Hadiseleri bilen insanın peşinde: Haber dergileri neden birer okuldu?

Cumhuriyet, ilk haber dergisiyle tanışmak için otuz yıl kadar bekledi. Ama haber dergiciliğinin nefesi 2000’lerin hızına yetmedi. Bir mutfak geleneği sona erdi, bir okul kapandı.

Google Haberlere Abone ol

1.

Türkiye’de haber dergiciliği Cumhuriyet kadar eski değil; yüz yıllık bir hikâye değil ama yüzyılın önemli bir hikâyesi. Konu “haber” olduğu için iki defa önemli. Bugünün parça parça ve halen yolunu çizmeye çalışan memleket medyasında çok önceden çizilmiş, düşünülmüş, test edilmiş, yanılmış, yanıltmış ama bazen de haklı çıkmış tasarılar, formüller, fikirler olduğunu bilmek açısından da önemli. Ama sanırım en önemlisi, haber dergilerinin medyamıza ve kamu hayatımıza seri halde entelektüel yazar ve haberci yetiştiren, yetişmişleri de birbirine kaynaştıran birer okul olarak görev yapmış olması. Haber, habercilik, yeni medya, eski medya, birer mecra olarak gazete, dergi, websitesi tartışmalarında benim en çok önemsediğim soru da budur: Haber okulları ne oldu?

Okullara geleceğiz. Ama önce bizdeki haber dergiciliğinin, Cumhuriyet’teki birçok meseleye göre nispeten kısa sayılabilecek tarihine göz atalım. Bu yazıda, anaakım haber dergilerinin serüvenini inceleyeceğimi şimdiden söylemeliyim; çünkü solun, Kürt hareketinin, kadın hareketinin ve İslamcıların “haber dergisi” olma iddiasını da taşıyan ya da doğrudan haber dergisi olan yayınlarını işin içine katarsam, içerik, makale boyutlarını fersah fersah aşar. 

2.

Cumhuriyet, dergilerle 1923’ten itibaren fazlasıyla haşırneşirdi. Zaten aksi de düşünülemezdi. Zira Osmanlı’dan devreden ciddi bir dergicilik geleneği halihazırda genç Cumhuriyet aydınlarının heybesindeydi. 1849’da yayımlanan ilk dergi Vekayi-i Tıbbiye’den başlayarak, Mecmua-i Fünun, Mecmua-i Maarif, Mecmua-i Ulum, Ahmet Mithat Efendi’nin Dağarcık’ı gibi daha çok yeni bilgileri, teknik ve fen alanında Batı’da olup bitenleri okurlarıyla paylaşan dergiler, 1891’de Servet-i Fünun’un yayımlanmasıyla birlikte yeni bir yöne, fikri mücadeleye evrilmişti (kaldı ki Servet-i Fünun da “Fenlerin Zenginliği” anlamına gelen isminden de anlaşılacağı üzere bu yönde başlamış, yazı kadrosunun gücüyle yeni istikametine dönmüştü). Yirminci yüzyılın ürünleri Genç Kalemler, Türk Yurdu, Sırat-ı Müstakim gibi fikir dergileri Cumhuriyet yayıncılığıyla da geçişlilikler gösterecekti.

Çünkü kadro da mantık da hemen hemen aynıydı. Aydınlar, Türkiye’de, Batı ve Doğu’daki birçok ülkede olduğu üzere dergiler etrafında toplanır; orada tanışır, orada çekişir, orada hesaplaşır, orada fikirlerini yayarlardı. Ülkeye istikamet belirleme çalışmalarını da yine kesik nefesli gazeteler üzerinden değil, rahat rahat yazılıp çizilen dergiler üzerinden yürütürlerdi. Bu bir ekip, kadro işiydi. Nitekim 1930’lardaki Kadro dergisi tam da bu mantık üzere kurulmuş ve yayımlanmıştı. 1940’ların Gün, Büyük Doğu, Adımlar gibi dergileri de aynı minval üzere ama farklı ideolojilerle hareket etmişlerdi. Bunların dışında edebiyata, kültür ve sanata, aktüaliteye, magazine ağırlık veren; güncel siyasi olaylarla, ideolojik tartışmaların çoğunlukla dışında konumlanan dergiler de vardı ve yine kendi alanlarında önemli isimler yetiştirdiler.  

