YAZARLAR

Futbolun Kayıp Sanatları (15): Oyuncu-antrenörler

Orhangazi Gençlerbirliği kulübesindeki Faruk Yiğit, maç boyu tüttürdüğü sigaraların sonuncusunu söndürdükten sonra göbekli haliyle sahaya dalıp tarihin en büyük antrelerinden birine imza attı…

Johan Cruyff teknik direktörlük için “dünyadaki en iyi ikinci meslek” der. Hollandalı efsaneye göre birinci sırada elbette futbolculuk vardır. Oyunun tarihindeki bazı şanslı isimler ikisini birden yapma fırsatı buldu. Futbolun kayıp sanatlarında sıra, oyuncu-antrenörlerde…

ADINI KOYALIM

İngilizler “player-coach” veya “player-manager” diyor. Bizde de İngiltere’deki hocalara “menajer” deme adetinden dolayı 1990’larda genellikle “oyuncu-menajer” adıyla anılıyordu. Ancak hem menajerin yetki açısından teknik direktörden farklılaşması, hem de menajer sözcüğünün oyuncu temsilcileri için de kullanılması sebebiyle “oyuncu-antrenör” tabiri daha uygun görünüyor.

Oyuncu-antrenörler futbolla birlikte organik olarak doğdu. Güzel oyunun ilk günlerinde teknik direktörlük diye bir kurum yoktu. Takımın kaptanı aynı zamanda antrenörlüğü de üstleniyordu.

Sonrasında işler arttı. Taktik ve idari görevler karmaşıklaştıkça baş antrenör, teknik direktör, menajer gibi unvanlar belirmeye başladı. 1886’da Aston Villa’nın başına geçen ve tam 42 yıl koltuğunda kalan George Ramsay ilk profesyonel menajer olarak tarihteki yerini aldı.

Ramsay ve benzer örneklerle birlikte teknik direktörlük yaygınlaştı. Oyuncu-antrenörler zaman içinde ya alt liglere sıkıştı ya da belli dönemlerde belli ülkelerde kısa süreliğine moda olup unutuldu.

'AUTEUR' HOCA VE JOKEYLER

Aslında imkansızlıklar yüzünden mecburen uygulandığı dönemler bir yana, bilinçli olarak tercih edilmesi için de sebepler vardı.

İyi antrenör olmak için iyi futbolcu olmak gerekmediği ortada. Milan’ın efsane hocası Arrigo Sacchi’nin, futbol geçmişi olmadığı hatırlatılınca, “Jokey olmak için evvela at olmak mı lazım?” şeklindeki veciz sorusu son derece haklı ve yerindeydi.

Yine de sahayı önceden bilmenin pratik faydalar getirdiği sır değil. “Gençler bilebilse, yaşlılar yapabilse” derler. Oyuncu-antrenör futbolda yapmak ile bilmek arasındaki uçurumu kapatabilecek bir çözümdü ve “auteur” yönetmenleri andıran, hem yazıp hem yöneten, hatta bir adım daha öteye geçip başrol oynayan isimler oyuna farklı bir tat katabilirdi.

Kattılar da. Bazen ilk 11’de başlayıp “hocanın sahadaki eli kolu” kavramını gerçeğe dönüştürdüler. Bazen -daha güzeli- ilerleyen yaşları itibariyle 90 dakika koşturmayı göze alamayıp, gidişatından memnun olmadıkları maçın ikinci yarısında eşofmanı çıkarıp yeşil çimlerde arzıendam ettiler. Süper kahramanları andıran bu kıyafet değişimi, devamında gol ve asist benzeri bir katkıyla süslendiğinde tadından yenmedi ve oyunun mitolojisini besledi.

LIVERPOOL VE CHELSEA

Tabii konu futbol mitolojisi olunca akla ister istemez Adalılar geliyor. Modern dönemde oyuncu-antrenör uygulaması topun durmadığı Birleşik Krallık’ta tekrar çiçek açtı. Özellikle Liverpool’un 1975-1990 arasındaki altın çağından üç yıldız oyuncu-antrenörlükte de rüştünü ispatladı.

