

bell hooks

Bu olaydan iki gece önce Jane Campion’un muhteşem “The Power of the Dog”unu izlemiştim. Bu yazıyı yazmadan bir gün önce de bell hooks’u kaybettik. Bütün kitaplarında feminizmin derdinin erkekler değil cinsiyetçilik olduğunu anlatmaya çalışan, ataerkinin erkekler dâhil herkeste yarattığı tahribattan ve erkekleri de içerip dönüştürmeyen bir feminizmin kısır kalacağından bahseden, her satırıyla bu meselelere kafa yoran herkesin ufkunu genişleten büyük bir yazar, 69 yaşında gitti. Tahakküm varsa sevgi de adalet de olmaz diyordu. Irkçılıktan yaşçılığa, kadın düşmanlığından homofobiye tüm ayrımcılıkların aynı kaynaktan beslendiğini pek güzel anlatıyordu. Okumadıysanız “Feminizm Herkes İçindir”i hararetle öneririm. “Değişme İsteği”ni de özellikle değişmek isteyen erkeklere…

“Değişme İsteği”nin kavramsal çerçevesi belli bakımlardan bir filme uyarlansaydı, o film işte Campion’un filmi olurdu. Toksik erkeklik ne menem bir şeydir, ataerki bir erkeğin ruhunu nasıl yaralar, o yaralardan sızan zehir çevredeki herkesi, özellikle de kadınlar ve çocukları nasıl soluk alamaz hale getirir… Thomas Savage’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, tüm bunları en iyi anlatan hikâyelerden biri. Diyaloglardan çok uzun sessizliklerin, bazen bir bakışma bile içermeyen temasların geriliminden bir dil kuran, nesnelerin birer karakter kadar önem kazandığı, atmosferi çok güçlü, anlatımı görünürde yumuşacık, anlattığıysa seri kağıt kesiği kadar sert bir film, “The Power of the Dog.” Jonny Greenwood’un filmin hem teması hem de estetiğiyle uyumlu müzikleri de yine harika.

“The Power of the Dog.”

Jane Campion’un 12 yıllık aradan sonra çektiği, 1920’lerin Montana’sında geçen film, Western’e yeni bir soluk falan değil. Western atmosferini ve bazı karakteristik özelliklerini kullanırken türü her açıdan da ters yüz eden sıkı bir psikolojik gerilim. “Kadın gözü” lafından hiç hoşlanmıyorum, sanki bütün erkeklerin bakışı kendine göreyken bütün kadınlar aynı gözle bakıyor gibi oluyor. “Eril olmayan” bir bakış olduğu kesin. Ama bal gibi de Campion gözü, ilk filminden bugüne süzüle süzüle benzersiz bir duruluğa kavuşmuş, eşsiz bir bakış. Toksik erkekliği bütün yönleriyle resmederken finalde tüm bu güç oyununun nasıl bir yara ve çaresizliği gizlediğini bu düzey bir empatiyle anlatan hikâyeye az rastlanır.

Filmin önemli bir kadın karakteri var ama üç erkek arasında dönüyor esas mevzu. Üstünde bir kir tabakasıyla, postlar içinde gezinen Phil Burbank (Benedict Cumburbatch) ve maço tayfası, Phil’in tutuk ama makul ve anlayışlı ağabeyi (Jesse Plemons) Montana’da yaşayan varlıklı çiftçiler. Phil’in hiç yıkanmadan ortalarda gezinmesi biraz sorun olsa da öyle böyle götürdükleri bir düzen “gemiye” kadın alınınca alt üst oluyor. Yol üstünde bir restoranda karşılaştıkları dul Rose (Kirsten Dunst) ve her açıdan değişik oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) giriyor hayatlarına. George hemen aşık olduğu Rose’u evlenip eve getirince kadın düşmanının önde gideni Phil elinden gelen her türlü arızayı çıkarıyor. Kadını ve fiziki olarak da uğraşları bakımından da erkekliğin kitabına pek uymayan ergen oğlunu her fırsatta acımasızca aşağılıyor. Bir zamanlar sessiz film gösterimleri için piyano çalan Rose’un bu maço tahakkümün etkisiyle beti benzi solmakla kalmayıp parmakları da sustuğu için artık çalamadığı melodiyi ıslıkla çalarak sürekli kadının burnunun dibinde geziniyor. Fiziksel değil ama psikolojik açıdan dayanılmaz bir şiddet uyguluyor.

“The Power of the Dog.”

Dünyayı her türlü dar ettiği Rose’da bir alkol problemi peydah olurken baştan yancılarıyla birlikte dalga geçip durduğu oğlu Peter’a yaklaşmaya başlıyor Phil. Peter da ona. İki erkeğin de motivasyonunu tam kestiremediğimiz bu güç oyunu, babasının intiharından koruyamadığı annesini bu kez kurtarmaya yeminli Peter’ın müthiş bir ters köşesine dönüşüyor. Avın avcı olduğu, erkekler arası güç dengelerinin sürekli değiştiği bir oyun bu. Phil’in büyük vefayla bağlı olduğu, bir eyerde yaşattığı eski bir erkek dostu, idolüne dair bir keşif Peter’a aradığı anahtarı veriyor. Sonrasında bana göre pek de açık uçlu olmayan yine de beklenmedikliğiyle etkileyici bir final geliyor.

“The Power of the Dog”, ataerki altında bastırılmış cinsel yönelimlerin insana ve çevresine dünyayı nasıl zindan ettiğine ve homofobiye dair de bir film aynı zamanda ama esas elementi kesinlikle toksik erkeklik. Günümüzün en parlak birkaç oyuncusundan biri olan Benedict Cumberbatch, onu görmeye alıştığımız onca sempatik ya da eksantrik karakterden sonra Phil rolünde muhteşem bir iş çıkarmış. Onun dışındaki karakterler, özellikle Rose yer yer daha muğlak çizilmiş. Ergen Peter da sosyopatlıkla var oluş alanı açan haklı ve serinkanlı mücadele arasındaki incecik çizgide, oyuncunun yeteneği kadar ilginç fiziğinin de katkısıyla, şahane.

“The Power of the Dog”un en etkileyici yanlarından biri, sadece bu aile özelinde değil, dünyada da toksik erkekliğin sürdürülemezliğini, varoluşçu romanlara özgü bir kaçınılmazlıkla ortaya koyması. Filmin ve rahatsız edici olduğu kadar da cazip Phil’in hem rahatlatıcı hem de çok üzücü finali şunu anlatıyor. Değişme ve dönüşme şansı yoksa, çoluk çocuk, kadın yaşlı herkesin nefes alabildiği bir dünyanın tek koşulu bu zehrin bünyeden atılması. Hem bıçak hem de yara olarak toksik erkeklik, kendi yok oluşunu hazırlıyor.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.