Ama haber dergiciliği için 1954’e dek beklemek gerekti. Tarih önemli; zira o dönem, siyasi haber dergiciliği için şartların olgunlaştığı bir dönemdi. Çok partili yaşama geçilmişti; iktidarda sonradan tutmasa da daha fazla hürriyet sözü veren bir Demokrat Parti vardı ve her halükârda piyasada daha fazla ses ve görüş bulunuyordu. Kayıt düşmek gereken daha çok konu; üzerinde uzun düşünmek gereken daha fazla mesele vardı. Dergi habercisi daha ne ister?

En azından bir dergi ister herhalde… O dergi Metin Toker isimli genç gazeteci ve arkadaşları sayesinde kuruldu. Dünya ve Amerikan haber dergiciliğinin bir numarası, kendine bir gelenek inşa etmiş Time Magazine’den fazlasıyla ve bilinçli bir şekilde esintiler taşıyan bu yeni derginin ismi de tıpkı Time gibi dört harfliydi; mizanpajından fikrine, kapağı neredeyse Time’ın aynısıydı ve dergi yine tıpatıp Time’ın ifadesiyle hem kapaktan kendini tanımlıyor hem de okurları içeride neler beklediği konusunda bilgilendiriyordu: Akis, haftalık aktüalite mecmuası… 

Derginin ilk sayısı mayıs ayındaydı ama öncesinde de bir iki deneme yapılmıştı. Yıllar sonra, derginin son günlerinde (1967’de kapanmıştı), yine Akis’te o ilk günlerin heyecanı anlatılacaktı. Basın tarihimizin ilginç bir durağıdır:  

“(...) 1954 yılının bir Şubat günü, Ankara’daki Rüzgârlı Sokak üzerindeki matbaaların birinde 30 yaşında bir adam, baskıdan çıkmış bir dergiyi gözleriyle süzüyor ve şöyle diyordu: Olmadı! Bu adam Metin Toker’di. Bu dergi Akis’ti. Üç kişi, buldukları bütün parayı bir dergiye yatırmışlardı. Bu dergiyi çıkarmak için aralarında gazeteci olana, Metin Toker’e yetki tanımışlardı. Dergi hazırlanmıştı. Basılmıştı. Şimdi Metin Toker, ‘Olmadı’ diyordu. Sonra ilave etti: Bu, yavrukurt gibi bir şey olmuş. Yeniden başlamalıyız... Akis’in hikâyesi böyle başladı."

Toker ve arkadaşları [Oktay Türegün ile Tülay Nemluk] mayıs ayına kadar beklediler. Dergiyi çıkartmayı başardıklarında içeride “Gayemiz Nedir” başlıklı, hedeflerini olduğu kadar beklentilerini de son derece isabetle tarif eden bir yazı da kaleme almışlardı: 

Neydi gaye?

“Bir aktüalite dergisi meydana getirmek. Bir aktüalite mecmuası ki, onu okuyan münevver kendini alakadar eden her mevzuu bulabilsin. Bir hafta içinde yurtta olup bitenleri toplu halde gözden geçirebilsin. Bizim münevverden anladığımız kuyusunun dibinde yaşayan alim değildir. Çeşitli mevzularda derinliğinden ziyade genişliğine fikir sahibi bulunan, politikaya da meraklı, maça da giden, iktisadi meseleleri de takip eden, sinemayı da seven, kitap okuyan, hadiseleri bilen insan… Bizim tuttuğumuz bir taraf yoktur. Onun için siyasi bakımdan karşı karşıya bulunan kimseleri sütunlarımızda yan yana göreceksiniz. Fikirler onlarındır. Biz aksettirtiyoruz.”

Bu açıklamaya seksenlerden sonra, Akis’in kapanışından çok sonra, geri dönmek üzere bir mim koyup devam edelim. Toker, haftalık haber dergiciliğinde uluslararası standartları ve bu dergiler için gereken okur kimliğini çok iyi anlamıştı. Akis’in ardından gelen ve birden piyasayı saran Devir ve Kim gibi dergiler de (1970’lerde de Yankı) anlamıştı.

