YAZARLAR

Gözlerin değsin yeter!

Şimdi dönüp “acaba başka yerlerde neler oluyor, kimlerin hayatıyla, ekmeğiyle oynanıyor, hangi organize sanayide organize kıyım var, hangi fabrikada kimler rehine, hangi tersanede işçi hayatı pamuk ipliğinde, hangi madende angarya hüküm sürüyor, hangi çağrı merkezinde genç kızlar, erkekler tüketiliyor, hangi bankada hedef manyağı yapılmışlar, hangi bölgede hangi kuytuda tüketiliyor onca insan, hangi ilde hangi kattan yine ölüme uçuyor bir işçi daha…” diye bakacak mıyız?

Haluk Levent bir selfie ile “sınıf mücadelesi”nin bittiğini duyurunca haliyle şaşırdım.
Bugünlerde şarkılara, bestelere çok yüklenildi; hepsi sağ olsun, var olsun tabii.

Sınıf mücadelesi elbette bitmez, bir başka ifadeyle “sınıf savaşı”dır ve işçilerin önemli kısmı unuttuğunda bile; bunu en iyi, sokaktaki işçilere karşı polise sarılan patron, işçiye kelepçe atıp silahlı “işadamı”na saygılar sunarken kendi sınıfını hep şaşıran polis, işçi ölümlerini kutsayabilen iktidar, ezelden beri de devlet bilir.

Yine de mücadeleyle elde edilen mutabakat, bir muharebenin kazanılmasıdır, işçilerin o an için yüzü gülmüşse.

Kritik eşik bu zaten: Yüzünün gülmesi! Gülümsemesi en azından.
İşsizlik çukurundan omuz omuza çıkması, kendi gücünün farkına varması, eve ekmek götürebilecek olması, mütevazı bir zaferle gündelik hayatının bayram edebilmesi.

Birçoğumuz “rahat” ortamlardan destek verdi, sosyal medyadan tavır gösterdi, imza kampanyası açtı, boykota davet etti, boykot etti. Yazı yazdı.
O şekilde “bir depodaki haksızlık”ı aştı, motorlu çocuklarla da birleşti; sınıfın mücadelesi haline geldi.
Yenik, yorgun günlerin bir gülümsemesidir hakikaten.

“İşe dönemezler” demiş olan patronlar, işçi kararlılığı ve toplumsal mutabakat karşısında afallayıp şimdilik muharebe kaybetse de, şu zor günlerde bir işyeri mutabakatını en çok işçilerin istediğini de inkâr edemeyiz.
Çocuğunu hastaneye yayan götüren, camdan hepimizin kalbine gözyaşları akıtan işçi, Gülabi Aksu mesela, babadır aynı zamanda.
O yüzden, Sendika, Haluk Levent, destek verenler; esas başka işçilere de ışık tutan işçi mücadelesi; herkesten razı olsun.

Bazılarımız mutabakatı teslim oluş sanabilir. Anlamamışızdır o zaman.
“Bir kömür çuvalına, iki paket una oy” vermiş olanları da nasıl anlamamışsak 20 senedir! Kusura bakmazsanız, bazılarınız anlamamışsa, diyeceğim.
Çünkü onların çoğunun oyunun kıymeti, açlıklarını, üşümelerini, çaresizliklerini bastırmaktır; üşüyen, titreyen, çoğu zaman aç kalan evladı için bir çuval kömür de çok kıymetlidir.

Tabii o “seçmen”in de bir gün şunu anlamasını ümit edebiliriz ya da ısrarla anlatılmasını:
Size bir çuval “kara altın” verenler, onun karanlık karasına nice işçinin “fıtratında var” diye gömüldüğü bu düzende, bazılarına milyonlar, milyarlar vermiş olabilir!
Sayenizde de olmuşsa bu derin adaletsizlik; belki değiştirebilirsiniz tahterevallinin arsız merhametsizliğini.

Migros olayından birçok ders çıkabilir:
Birincisi, mücadele elbette. Mücadele olmadan, dayanışma olmadan, bu işler çok zor Yonca!

Ne var ki, “Marka” mücadeleleri ayırıyor olabilir miyiz?
Onlar daha popüler mi oluyordur acaba? Hele bir de “görsel” olunca?
Herkesin bildiği, mutlaka içine adım attığı, iki poşet de olsa bir şeyler aldığı, sipariş verdiği, önünden geçtiği, reklamları ekrana düşüp duran, kaç kuşakla yaşamış büyük bir şirket söz konusu ise…
Haksızlık da çarpıcı gelince…
İşçi de boyun eğmeyince…
Toplumsal destek şahane oldu!
Toplumsal vicdan, işçi mücadelesine yürekten katıldı.

