YAZARLAR

Halka karşı günah mı işlemiş oluruz?

Hayatın cehenneme doğru ilerleyişinde mesuliyet sahibi olanlar yalnızca muktedirler ve iktidar seçkinleri değil, onların dünyasına usul usul ve adeta mağrur uyum gösteren toplum da payına düşen eleştiriyi almak durumunda.

Ekonomi yönetilemiyor. Geçinemiyoruz.

Eğitim yönetilemiyor. Öğrenemiyoruz.

Salgın yönetilemiyor. Ölüyoruz.

Benzer türden daha bir yığın yönetememe hali ve daha bir yığın çöküş manzarası…

Say say bitmez…

Ve soruyoruz: Ekonomik durum, salgın, eğitim gibi hayati sorunlar neden siyasal gündemi belirlemiyor? Bunlardan herhangi biri niçin yeterince siyasallaşamıyor? 

Memleketimize özgü bir tür mitolojik kahraman olan “okur yazar kesim” bunun cevabını biliyor.

Ama halkımız, “Sokakta öpüşüyorlar, dolar ondan yükseliyor” diyor.

“Bu korona morona hepsi palavra… Bizi çökertmek istiyorlar” diyor. Vs, vs…

İnternette arşive bir dalsanız (komik ama ne yazık ki trajik) daha nice “halk deyişi” bulursunuz.

Hal ve gidişteki cehennemi durum, sadece siyasi kararlar, kararnameler ve uygulamalar çerçevesinde açıklanamazlar; bu manzaralar, ilgili siyasi kararları almayı mümkün kılan yapısal koşulların varlığına güçlü biçimde bağlıdırlar. Yapısal koşullar deyince de bakacağımız ilk yer toplum oluyor doğal olarak. Biz de bakıyoruz. Az önce de baktık işte… Ne gördük?

Söylemesi ağır geliyor ama, gerçeklikten kopmuş bir toplum var karşımızda. Geçinemiyorsak, öğrenemiyorsak, ölüyorsak ve bunların hiçbiri siyasallaşamıyorsa, bu biraz da ‘bilâ kaydü şart’ millettendir.

Bizim mitolojik kahramanımız halkperver olduğundan, halka karşı günah işleme korkusuyla bu türden şeyler pek konuşulmaz. Halbuki konuşulmalı, konuşmak gerekiyor. İktidarın her kararına, her uygulamasına eleştiri yetiştirmek, üstelik biz bize olduğumuz ortam, platform ve mecralarda bunu yapmak, çare değil, hayatı değiştirmez. Hayatın cehenneme doğru kararlı ilerleyişinde mesuliyet sahibi olanlar yalnızca muktedirler, yöneticiler, iktidar seçkinleri değil, onların dünyasına usul usul ve adeta mağrur uyum gösteren toplum da payına düşen eleştiriyi almak durumunda.

Alışıldık bir refleksle “toplumsal” diye adlandırdığımız sorunlar, bir siyasi partinin (veya parti koalisyonunun) ya da bir hükümetin dahice reformlarıyla sonsuza dek çözüme kavuşabilecek sorunlar değildir. O sorunların çoğu, bizim ne çeşit bir insan ve toplum olduğumuzla ilgili sonuçlarıdır. Yirminci yüzyılın önemli ekonomist ve sosyologlarından Gunnar Myrdal, “Bilgisizlik amaçsızdır ama büyük ölçüde fırsatçıdır” demiş. Haksız olduğunu mu düşünüyorsunuz? Kayınço kızını mı everiyor? Korona morona, boşver, koş! Seyahat engeli mi kalktı, ucuza otel mi bulduk? Koş! Burada iktidarın salgın yönetimindeki başarısızlığı, karantina ve filyasyon takibindeki tedbirsizliği tabi ki tartışılmalı, eleştirilmeli. Ama düğün düğün gezmenin, kredi kartına on iki taksitle tatile koşmanın iktidarla hiçbir ilgisi yok.

Burada temel sorun toplumsal gerçeklik alanını popüler bilincin görüş alanına sokabilmekte. Türkiye’de akıl, var olduğu kadarıyla, bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor; gazetede konuşuyor, sivil toplumda konuşuyor, sanatta konuşuyor, bilimde konuşuyor... Susmuyor. Ama karşısında öylesine cazgır ve yaygaracı rakipleri var ki, sesi yeterince duyuluyor mu, bilinmez.

Daha da önemlisi, insana ve topluma dair bilgi, tüm iradeleri öngörme ve onları denetim altında tutma imkânsızlığıyla malûldür. Auguste Blanqui, tutuklu olduğu zindanda kaleme aldığı Yıldızların Sonsuzluğu adlı eserinde şöyle yazmıştır: “Ey on dokuzuncu yüzyılın insanları, ne zaman ortaya çıkacağımız hiçbir zaman belirlenmemiştir.” Gerçekliğin (ya da talihin ya da kaderin) önündeki bu umutsuzca boyun eğiş, karşısında yenik düştüğünü kabullenmek zorunda kaldığı topluma seslenen bu büyük devrimcinin son sözüdür. Tüm iradelerini öngörme ve denetim altında tutma imkânımızın olmadığı yirmi birinci yüzyıl insanının da ne zaman ortaya çıkacağı da hiç belirlenmemiştir.

Bir doktorun, muayene ettiği hastasına “şekerin çok yüksek, damarların tıkanmış, karaciğerin iyi çalışmıyor” demesinde herhangi bir hakaret olduğunu aklımızdan bile geçirmeyiz, iyiliği için konuşuyordur. Hal ve gidişin farkında olan akıl sahibi biri de çıkıp “gerçek çıkarlarının nerede olduğu anlamıyorsun, hor görüldüğünün farkında değilsin, şu düzenin ağaları beyleri nezdinde hiçbir kıymetin yok” dese… Halkı karşı günah mı işlemiş olur?

Tabi şu da var: Eleştirmek, haktır ama kazanılacak bir haktır; eleştirmek için eleştirme hakkını kazanmanız gerekir. Toplumun on adım ilerisine fırlayıp “Hadi buraya gelin!” diye bağırmak, gelmiyorlar diye de kızıp aşağılamak çare değil, böyle yapmakla politika adına bir şey yapmış olmuyoruz. Kitlelere derinlemesine gömülmek ve Blanqui’nin deyimiyle “ortaya çıkmasında”, kendisi için neyin iyi, neyin güzel olduğunu bulmasında onunla birlikte yol alabilmek gerek. İlerici bir değişim bunsuz mümkün olacaksa -şayet-, hiç şüphesiz bu, aydınımızın kolayca ‘tanrı vergisi’ sayılabilecek (ve sayılması gereken) ustalığının eseri olacak.