YAZARLAR

Cumhuriyetçilik ve solun kitleselleşmesi

Cumhuriyetçilik ile ilişkili değerleri savunarak bunları birer mücadele konusu haline getirmek hem sosyalist siyasetin bugün ilkesel bir zorunluluğu hem de onun kitlelerle buluşabilmesinin kanallarından biridir; ve Türkiye’de kitleselleşme amacını güden bir siyasal yapının bu değerlere sırt çevirmesi düşünülemez.

Sosyalist siyasetin, toplumdaki yerleşik düzene olan inancın ve güvenin en sarsıldığı süreçlerde bile geniş toplumsal kesimlere ulaşamaması, onlar için bir çekim merkezi olamaması sol içerisinde yıllardır hayıflanılan bir durumdur. Hayıflanılan şey esasında sol hareketlerin 1980 darbesi sonrasında “kitleselleşme” ivmesini gittikçe kaybederek yeni kadrolar, üyeler ve sempatizanlar yaratmakta sıkıntı çekmesi, gittikçe daralarak toplumsal etki gücünün aşınmasıdır. Üstelik Gezi gibi bir devasa hareketin akabinde yüzünü sola dönmeye açık ve üstelik cüretkar geniş bir toplumsallığın kendisini açığa vurmasına rağmen sosyalist siyasetin son 10 sene içerisinde toplumun geniş kesimleriyle istenilen düzeyde kalıcı bağlar kuramaması üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir. Gezi sonrası dönemde kitlelere yeterince ulaşamama haklı bir hayıflanma ve kitleselleşme arayışı son derece geçerlidir: Çünkü toplumdaki düzenin yarattığı sıkıntılardan kaynaklı rahatsızlıklar ne kadar yüksek seviyeye çıkmış ve sol siyasetin tespitleri, aktardıkları ve çağrıları ne kadar haklı olursa olsun belirli bir nicel güce dayanmayan sol siyasetin nitel ağırlığını toplumda hissettirmesi ve bir iktidar alternatifi haline gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden belirli bir kitleselleşme eşiğine ulaşmak kendinde bir hedef değil, sol siyasetle halkın özneleşmesi arasında bir bağ kurabilmenin ön koşullarından birisidir. Sol siyasal yapıların kitleselleşmesi bu yapıların hedeflerinin, söylemlerinin ve figürlerinin mevcut sol/sosyalist ağların sınırlarının dışına taşarak başta emekçi kesimler olmak üzere toplumun geniş kesimlerinde bilinir, tartışılır ve benimsenir hale gelmesi demektir. Solun kitleselleşmesi kendisini yalnızca harekete geçirebildiği insan sayısı ile değil, aynı zamanda ülke içerisindeki siyasal/ideolojik koordinatlarda yaratacağı etkiyle “nitel” olarak da hissettirir. Bu açıdan kitleselleşme hedefi bir ülkenin yerleşik siyasal doğrultusuna ve düzenine yönelik bir müdahale anlamını taşır.

İLKE İLE KİTLE ARASINDA SOL

Öte yandan böyle bir kitleselleşme arayışı çözülmesi oldukça çaba ve deneyim birikimi gerektiren bir çelişkinin üstesinden gelmeyi de gerektirir. Bu çelişki kitleselleşmenin gerekleri ile sosyalizmin prensipleri arasında ortaya çıkan gerilimle alakalıdır. Kitleselleşme toplumdaki anlık, biçimsiz, heterojen ve hatta birbiriyle çelişebilen rahatsızlık ve kanaatlerle dönüştürücü bir temas halinde bulunmayı gerektirir. Sosyalizm ise, katı evrensel ilkelerle örülmüş “kalın çekirdekli” devrimci bir ideolojidir ve çekirdeğindeki ilkeler “kitleleri” sarıp sarmalayan egemen ideoloji unsurlarına çoğunlukla cepheden karşıt bir konumdadır. Bu açıdan kendisini illa ki katı bir ideolojik çerçeveyle sınırlı tutmayan, işe yarar her türlü gündeme ve ideolojik motife dadanmakta beis görmeyen düzen içi siyasal aktörlerle kıyaslandığında sosyalistlerin kitleselleşmeye yönelik kullanacağı yöntem ve araçların, geliştirebileceği söylemlerin aralığı çok daha dardır. Bir sosyalist parti yalnızca sosyalizmin erdemlerini propaganda etmekle sınırlı bir faaliyet üzerinden kitlesellik kazanamaz; toplumun ortalama bilinci ve gündemi tarafından belirlendiğinde ise ideolojik-ilkesel referanslarından eser kalmaz. Bu açıdan kitlesel bir sol hareket arayışı ilkesellik ile esneklik, evrensellik ile yerellik, güncel ile genel, bugün ile gelecek arasındaki gerilimlerle baş etmek ve bu düzeylere denk düşen söylem ve pratikleri birbiriyle bütünleştirmek durumundadır. Bahsedilen bu gerilimler her bir ülkede özgül biçimlerde kendisini gösterebilir. Kitleselleşme arayışındaki bir sol hareket, faaliyet gösterdiği ülkedeki ideolojik ve siyasal konumunu bu gerilimler karşısında yaptığı tercihler üzerinden kazanır.