Fakat şimdi dönüp “acaba başka yerlerde neler oluyor, kimlerin hayatıyla, ekmeğiyle oynanıyor, hangi organize sanayide organize kıyım var, hangi fabrikada kimler rehine, hangi tersanede işçi hayatı pamuk ipliğinde, hangi madende angarya hüküm sürüyor, hangi çağrı merkezinde genç kızlar, erkekler tüketiliyor, hangi bankada hedef manyağı yapılmışlar, hangi bölgede hangi kuytuda tüketiliyor onca insan, hangi ilde hangi kattan yine ölüme uçuyor bir işçi daha…” diye bakacak mıyız?

Gazeteci Güngör Arslan neden öldürüldü diye soracak mıyız?

Elbette soran, cevap arayan, bakan, gören, yüreği böyle atan çok.

Yani ikinci ders, mutlaka kendimize.
Vicdan ayrımcı olamaz. Vicdan için her can bir can! Her zalim bir zalim. Her mazlum bir mazlum.

“Patronlar”a da ders var ama onlar zaten ordinaryüs!
Hep kazanan olamazsınız. Çok kazanan olsanız da. Sık kazanan olsanız da.

Asırlardır böyle karşı bir güç de var. Bazen bir depoya atılmış gibi duruyor, bazen bir depoda uyanıyor, bazen motor sesiyle homurduyor.
“Demokratlık, liberallik” vazederken cemiyetlerinizde, derneklerinizde; ikisinin manasını da hazmedip hazmetmediğinizi bir düşünmek gerekiyor olabilir.
Tamam, bilmediğiniz şeyler değil ama tozunu almak, tozunu atmak da gerekiyor işte!

Muhalefetin dersi toplumsal acıları, ıstırapları, öfke ve mücadeleleri bir bütün olarak kavrayıp kavrayamamakla ilgili iken; iktidara belki ilk mektep aritmetik dersi gerekiyor:

Öyle ya, 20 senelik bir iktidarın 2022 sözcüsü, “Fransa’da enflasyon yüzde 6-7” deyip bu ülkenin ezilen, yoksul, bunalmış insanlarının gözünün içine baka baka, “Fransa’da 150 Euro’ya dolan file şimdi 750 Euro’ya doluyor” diye şey edebiliyor. (Bu arada Fransa’da yıllık enflasyon çok yüksek ama yüzde 3’ün altında! Yani sadece şişirme değil, pişirme de var.)
İktidar medyacısının da “KDV’nin yüzde 7’den yüzde 1’e inmesi bir rahatlama yarattı” demesi gibi!

Siyasi-toplumsal dersimiz ise ayrımsız şöyle:
Aşağılanan, ezilen, fiilen istismar edilen insanların kabullenmesiyle, onayıyla güçlü olmanın da sınırları var…
Çünkü onlar da fark edebiliyor ki, onlar olmadan ne market döner, ne Fransa’daki enflasyon!
Fark etmez ise, kervan devam ediyor.

Günü, “Migros çözüldü” mesajını duyuran Haluk Levent’in iki şarkısıyla bitireyim.

İlki patron evi önünde kelepçelenen işçi Gülabi Aksu ve çocuklar için olsun:

Üzülme canım üzülme
Umudu toprağa gömme
Bekle sabırla bekle
Baban yine eve dönecek

Diğeri de işçilerle, mağdurlarla, mücadele edenle dayanışma içinde olanlara:

Bana bir mesaj gönder
Ellerin değsin yeter
Bana bir mesaj gönder
Gözlerin değsin yeter.


Umur Talu Kimdir?

Galatasaray Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü mezunu olan Talu, genç yaşında Günaydın, Güneş, Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gazetelerinde önemli görevlerde bulundu. Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı. Milliyet, Star, Sabah ve Habertürk gazetelerinde yıllarca köşe yazıları yazdı. 1996’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) Türkiye Basın Özgürlüğü ödülünü aldı. 1998 ve 2000 yıllarında TGC Yönetim Kurulu’na seçildi, 2001 yılında TGC Başkan Yardımcısı oldu. 2004 ve 2005 yıllarında yılın köşe yazarı seçildi.