Nitekim onlar da Türk basınında daha önce örneği görülmemiş bu maceranın, iç ve dış gelişmeleri derleyip onları farklı açılarla sunmak geleneğinin bir parçası oldular, kimi zaman ‘yıldız’ yazarlara yer verdiler, kimi zaman da okura önceden yetişmiş ama geniş bilinirliği olmayan isimleri lanse ettiler; kendileri isimler yetiştirdiler. Elbette Türkiye’de kendini hiç eksik etmemiş baskılardan da nasibini aldılar. Nitekim 27 Mayıs 1960 Darbesi’ne giden yolda, Akis, CHP yanlısı yayın yapma suçlamasıyla bir süreliğine kapatıldı. Kim ise kapatılmakla kalmadı; derginin yayın müdürü Şahap Balcıoğlu da hapsedildi.  

1960-80 arası dönem, o yılların karakteristiğine uygun olarak daha çok ideoloji tartışmalarıyla geçmiş, çıkarılan dergiler de ya Doğan Avcıoğlu’nun Yön’ü gibi doktriner bir yön izlemiş ya da Yarın veya Durum gibi aktüaliteden ziyade fikirlere ağırlık vermiştir. 

Yine de bu dönemde iki büyük istisna olduğunu söylemeli. Birisi, 1950’lerde çıkıp kısa bir ömür süren Devir’in ilk kurucu Altemur Kılıç tarafından yeniden ihyasıydı (ilk dönemde 38 sayı çıkan dergi, 1972-1974 yıllarında 104 sayı yayımlanacaktı)… İkincisi de anaakım standartları tutturmak ve Batılı bir dergicilik anlayışını memlekete “yeniden” getirmek için, Time’ın Türkiye muhabiri Mehmet Ali Kışlalı önderliğinde kolları sıvayan Yankı dergisiydi. 1971’de yayın hayatına başlayan Yankı, modern baskı tekniği ve toplum yaşantısını daha da kuşatıcı bir şekilde ele alan içeriğiyle kabul gördü. Özellikle cinsellik üzerine yayınları bir yenilikti ve onu ondan önceki dergiciliğin tümünden ayırıyordu. Bu özellikleriyle 1980’lerde de etkili olan dergi, dergicilik tarihimizde bir köşe taşı olmakla kalmadı aynı zamanda sonrasının çok popüler birçok kalemini de bağrından çıkardı.

3.

Yankı dergisi her ne kadar 70’lerle 80’leri birbirine bağlasa da 12 Eylül 1980 darbesi başlı başına bir kopuştu. Toplumsal yaşam neredeyse tüm fonksiyonlarıyla akamete uğramış, yazarlar hapsedilmiş, siyasi düşünce müthiş bir baskı altına alınmıştı. Yine de 80 sonrası ilk yıllardaki baskı ortamı yavaş yavaş gevşerken Türkiye’nin renkleri -eksikleriyle beraber ve farklı tonlarla, bu arada yeni renkler de içererek- geri geldi. Denklem değişmişti. Bu denklemden, öncekinden farklı bir toplumsal yaşantı doğacaktı. Dergiciliğin hali de bu yaşantıya göre olacaktı:

Yazar Nurdan Gürbilek 1980’leri olağanüstü bir isabetle resmettiği “Vitrinde Yaşamak” isimli kitabında bu yeni hali şöyle anlatır: 

“Türkiye’de 1980’lerin kültürel iklimini tanımlayacak ilk kavram ‘sözün bastırılması’ysa, ikincisi mutlaka ‘söz patlaması’ olmalı. Çünkü 80’lerin ortasında Türkiye’de, neredeyse baskı döneminden çıkıldığı yanılsamasını doğuracak yaygınlıkta bir söz, imge ve görüntü patlaması yaşandı. Türkiye’de şimdiye kadar yalnızca ANAP iktisadı ve politikası, kültürü birbirine temas etmeyecek, birbirine geçişi olmayacak biçimde ikiye ayırabildi: ‘Bir yanda merkezi iktidarca bastırılan, yasaklanan, söz hakkı verilmeyen hayat alanları; öbür yanda 80’lere kadar benzeri görülmemiş bir iştahla yaşanan, çok daha merkezsiz, çok daha dağınık, çok daha kendiliğinden bir söz patlaması.’ Bu patlama, birbirini etkileyen ama birbirine indirgenemeyecek birçok unsurun kesişmesiyle oluştu. Kültür daha önce görülmedik boyutlarda piyasaya tabi oldu, reklamcılık kısa sürede sınırsız sayıda imgeyi dolaşıma soktu, çok satan haber dergilerinin yayın hayatına girmesiyle yeni bir kamuoyu, yeni bir haber dili oluştu. Bütün bu gelişmelerin ortak özelliği, resmi kültürün dışında (hatta bazılarının kısmen ona tepki olarak) doğmuş olmaları ama varlıklarını da 1980’de devletin müdahalesiyle kurtarılmış bir piyasaya borçlu olmalarıydı. Hepsinin etkilerinin kesiştiği, iç içe geçtiği kısa bir zaman dilimi içinde, Türkiye’de cümle yapısından sözcüklerin yüklendiği simgesel değerlere, seyretme biçimlerinden fiil zamanlarına kadar kültür denen bölgenin çeşitli cephelerinde kendisini gösteren, kısmen kurgusal ve sentetik bir dilde ifadesini bulan bir değişim yaşandı.”

