YAZARLAR

'Dip dalgası' üzerine düşünceler

Anlaşılan o ki bahsedilen dip dalgası; iktidara oy ve onay verdikçe faiz, kur enflasyon sarmalı, yani piyasa karşısındaki yalnızlıklarının daha da koyulaşacağını sezmiş insanların artık bunu yapmaktan vazgeçmeye başlaması ve halihazırda muhalefetteki milyonların yanına eklenmesiyle ortaya çıktı.

Mart 2024 seçimlerinin hemen öncesinde toplumda hakim olan havayı sanırım şu şekilde tarif edebiliriz: Muhalif kesimler arasında gün geçtikçe koyulaşan umutsuzluk halinin yaygınlığı ve AKP-MHP bloğunun darmadağın olmuş muhalefet bloğu karşısında gittikçe artan rahatlığı. Mart 2024’e kadar bu resmi değiştirmeye ve seçim sonuçlarını çarpıcı bir şekilde etkilemeye aday hiçbir gelişme ortaya çıkmadı aslında. Bugün ise, seçimin ardından, muhalif toplumsal kesimlerin üzerine çöken kasvetli umutsuzluğun yerini temkinli bir özgüven alıyor, iktidar ve onun temsilcilerinde gördüğümüz rahatlık yerini tedirginlik ve gerginliğe bırakıyor.  Kullanılan “dip dalga” ifadesi de esasında duruma cuk oturuyor: Kendisini kolektif bir tepki, eylem, hareket olarak yüzeyde göstermediği için denkleme dahil edilmeyen ama beklenmedik bir zamanda şaşırtıcı bir netlikle açığa çıkıp denklemi değiştirebilen birikmiş toplumsal tepki olarak “dip dalga”.

Bu dip dalga seçim sonuçlarında kendisini üç gösterge üzerinden ifade etmiş gibi gözüküyor: Birincisi CHP’nin bu kez tek başına Ankara ve İstanbul başta olmak üzere diğer kıyı metropollerinde ezici bir zafer elde etmekle kalmayıp sağın kalesi gibi düşünülen illerde yeni il ve ilçe belediyeleri kazanabilmesi ve toplamdaki oy oranını ilk defa AKP’yi geçecek şekilde arttırması. İkincisi ise Yeniden Refah Partisi’nin bu kez tek başına girdiği seçimlerde AKP-MHP’nin “rahat” kazanacağı düşünülen il ve ilçeleri bünyesine katabilmesi, kimi yerleşim yerlerinde AKP’ye giden oyların yarıya yakınını kendisine çekebilmesi ve toplamda yüzde 6’yı geçen bir oy oranını yakalayabilmesi. Üçüncü gösterge ise seçim sonuçlarına bakıldığında ağırlıklı olarak eski AKP seçmeni olduğunu tahmin edebileceğimiz yüzde 6’ya denk düşen ek bir kesimin sandığa gitmemiş olması. Bunların bir araya gelerek ülkenin siyasal haritasında sarsıcı bir etki yapabilmesini mümkün kılan, ama sürpriz olarak değerlendiremeyeceğimiz başka bir etmeni de göz önüne almamız gerekir: Kürt hareketinin tabanını oluşturan kitlenin kayyım tehlikesine, HÜDA-PAR’ın parlatılmasına ve partilerinden karışık mesajlar almalarına rağmen hemen her yerde AKP-MHP bloğunu geriletecek bir oy davranışı sergilemesi.

Bahsettiğim üç göstergeye konu olup mevcut denklemi değiştiren kesimler, yani CHP’ye belki de ilk defa umut bağlayanlar, YRP’ye oy verenler ve sandığa gitmeyenler tepkilerini gösterme biçimlerindeki farklılıktan da anlaşılabileceği gibi tek bir profile sıkıştırılamayacak geniş bir kitleye tekabül ediyor. Hem bu yüzden hem de elimizde destekleyici bir veri olmadığından bu kitlenin bütününü bir sosyo-ekonomik tabakaya veya sosyal profile baştan yerleştirmek anlamsız ve yanlış yönlendirici olacaktır. Fakat onları iktidarı cezalandırmaya yönlendiren koşullar hakkında fikir yürütmek ve buradan yola çıkarak AKP-MHP bloğundan şimdilik kopuşlarına temel oluşturan duyguyu, ruh halini az çok kestirmek mümkün olabilir.