İlki Beşiktaş’ın eski hocası John Benjamin Toshack. 1978’de üst üste sakatlıkların ardından Kırmızı formaya veda eden 28 yaşındaki pivot santrfor Toshack, memleketi Galler’in Swansea City ekibinin başına geçti. Ligin en genç hocasıydı ama üst üste iki yıl küme atlayarak ekibini ikinci lige taşımayı başardı. Hatta son maçtaki golüyle Swansea’deki efsane statüsünü pekiştirdi.

İkinci isim Graeme Souness. O da Liverpool’dan ayrıldıktan sonra -ve Galatasaray taraftarının gönlünü şenlendirmeden evvel- memleketine dönmüş, 1986-1991 arasında Glasgow Rangers’taki oyuncu-antrenörlük dönemine iki lig şampiyonluğu ve üç İskoçya Lig Kupası sığdırmıştı.

Liverpool en iyi oyuncu-antrenörü ise kendine sakladı. Kırmızı formayla ilk sekiz yılını oyuncu olarak geçirdikten sonra 1985’te, 34 yaşındayken oyuncu-antrenörlüğe getirilen Kenny Dalglish bu görevde beş yılda üç kez İngiltere ligi şampiyonu oldu. 1990’daki zaferden sonra Liverpool 2020’ye kadar şampiyonluk yüzü göremeyecekti. Dalglish oyuncu-antrenörlük günlerinde toplam 61 maçta 15 gol kaydetti.

Türkiye’deki futbolseverlerin büyük bölümü Ada’daki oyuncu-menajer uygulamasıyla televizyon yayınlarının çeşitlendiği 1990’ların ikinci yarısında, Chelsea sayesinde tanıştı. Roman Abramoviç öncesi uluslararası veteranlarla renkli kadrolar kuran Londra ekibi 1990’ları önce Glenn Hoddle, ardından Ruud Gullit ve son olarak Gianluca Vialli’nin oyuncu-menajerliğiyle geçirdi. Kulübün o günkü profili için çok iyi sonuçlar elde ettiler. Gullit ile Federasyon Kupası, merhum Vialli’nin günlerinde ise Lig Kupası, Federasyon Kupası, Kupa Galipleri Kupası ve UEFA Süper Kupa zaferi yaşadılar.

BOLU’DA İKİ YILDIZ

Türkiye’de de oyuncu-antrenör formülü zaman zaman uygulandı. Eski örneklerden biri “Ordinaryüs” Lefter Küçükandonyadis. İkinci ligde Boluspor’un başına antrenör olarak getirilse de kimilerine göre bir iddia ve kişisel atışmadan, kimine göre takımın ihtiyacından dolayı kendine yeniden futbolcu lisansı çıkartan 42 yaşındaki Lefter, takımının formasını 12 kez giyip 2 de gol atmayı başarmıştı.

Dünya futbolundaki en güzel oyuncu-antrenör enstantanesinin mimarı da Boluspor formasını giymiş bir isim. Ama anlatacağımız hikaye yaşandığında Bursa’da, Orhangazi Gençlerbirliği’nin kulübesini duman altı ediyordu.

90’lı yıllarda futbol seyretmiş herkes sağ açık Faruk Yiğit’i hatırlar. Saçı, sakalı, hızı ve dur-kalklarıyla Anadolu’da nice sol beki futbola başladığına pişman eden Faruk, kendisini Türkiye’nin Euro 96 kadrosuna taşıyan Kocaelispor ve Fenerbahçe serüvenlerinden sonra soluğu alt liglerde almıştı.