KİTLESELLEŞME VE CUMHURİYET MESELESİ

Küresel ölçekteki dalgalanmalar karşısında oldukça kırılgan ve ideolojik ve siyasal koordinatları hızla değişebilen bir ülke olarak Türkiye’de kitlesel sosyalist siyaset arayışının bu gerilimlerle baş etmekte özel olarak zorlanacağını tahmin etmek güç değil. Bugünün Türkiye’sinde bu gerilimlerin kendisini özellikle, fakat bunlarla sınırlı kalmayacak şekilde, “cumhuriyet ve cumhuriyetçiliğe” yaklaşım, Kürt sorunu, göçmen meselesi ve toplumsal hareketlerle ilişkiler gibi başlıklarda gösterdiğini görüyoruz. Sosyalist hareket bu başlıkların her birinde sol değerlerin ilkesel savunusu ile kitleselleşmenin gerekleri arasındaki gerilimleri yaşıyor. Öte yandan eğer bir sol hareket bir “fikir kulübü”, bir sosyal çevre olmanın ötesine geçecekse bu gerilimlerle yüzleşmek, bu başlıklarda bazı tercihlerde bulunmak durumunda. Kitleselleşme arayışındaki bir sol yapının bir ülkedeki siyasal ve ideolojik haritadaki yerini bu başlıklarda yaptığı tercihler şekillendirir.

Bu başlıklardan ilki yani solun “cumhuriyet değerleriyle” ilişkisi esasında her dönem sol/sosyalist hareketlerin bir meselesi olmuştur; fakat bugün özel olarak tartışılmayı hak etmektedir. Zira bugün Türkiye’deki cumhuriyetle ilişkili değerlere, anlayışlara ve kurumlara yönelik bir tasfiye süreci yaşanmaktadır ve toplumun geniş kesimleri AKP’nin yaratmak istediği toplum düzenine olan itirazlarını bu aşındırılmaya çalışılan cumhuriyetle ilişkili değerlere, sembollerle ve figürlere dayanarak sergilemektedir. Solun kitleselleşmesi ile onun bu durum karşısında geliştireceği tavırla yakından bağlantılıdır.

CUMHURİYETÇİLİK: KEMALİZMİN ÖTESİNDE

Tam da bu noktada şöyle bir soru karşımıza çıkacaktır: Sosyalistler, cumhuriyet/cumhuriyetçilikle ilişkili halk egemenliği, hukuk devleti, kamu yararı, eşit yurttaşlık ve laiklik gibi artık devlet sahasından biçimsel/retorik düzeyde bile dışlanmış değerleri sahiplenerek, siyasal söyleminin asli bir parçası haline getirebilir mi? Soruya “kitleselleşme” açısından bakıldığında toplumun önemli bir kesimi nezdinde itibarını koruyan değerlere sırt çevirmenin abesle iştigal olacağı açıktır. Öte yandan aynı soruya kitleselleşmek isteyen siyasal öznenin sosyalist ideolojik referansları açısından bakıldığında da burada kategorik bir reddiyeden başlayıp, belirli şerhlere uzanan bazı itirazların gelmesi muhtemeldir; zaten de bu itirazlar sıklıkla yapılmaktadır. Bu şüphecilik sosyalizmin programı ve ilkeleri ile cumhuriyet/cumhuriyetçilik fikri arasında uzlaşmaz bir çelişki ya da kapanmaz bir açı olduğu kanaatine dayanıyor. Bu kanaat ise en temelde Türkiye’de çok yaygın bir eğilim olarak cumhuriyetçiliği Kemalizmle özdeşleştirmek gibi baştan yanlış bir kavrayışın içerisinden çıkıyor..

