YAZARLAR

Duyarsızlaşıyor muyuz?

Her birimizin sanki kimse bir şey yapmayacakmış gibi, sorumluluğu üzerinde hissetmesi gerekiyor. İşimizi dürüst yapmaktan verdiğimiz oya, inandığımız bir STK’ye katılmaktan yardıma ihtiyacı olan komşumuzun hatırını sormaya, oturduğumuz koltukların hakkını vermekten sokaktaki kediye su vermeye kadar, kendimizi sorumlu hissetmemiz gerekiyor.

“Genovese Sendromu” diye bir şey var. Türkçesi “seyirci etkisi”. Nasıl olsa başkası yapar/halleder/yardım eder, diye müdahale etmemek, seyirci kalmak. Acı bir de öyküsü var bu sendromun. 1964 New York’unda Catherine Susan Kitty Genovese, gece 2-3 sularında işinden evine dönerken, Winston Moseley isimli bir adamın saldırısına maruz kalıyor. Moseley, Kitty’i evinin yakınında önce sırtından bıçaklıyor. Komşulardan biri “Kızı rahat bırak” diye Moseley'i uzaklaştırıyor. Kitty sürünerek apartmanının önüne geliyor. Bu esnada yardım istemeye devam ediyor, fakat kimse yardım etmiyor. Bunun üzerine, Moseley tekrar olay yerine dönüyor ve bu kez Kitty’e hem tecavüz ediyor hem de tekrar bıçaklıyor. Ayrıca, parasını da alıyor ve uzaklaşıyor. Moseley daha sonra yakalanıyor fakat Kitty çoktan -üstelik de en ağır şekilde- ölmüş oluyor.

Cinayet sonrasında, komşulardan 38 kişinin aslında cinayetin görgü tanığı olduğu tespit ediliyor. Niçin müdahale etmedikleri, polis çağırmadıkları sorulduğunda, çoğunlukla “Başkası çağırmıştır” diye düşündüklerini söylüyorlar. Daha sonra bu 38 kişinin psikolojisine yönelik araştırmalar yapılıyor ve yaşanan durum sosyal psikolojide “sorumluluğun yayılması (Diffusion of Responsibility)” olarak adlandırılıyor.

Nasıl olsa başkası yapar…

Bu sendromun uzun yıllardır var olduğu öyküsüyle sabit. Ancak, bu ülkede, son zamanlarda, topyekûn bu sendromun etkisi altına girdik galiba diye düşündüm, iki gün önce Meclis’e son gelen yasa teklifi (Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Finansmanının Önlenmesine İlişkin Kanun Teklifi) kabul edildiğinde.

Bir yasa teklifi düşünün ki, yine ve yine konunun uzmanlarıyla tartışılmamış, kimsenin fikri alınmamış torba yasa niteliğinde olsun, adeta OHAL sürecinin devamını temin etsin, İçişleri Bakanlığı’nın, polisin, jandarmanın zaten yeterince geniş olan yetkisini daha da genişletsin, mevcut haliyle zaten sağlıksız olan terör tanımını canının istediğine yapıştırsın, böylece canının istediği derneği kapatsın/kayyım atasın/denetlesin, yine böylece mal varlıklarına el koysun, örgütlenme özgürlüğüne Anayasa'ya aykırı şekilde zincir vursun, kişisel verilerin gizliliğini, masumiyet karinesini, mülkiyet hakkını, hukuk devleti ilkesini yok saysın ve daha bir sürü yasal hakkı hiç etsin, tepelesin.

Bu teklif TBMM’den geçti. Muhalefetin tüm itirazlarına rağmen geçti.

Halkın neredeyse yarısının itirazına rağmen, tam olarak bugünlerde yapıldığı üzere memlekette at koşturmak için dizayn edilen ve geçirilen, kesinlikle meşruiyeti olmayan Anayasa’ya göre sırf sayısal çoğunluk siyasi iktidarda diye bu korkunç yasa teklifi Meclis’ten geçti.

Peki bizler ne yaptık? Hiçbir şey. Çoğumuz tekliften haberdar bile değildik. Haberdar olanlar da yeterince bilgilenemedi, dolayısıyla karşı çıkamadı. Hasbelkader bilgilenip karşı çıkanlar da imza toplamaya çalışırken, ne yaparsak yapalım bu teklif de geçecek diye düşünmeden edemedi. Neticede yasa teklifi Meclis’ten geçti.

Genovese Sendromu’na gelince, bu belirginleşen tepkisizliğimizin, salgınla ve içinde bulunduğumuz zor koşullarla ilgisi var tabii ama küçük bir payı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Yaşam koşulları hepimiz için her geçen gün daha da ağırlaşıyor. Bu doğrultuda içeride artan bir şikâyet, bunalım, umutsuzluk yumağı var. Gelin görün ki dışarıda neredeyse karşılığı yok. Hepimiz mücadele etmekten fazlasıyla yorgun ve bitap haldeyiz, doğru. Bir de şimdi soruşturmayla, yargıyla uğraşamayız, yeterince dertli başımıza dert alamayız, diyoruz hakkımız var. Peki, biz meydanı boş bıraktıkça ve failler tekrar tekrar gelip suç işlemeye devam etmeyecek mi? Hepimizin temel hak ve özgürlükleriyle ilgili bir yasa karşısında topu topu 400-500 imzalık bir direnç mi bulacak sadece? Kapalı Zoom toplantılarında, Whatsapp gruplarında mı eleştireceğiz olanı biteni? Aman canım birileri bir yerlerde karşı çıkıyordur mu diyeceğiz? Bir gün “iyiler” iktidara geldiğinde tüm bu yasaları zaten geri alır, diye mi umut edeceğiz?

Sokağa dökülüp isyan edelim demiyorum. Ama birlikte mücadele vermezsek, konuşmaya devam etmezsek, bir gün elbet gidecekler kaderciliğine mahkum ediyoruz kendimizi. Her birimizin üzerinde sorumluluk hissetmesi, hissetmeye devam etmesi gerekiyor. Aksi halde, aynı kişiler çıkıp, aynı cümleleri kuruyor ve gereği yapılmış gibi hissediyoruz. Güç zehirlenmesi yaşayan iktidar da alıştı bu duruma; iki konuşur susarlar, deyip geçiyorlar. Yavaş yavaş sindiriliyoruz. İkinci barolar kuruluyor, iktidar yanlısı STK’lerin sayısı artıyor, özgür medya, üzerindeki baskılara dayanamıyor, muhalif söz söyleyebilen her yer teker teker kapatılıp herkes teker teker susturuluyor.

Ve biz giderek daha az tepki veriyoruz. Ne yazık ki alışıyoruz.

Oysa, her birimizin sanki kimse bir şey yapmayacakmış gibi, sorumluluğu üzerinde hissetmesi gerekiyor. İşimizi dürüst yapmaktan verdiğimiz oya, inandığımız bir STK’ye katılmaktan yardıma ihtiyacı olan komşumuzun hatırını sormaya, oturduğumuz koltukların hakkını vermekten sokaktaki kediye su vermeye kadar, kendimizi sorumlu hissetmemiz gerekiyor. Penceremizden dışarıya bakmamız, sokağımızda neler olduğunu merak etmemiz gerekiyor. Dış dünyanın, odamızın içine sızdığını bilmemiz, perdelerimizi kapatmamamız gerekiyor. Karşı apartmanda çığlık atan kişinin yerinde yarın bizim de olabileceğimizi düşünüp, yardım eli uzatmamız gerekiyor. Çünkü bu ülke bu büyük çukurdan ancak böyle kurtulur.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.