2008 yılında Bursa’da, Orhangazi Gençlerbirliği’nde oyuncu-antrenörlük yapan ve tütün sevgisini saklamaktan çekinmeyen Yiğit, 3. Lig’e yükselme mücadelesinde Zonguldak Belediyespor’a karşı kulübede maç boyu tüttürdüğü sigaraların sonuncusunu söndürdükten sonra göbekli haliyle sahaya dalıp tarihin en büyük antrelerinden birine imza attı.

NEDEN KAYBOLDULAR?

21.yüzyılda oyuncu-antrenörler genellikle emanetçi hocalarla ve alt liglerle sınırlı kaldı. Romário-Vasco da Gama evliliği yürümedi, Ryan Giggs United’da geçici görevliydi, Derby County’nin Wayne Rooney denemesi uzun ömürlü olmadı. Vincent Kompany de Anderlecht’te umduğunu bulamadı.

Kolay bir iş değil. Alex Ferguson teknik direktörlüğün 1980’lerden 2010’lara doğru evrimini şöyle anlatıyor: “Aberdeen’de hocalığa başladığımda yanımda bir fizyoterapist, bir yardımcı hoca, bir de genç takım hocası vardı. United’a gelince sayı sekize çıktı. Bugün 36 kişilik bir ekibim var.”

Çünkü yapılacak işler giderek artıyor. Antrenman programı ve uygulamasıyla, transferle, yönetimle, temsilcilerle ve tabii ki medyayla uğraşırken bir yandan da üst düzey idman yapabilmek zor.

Bir de diploma meselesi var. UEFA Pro Lisans gibi yeterlilik belgeleri için önce UEFA A ve B Lisanslarını almak, bunların hepsi için de ciddi mesai harcamak gerekiyor. Söz konusu belgeler olmadan üst liglerde görev yapmak imkansız değilse de zor.

Toshack örneği bir yana, tecrübe de genellikle gençliğe tercih ediliyor. 2013’te İngiliz Warwick Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre, hiç tecrübesi bulunmayan hocaların galibiyet yüzdesi 33.12’de kalırken en az 10 yıl deneyimli teknik direktörlerin galibiyet oranı yüzde 45.13. Gerçi bunda tecrübe kazandıkça daha iyi kulüplerde çalışmanın da etkisi olabilir.

Takım için gerçekten önemli bir oyuncuysanız hocalık yükümlülükleri yüzünden maça iyi hazırlanamayıp yedek kalarak kendi ekibinize zarar vermeniz de muhtemel. Bazı oyuncu-antrenörler ise maçta yapılan hatalara saha içindeyken daha çok sinirlendiğini söylüyor.

GERİ DÖNER Mİ?

Öte yandan Ferguson’ın işaret ettiği evrim bugünkü teknik direktörlerin birçok görevi delege edebildiğini de gösteriyor. Yardımcı antrenör, kondisyoner, halkla ilişkiler uzmanı, basın sözcüsü gibi personel sayesinde teknik direktör sahaya çıkmak için vakit bulabilir.

Lehine işleyen bir durum daha var. Bugün futbolcuların çoğu fiziksel olarak kendine çok daha iyi bakıyor ve kariyerler uzuyor. Son yılları oyuncu-antrenör olarak geçirmek fena bir seçenek olmayabilir.

Oyuncu ile hoca arasındaki ilişkilerin değişimi de bu açıdan olumlu. Geçmişte “babacan” teknik direktörler yaygın ve revaçtaydı. Bugün ise “kafası çalışan abi” rolüne daha yakınlar. Hiyerarşik fark hem daha küçük hem de daha farklı. Sahaya çıkmak bu hiyerarşiye eskisi kadar olumsuz etki etmeyebilir.

Gelgelelim şu an için oyuncu-antrenörlerin geri döneceğine dair bir işaret yok. Açıkçası ben görmek isterim. Eminim isteyen futbolcular da vardır. Ne de olsa dünyanın en iyi iki mesleğini aynı anda yapacaklar. Johan Cruyff herhangi bir konuda yanılıyor olabilir mi? Duymamış olayım…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.