Eğer Kemalizmi, Türkiye’deki ulus-devlet kuruluş sürecinde hakim hale gelen ve en azından AKP dönemine kadar ülkedeki resmi ideoloji alanını kaplayan kurucu ilkeler silsilesi olarak kavrayacaksak onun cumhuriyetçi ilke ve değerlere yaslandığı; ve ülkedeki sınıf hakimiyetinin yeniden üretiminde Kemalist bir cumhuriyetçilik anlayışının kilit bir rol oynadığı açıktır. Buradan yola çıkarak ülkedeki sınıf egemenliğinin topyekun ortadan kaldırılmasını amaçlayan sosyalistlerin cumhuriyeti ve cumhuriyetçiliği sahiplenmesinin imkansız olduğu ifade edilmektedir. 

Öte yandan “cumhuriyetçilik” ile ilişkili saydığımız değerler ne tarih sahnesine Kemalist iktidarın tesisi ile çıkmıştır; ne de ülke tarihi boyunca cumhuriyet yalnızca düzen yanlısı sağın üzerinde mutlak tekel oluşturabildiği bir fikir olabilmiştir. Kemalistlerin devraldığı cumhuriyet fikri, zamansal olarak Türkiye’deki Kemalist devrimi önceleyen, ölçek olarak onu aşan, modern siyasi tarih boyunca işçi sınıfının da sahiplenme mücadelesi verdiği, toplumsal mücadelelerin seyrine göre farklı içerikler kazanarak, kendisini farklı ülkelerde farklı somut cumhuriyet projeleri şeklinde gösteren bir insan özgürlüğü anlayışı ve buna bağlı ilkeler silsilesidir. Modern cumhuriyet fikri, onun egemen Kemalist içeriğinin ötesinde, şekillenmesinde emekçi sınıfların ve ezilenlerin rol oynadığı ve onların mücadelesinin konusu olagelmiş bir değerler silsilesini ifade eder. Bu açıdan, Türkiye yanında dünyanın pek çok ülkesinin tarihinde söz konusu olduğu gibi  “cumhuriyet” tamamlanmış, tek biçimli bir siyasal rejim değil toplumsal mücadelelerin hem bir zemini hem de konusudur. Türkiye tarihi için de bunun geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Duvar’da daha önceki yazılarımda da ifade etmeye çalışmıştım: “Cumhuriyet bir yandan egemen sınıf fraksiyonları arasındaki rekabetin bir arenası olmuştur. Fakat belki cumhuriyetin şekillenmesinde daha önemlisi, cumhuriyetin çerçevesini oluşturduğu siyaset ve güç mücadeleleri sahnesine süreç içerisinde işçi sınıfının, sosyalistlerin, kadınların ve Kürt hareketinin zaman içinde dahil olmasıdır. Aşağıdan yükselen bu toplumsal dinamikler o güne kadar yok sayılan tahakküm ilişkilerini ve bu yönde bir radikal özgürleşme arayışını gündeme soktukları her dönemeçte egemenler cumhuriyetin somut anayasal formunu ve kurumsal yapısını bunları ya bertaraf edecek biçimde ya da sistem içerisinde soğuracak şekilde yeniden örgütlemiştir. Bu da cumhuriyetle ilişkili kurumların, idari pratiklerin değişkenliği ve demokrasinin zigzaglı seyri konusunda bize bir açıklama sunabilir. Bu açıdan aslında modern Türkiye tarihi boyunca sınıfsız kaynaşmış millet kurgusu içinde “yok” sayılanlar, yani ezilenler üzerinde uygulanan zor ve baskının öznesini “cumhuriyet” olarak işaret etmek doğru olmaz. Bu özne daha çok bir ilkeler manzumesi, bir mücadele sahası olarak cumhuriyeti kendi sınıf projesine eklemleme gücüne sahip olmuş olan egemen sınıflardır”.

Bu açıdan cumhuriyette hak iddia etmek ve cumhuriyetçi değerleri sahiplenmek ile sosyalist mücadele arasında ilkesel bir uyumsuzluktan bahsetmek cumhuriyeti Kemalizmle bir ve aynı şey olarak görmekten kaynaklı bir yanılgının ürünü olarak değerlendirilebilir. Tersine cumhuriyet ve onunla ilişkili değerlerin bugün yalnızca Türkiye’de değil dünyanın pek çok yerinde neoliberal saldırganlığın icracısı gerici siyasal güçler tarafından itibarsızlaştırıldığı bir tarihsel süreçte bu değerlerin sahiplenilmesi sosyalist siyaset için ilkesel bir zorunluluktur. Sosyalist mücadeleler tarihi içinde de Fransa ve İspanya’daki deneyimlerin açıkça gösterdiği gibi cumhuriyetin tasfiye edilmesine ve böylelikle de bir siyasallaşma çatısı ve zemini olmaktan çıkarılmasına yönelik gerici girişimler karşısında “cumhuriyeti sahiplenmek” sınıf mücadelesinin birincil gündemi haline gelmiştir.