Gürbilek’in dediği gibi bu güçlü değişimin, bu patlamanın en önemli aktörlerinden biri haber dergileriydi. Herhalde o dergilerin içinde en önemli aktör de Nokta’ydı. Ama şunu bilmek lazım; “söz patlaması” o döneme rengini verse de Nokta, patlamanın öncesinde çıkmıştı. Nedenini nasılını bir dönem dergiye yayın yönetmenliği de yapmış gazeteci Tuğrul Eryılmaz anlatıyor: 

"12 Eylül sonrası Türkiye. Her şey iyice karanlık gibi. Üniversite’den atılmalar ve ardından istifalar başlamış. İşte tam bu sırada AÜ SBF BYYO’dan (şimdi Ankara İletişim) bir grup asistan eski TRT’ci Aycan Giritlioğlu aracılığıyla Ercan Arıklı’dan epey sürpriz bir öneri alıyorlar. Yazgülü Aldoğan, şimdi profesör olan Uygur Kocabaşoğlu ve ben öneriyi kabul ediyoruz. Canan Barlas, Bülend Özveren ve Arda Uskan’ın çıkardığı, ama neredeyse bitkisel yaşama girmiş Nokta ve İnsanlar dergisini Nokta adıyla haftalık bir siyasi haber dergisine dönüştürmemiz isteniyor. Projenin başında Hıfzı Topuz olacak. Bizlerin hafif bir teorik bilgisi var ama pratik hak getire. Uğraşmaya başlıyoruz. En azından derginin bir kimliği olması gerektiği konusunda (bakınız şimdi çıkan dergilerin şizoid hali) hemfikiriz. Demokrasinin askıya alındığı bu baskı döneminde doğruları yazacağız ve dolayısıyla zorunlu olarak devlete muhalif bir kimliğimiz olacak. Bunu özellikle belirtiyorum çünkü normal koşullarda ‘yaygın medya’ içinde yer alacak bir derginin ilke olarak objektif takılması gerektiğini biliyoruz. Güya profesyoneliz fakat bir yandan da işi yeni öğreniyoruz. Tabii bizden önce Akis ve Yankı var ama Türkiye’de etkili bir haber dergiciliği geleneği yok. Yıl 1983 ve biz bu geleneği, biraz da yanlış olarak, başlatacağımızın farkında bile değiliz.”

Nokta, daha bu tarihlerde bile yayın mantığı konusunda dalgalanmalar yaşadı ama zamanla kendi markası haline gelecek bir standardı da oturtmayı başardı. Daha önce girilmemiş ‘tabu’ konular (en başta da işkence), birçoğu dava konusu olmuş provokatif kapaklar (en bilinen örneği üniversite kapısı üzerinde hacet giderirken resmedilen YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’dır) ve nihayet ortada gündem yokken ‘konuşulmaya” başlanan işler… Her ekip, dergiciliğe “yeni bir soluk getirmek” için başlar, parça parça bunda başarılı olurlar da. Nokta’nın farkı bu işte bir gün, bir hafta olarak değil, bir ekol olarak başarılı göstermesiydi. Toplumun değişmesine ayna tutmuş, değişen toplumda dergilerin bir ‘imkân’ olarak ön almasına da sebep olmuştu.