Bu koşulların bir kısmı, örneğin enflasyon ve beraberindeki yoksullaşma bir önceki genel seçimler öncesinde de söz konusuydu; ve bu yüzden tek başına belirleyici olarak görülemez. Mayıs 2023’le karşılaştırıldığında koşullar açısından en önemli fark siyasal iktidarın yoksullaşmaya ve ekonomik daralmaya pansuman sağlayabilecek tek güçlü özne olarak kendisini sunabilme işini bu son sekiz ayda sergileyememesiydi. Mayıs 2023 seçimleri öncesinde siyasal iktidar bütçeyi zorlamak pahasına ücret ve maaş artışları, EYT’lilere emeklilik hakkı tanınması gibi toplumsal taleplere en nihayetinde şöyle ya da böyle bir yanıt veriyor ve yoksullaştırdığını aynı zamanda “koruyup kollayacak” kudrete sahip olduğu izlenimini sunabiliyordu. Bunun karşısındaki Millet İttifakı karmakarışık görüntüsü ile halka ancak “makule dönüş” adı altında yabancı yatırımcıya güven verecek politikalar demetini sunuyordu. Bu manzarada siyasal iktidarın geç de olsa “EYT” meselesine getirdiği çözümün rıza üretici etkisinin yalnızca emeklilikte yaşa takılan insanlara sınırlı olduğu düşünülmesin. EYT meselesi ekonomik darboğazdan etkilenen diğer toplumsal kesimlere yönelik de bir mesaj içeriyordu: oy desteği verildiğinde rahatlatıcı jestler yapmaya eninde sonunda ve hâlâ AKP’nin muktedir olduğu mesajı.

Mayıs 2023 seçimi arkasından ise AKP, kemer sıkma politikalarına dayalı ekonomik programı bu kez hükümeti kaybetme korkusunun baskısı olmadan Mehmet Şimşek eliyle dayatacak bir rahatlığa kavuştu. Fakat bu aynı zamanda hükümetin “ekonominin kuralları”, yani sermaye düzeninin artık ertelenemeyecek ihtiyaçlarıyla sınırlanması anlamına geliyor, ucuz krediler, ücret artışları, istihdam olanakları, devlette kadro, emeklilik düzenlemeleri gibi tedbirlerle artan yoksulluğu idare etme kapasitesi sınırlarına erişiyordu. Mayıs 2023 ile Mart 2024 arasında AKP-MHP bloğu, devlet üzerindeki hakimiyeti ve muhalefetin dağınıklığı sayesinde zoru kuralsızca kullanma gücünü artırmış olabilirdi. Fakat kaynak yaratma ve bölüştürme inisiyatifini gittikçe kaybettiğinden zor aygıtları üzerindeki hakimiyetten kaynaklı “kudretli” görüntüye rıza üretme kapasitesi, yüksek bir hegemonik kapasite eşlik etmiyordu. 2023 Mayıs seçimleri öncesinde EYT’lilere uzun süre inat edildikten sonra verilen hak yalnızca onlara değil toplumun bütününe verilmiş “hâlâ buradayız, yaparsak yine biz yaparız” mesajı oldu. Mart 2024 öncesinde yoğun toplumsal baskıya rağmen emeklilerin maaşlarında iyileştirme yapılmaması ise yalnızca emeklilere değil yine toplumun geneline “bundan sonra herkesin kendi başının çaresine bakacağı” mesajını iletiyordu. Enflasyon karşısında ezilen işçi, evi yıkılan depremzede, iflas bayrağını çeken esnaf, ihtiyaç kredisi çekemeyen memur belki de emeklilere baktıklarında kendi geleceklerini gördüler: Oy ve destek verseler de piyasanın, yüksek faizin ve yüksek enflasyonun, şiddeti karşısında yalnızlığa mahkum edilmek.