SOL CUMHURİYETÇİLİK: KİTLE VE İLKE GERİLİMİNİ AŞMAK

O halde, cumhuriyetçilik ile ilişkili değerleri savunarak bunları birer mücadele konusu haline getirmek hem sosyalist siyasetin bugün ilkesel bir zorunluluğu hem de onun kitlelerle buluşabilmesinin kanallarından biridir; ve Türkiye’de kitleselleşme amacını güden bir siyasal yapının bu değerlere sırt çevirmesi düşünülemez. Öte yandan sosyalistlerin kitleselleşme doğrultusunda cumhuriyet fikrini kazanma yönelimi aynı zamanda yazının başında dile getirdiğim ilkesellik ile esneklik, evrensellik ile yerellik, bugün ile gelecek arasındaki gerilimleri yüklenmeyi beraberinde getirir. Bir yandan kitleselleşme hedefi bir siyasal özneyi; halkın ortak duyusuyla, yani ortalama yurttaş bilinciyle mümkün olan en yakın mesafeden hemhal olmaya ve bu bağlamda olabildiğince esnek, yerle ve anla sınırlı olmaya zorlamaktadır. Fakat diğer yandan kitleselleşmek isteyen öznenin sosyalist olması “ortak duyu” ile dönüştürücü ve hatta kimi zaman çatışmacı bir ilişki içerisine girecek kadar anın ve yerin belirlenimlerini zorlayan bir ilkeselliği gerektirebilmektedir. 

Bu yüzden kitlesel bir sosyalist partinin, cumhuriyetçilik ile ilgili değerleri halkın ortak duyusundaki amorf, yüzeysel, nostaljik ve resmi ideolojiyle bulaşık haliyle kendi siyasal söylemine “transfer” etmesi mümkün değildir. Sosyalistler bu değerleri bir bütün olarak sermaye sınıfının yarattığı tahribata karşı bir mücadele hattını belirginleştirmek ve buna yönelik bir mobilizasyona ivme kazandırmak doğrultusunda sürekli yeniden ve yeniden işlemek ve kendilerine mal etmek durumundadırlar. Bu zorluk, sosyalist siyaset için tıkanıp kaldığı bir çıkmaz sokak değil esasında onu sürekli siyasal ve ideolojik girdiler yapmaya zorlayan ve bu sayede de onun siyasal haritada kendine ait bir yer kurmasına katkıda bulunan sürekli bir üretim ve hareketlenme zeminidir.

Devletle bütünleşmiş AKP iktidarının cumhuriyetçi değerleri temsil etmeyi bırakın hafızalardan silmeye çalıştığı, düzen partilerinin bunları savunacak iç bütünlük, inandırıcılık ve tutarlılıktan yoksun olduğu bir durumda sosyalist siyasetin cumhuriyetle ilişkili değerlere kendi sınıfsal içeriğini yükleyerek, toplumun geniş kesimleriyle dönüştürücü bir temas ve örgütlenme zemini bulabilmesi bu ideolojik ve siyasal girdilerin süreklileşmesine bağlıdır. Bu örneğin cumhuriyetçi kamusallık ve kamusal yarar anlayışını doğayı ve ortak yaşam alanlarını katleden şirketlere karşı, eşit yurttaşlık ilkesini sağlığın ve eğitimin piyasalaştırılmasına karşı, hukuk devletini parayla, nüfuzla “karar” satın alan zenginlere ve güç sahiplerine karşı ve laikliği emekçi çocuklarını tarikat yurtlarına mahkum eden yoksulluk-sömürü düzenine karşı savunmayı, özel olarak bu gündemlerde simgeleştirmeyi ve böylelikle de sosyalist siyasete mal etmeyi içerir. 

Böyle yapıldığında “cumhuriyet” fikrinin Kemalizmin belirleniminden çıkarılarak bu kez gerçekten halka ve onun mücadelesine mal edilmesi mümkün olabilir. Sosyalist cumhuriyet(çiliği) yalnızca bir siyasal rejimin adı olarak düşünmemek gerekir. Sosyalist cumhuriyetçilik aynı zamanda bugünkü siyasal ve ideolojik açılımlara yön verebilecek bir perspektif haline gelebilir. Türkiye sosyalist hareketinin cumhuriyet özlem ve arayışlarını sınıfsallaştırma yönünde yapacağı siyasal/ideolojik girdiler sayesinde “sol/sosyalist cumhuriyetçiliğin” bugünün siyasal haritasında özgül bir konumu temsil etmesi ve solu kitleselleştirmenin özel bir kanalı haline gelmesi mümkündür.  


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.