Gürbilek’in bahsettiği “söz patlaması” işte bu değişime açılan kapıydı ve o kapıdan Yeni Aktüel, Tempo gibi yeni dergiler girdi. Artık başka bir hayat yaşanıyordu. Nokta’nın kurulduğu günler geride kalmış, Özal Türkiyesi hız kazanmış, özel hayat, mahrem, iş yaşamı, ünlülük gibi kavramlar yeniden tanımlanmış ve yayıncılık da bu yeni tanımların etrafında dönmeye başlamıştı. Mehmet Y. Yılmaz’ın Doğan Grubu bünyesinde kurduğu Tempo (1987) ve Ercan Arıklı’nın kurduğu Yeni Aktüel (1991) bu yenilikleri hem tanımlama hem de uygulama işlevini üstlendiler. Kimi zaman basitleştirdiler kimi zaman içini boşalttılar ama onlar da doksanların Türkiyesi’nde söz aldılar ve hayatın birçok yeni rengini okurlara popüler bir üslupla sundular. 

Sonra… 

Sonra hayatımıza internet girdi. Devir değişti. 

Devirle birlikte dergiler de değişti ama iki binli yıllar haber dergilerine iyi davranmadı; arada parlamalarla birlikte yokuş aşağı yıllar yaşandı. Tempo harici değişen sahiplik yapıları yüzünden yayıncılık anlayışı da belli bir perspektifle incelenemiyor. Örneğin Tuğrul Eryılmaz’ın anlattığı Nokta’yla 15 Temmuz süreci sonrasında kapanan Nokta’yı isimleri dışında aynı bağlamda değerlendiremeyiz. 

Ama şunu söyleyebiliriz: Haber dergiciliğinin nefesi 2000’lerin hızına yetmedi. Bu satırların yazarı olarak, bu dönemde dergilerde çalışmış olmakla birlikte genel hatlarıyla bir yenilgi tarihine tanıklık ettiğimin farkındayım. İnternet de bir başka söz patlaması süreciydi ve bu süreçte okurların kendisi bir yayıncı olarak öne çıktı. Blogları, platformları sosyal medya takip etti ve okurların yayıncılığı kesinleşti. Haber dergileri, iyi gazetecilik örneklerine rağmen, belirleyici olmak bir kenara artık aktör bile olamıyordu ve neticede hemen hepsi kapandı. Gelenek bir süre büyük gazetelerin hafta sonu eklerinde yaşasa da o eski ferahlığa hiç ulaşamadı.

Haber dergiciliği çağı -şimdilik- bitti. Cumhuriyet’in yüzüncü yılını göremedi.

Ama… 

Hep bir ama var. Çünkü önemli bir mesele daha var. Anaakım haber dergilerinin kapanması belki çağın gereğiydi. Ya mutfakların kapanması ne olacak? 

Metin Toker’in sözüne mim koymuştum. Hatırlarsanız Toker, şöyle bir okurdan bahsediyordu: “Çeşitli mevzularda derinliğinden ziyade genişliğine fikir sahibi bulunan, politikaya da meraklı, maça da giden, iktisadi meseleleri de takip eden, sinemayı da seven, kitap okuyan, hadiseleri bilen insan…”

İşin ilginci, okurlar bir yana, dergilerin mutfağı böyle gazeteciler de yaratmıştı. Generalistler… Her şeyden biraz bilen, her konuyu araştırabilen, her konuda ‘ahkam’ kesebilen… Departmanlara bölünmüş ve günün hayhuyundan nefes almaya fırsat kalmayan gündelik gazetelerin aksine bir hafta bir haberi ağır ağır pişirebilen; her kesimden insan tanıyan, haber toplantılarına giren, daha özgür, daha derin yazmayı öğrenen… Dergici gazeteciler olabilecek en iyi okulda yetişiyordu. 

Haber dergiciliğiyle beraber bu işlevsel mutfak da gitti. Öyle bir mutfaktı ki… Bu mutfakta yetişen aşçılar sadece haber dergiciliğinde kalmadı; gazeteler, internet siteleri, başka dergiler, platformlar kurdular, televizyon kanalları yönettiler… Çünkü her şeye uygun, neredeyse büyülü bir formasyon edinmişlerdi. Şimdi o formasyonu veren kim, ya da verilebilir mi, söylemek zor. 

Bakalım Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında nasıl yemekler pişecek?