Bu koşullarda toplumun en az yüzde ellisinin üzerinde bir tesiri olmayan ve hatta onları iktidara karşı daha da bileyen İslamcı-milliyetçi retorik, belli ki artık ekonomik şiddetin tahripkarlığı karşısında yalnız bırakılmış muhafazakar-milliyetçi kesimler üzerinde de önceki “tutucu” etkisine sahip değil. Üstelik bu retoriğin özellikle İslamcılıkla bağlantılı kimi çekirdek öğeleri AKP’yi dışarıdan sıkıştırmayı tercih eden Yeniden Refah Partisi tarafından temsil edilmeye başladı artık. İktidarın bu öğelerin nerede, ne zaman ve hangi dozda devreye gireceğini belirleme tekeli ortadan kalktı ve hatta bunlar tersine özellikle Gazze meselesinde gördüğümüz gibi YRP eliyle siyasal iktidar üzerinde dışarıdan basınç oluşturmanın, onu savunmaya zorlamanın bir aracı haline gelebildi.

Anlaşılan o ki bahsedilen dip dalgası; iktidara oy ve onay verdikçe faiz, kur enflasyon sarmalı, yani piyasa karşısındaki yalnızlıklarının daha da koyulaşacağını sezmiş insanların artık bunu yapmaktan vazgeçmeye başlaması ve halihazırda muhalefetteki milyonların yanına eklenmesiyle ortaya çıktı. Bunun 31 Mart sonrasına yansıyan sonuçları, yalnızca partiler arası oy ve güç dağılımını etkilemenin ötesinde hayal kırıklığı ve yılgınlık içinde, kendi kabuğuna çekilerek atomize olmuş muhalif geniş toplumsal kesimlerin politikayla kurdukları bağı, kurumsal siyasal muhalefetten beklentilerini ve motivasyonlarını tazeleme potansiyeline de sahip. Şüphesiz, siyasal iktidarın böyle bir potansiyeli göz önüne almadan yola devam etmesi düşünülemez. Fakat, bunun karşısında yapacağı şeyin otoriterleşme ve keyfileşme eğilimlerini törpüleyerek, normalleşme yönünde adımlar atması olmayacağını baştan söyleyebiliriz. Kendi iktidarını olağanüstü hal yaratarak kalıcılaştırma yöntemine bağımlı bir yapı için “normalleşme” kendini inkar ya da pes etme anlamına gelecektir. Ayrıca, içinden geçtiğimiz dönemde kendisinden uzaklaşmış kesimlerle yeniden duygusal ve maddi bağlar kurmaya yarayan kaynaklara ve araçlara da artık sahip olmadığını göz önüne almak gerekir. Zira kemer sıkma programına Şimşek ile ya da onsuz devam etme zorunluluğuna ek olarak Türkiye’nin en büyük metropollerindeki yerel yönetimleri ve bunların sağlayabileceği olanakları da kaybetmiş durumda. Geriye seçenek olarak bir tek, Kürt meselesi başta olmak üzere yeni güvenlikçi gündemlerle ve zorun içeride ve dışarıda stratejik kullanımıyla Türkiye toplumunu ve muhalefeti “devletin yanında hizaya geçmeye” çağırmak kalıyor. Fakat, bunun 7 Haziran sonrasındaki gibi işe yarayıp yaramayacağının garantisi yok. Bu daha çok, 31 Mart’tan moralle çıkmış olan muhalefetin ve özellikle de CHP’nin bu hamleler karşısında nasıl bir yolu tercih edeceğine bağlı olacak.


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.