YAZARLAR

Kurak günlerde cumhuriyeti tartışmak

Soyut cumhuriyet fikri kapitalizm çağında tek bir sınıfın ya da sınıf fraksiyonunun önbelirlenmiş bir sosyal, iktisadi programa sahip bir ideolojisi ya da siyasal projesi değil çıkarları çatışabilen toplumsal güçlerin kendi hegemonya arayışlarına eklemlemeye çalıştıkları bir mücadele sahasıdır. Bu perspektif üzerinden baştaki soruyu geri dönebiliriz: Peki 100'üncü yılda bugün Türkiye’de cumhuriyet ne durumda?

Dikkat: Bu yazı “spoiler” içermektedir.

Emin Alper’in yönetmenliğini yaptığı Kurak Günler, Yanıklar isimli küçük bir kasabada geçer. Kuraklıkla bilinen kasabada yer altı sularının aşırı kullanımıyla gün geçtikçe büyüyen obruklar, bağı bahçeyi yutmuş ve en nihayetinde kasabanın yoksul mahallelerindeki evleri de içine çekecek kadar devasa boyutlara erişmiştir. Filmin başkahramanı genç savcı Emre; tam da bu günlerde Yanıklar’a atanır. Hedefi, kasaba halkının tümünün yaşamını tehdit edebilecek obrukların büyümesinin sorumlularını kim olursa olsun ortaya çıkarmaktır. Fakat bırakın böylesine çetrefilli bir görevi yerine getirebilmeyi, görevinin ilk günlerinde daha en basitinden kasaba sokaklarında domuz peşinden koşup hunharca havaya ateş açan güruhun önde gelenlerine bu yaptıklarının “yasalara aykırı olduğunu”, “insanlara zarar verebileceğini” böyle bir eğlenceye devletin bir son vermesinin herkesin yararına gerekli olduğunu anlatamaz. Bir arada yaşama dair en temel normları hatırlattığı her noktada “aman savcım sen de fazla abartıyorsun, ne olacak ki”, “kimse zarar görmüyor ki”, “biz hep  böyle eğleniyoruz”  türünden cevaplar alır. Öte yandan, savcının herhangi bir normu dayatamaması yalnızca kasaba halkının vurdumduymazlığıyla değil aynı zamanda kendisi ile de ilgilidir. Zira savcı zaman içerisinde kasabanın hakim güçleriyle ortak bir suçun parçası belki de katılımcısı haline gelmiş ve onlar karşısında “normu”, “doğruyu”, “ortak yararı” temsil etme gücünü yitirmiştir.

“Kurak Günler” başka pek çok açıdan yorumlanabilecek muhakkak ki çok kapsamlı bir film. Fakat bir okumayla da Kurak Günler’deki Yanıklar bugünkü dünya ahvalinin, hatta “modern cumhuriyetlerin” bir temsili sanki. Cumhuriyet ve cumhuriyetçilik; iyi yaşam ve kamusal yarar adına belirli değerler temelinde yasa devletinin “özel çıkarlara” gerektiğinde müdahale etmesi fikriyle ilgilidir. Kamu otoritesinin artık bunu saklayamayacak derecede tepeden tırnağa suça bulaşmış, kendi koyduğu yasaya kendisi uymayan, özel çıkarların kovalayıcısı bir aygıt haline geldiği durumda cumhuriyet de bu suçların büyüttüğü obruklar tarafından yutulmaya mahkum hale gelir. Kurak Günler’in ilk sahnelerinde kasaba sokaklarında etrafa ateş açarak domuz kovalama eğlencesi düzenleyen güruh filmin son sahnelerinde “müdahaleden” kurtulmanın beraberinde getirdiği serbestliğin hazzıyla zevk kurşunlarının birkaçını da savcının bulunduğu eve doğru sıkar. Cumhuriyet fikrinin ortak yarara ilişkin bağlayıcı normlarının itibarsızlaştığı, hükmünün sürmediği bir “serbesti” halinde ortaya çıkan çürümüşlüğü simgeler sanki bu sahne.

Cumhuriyet; bir arada yaşama dair içi toplumsal mücadelelerle farklı şekillerde içeriklendirilebilen etik-politik ilkelere dayalı dinamik bir toplumsal düzen arayışıdır. Cumhuriyet bu anlamıyla monarşi, oligarşi, aristokrasi gibi yalnızca kimlerin, nasıl yöneteceğini belirlemekle sınırlı bir idari sistem değil “nasıl bir toplum ve insan” istiyoruz sorusuna verilmiş kurucu, normatif bir yanıt; ve “iyi yaşama” dair bazı nosyonların üzerinde verilen mücadelelere göre değişken biçimler alan bir toplum düzeni olarak görülebilir. Bu açıdan soyut anlamıyla, dünya-tarihsel bir iddia olarak cumhuriyetin “mutlak” bir sınıf aidiyeti olduğu söylenemez. Somuttaki, yani herhangi bir zaman ve ülkede cumhuriyet idaresinin sınıf karakteri ise tüm cumhuriyetle ilgili nosyonların nasıl, kimler tarafından ve hangi toplumsal gücün hegemonyası ile içeriklendirildiğine bakılarak teşhis edilebilir.

Peki “soyutta cumhuriyet” dediğimiz şey; yani iyi ve sürdürülebilir bir toplumsal yaşama dair bir paradigma olarak cumhuriyeti ifade eden ilkeler manzumesi neleri içerir?

Aslında bu değerlerin oluşturduğu sistem ya da paradigmayı Philip Pettit, Maurizio Viroli gibi isimlerin cumhuriyetçiliğin çekirdeğinde olduğunu söyledikleri insan özgürlüğüne dair spesifik bir anlayıştan yola çıkarak ortaya sermek mümkün. Buna göre cumhuriyetçilik insan özgürlüğünü onun üzerindeki tahakkümün yokluğu olarak tanımlar; yani tahakkümsüzlük olarak özgürlük fikri cumhuriyetçi anlayışın çekirdeğinde yer alır. Bu; insanın üzerinde onun eylem alanını keyfi olarak sınırlandıracak bir hakim gücün olmaması durumunda ancak özgür olacağı anlamına gelir.

Cumhuriyetin ve cumhuriyetçiliğin çekirdeğindeki bu tahakkümsüzlük olarak özgürlük anlayışını aslında liberalizmin özgürlük anlayışına kıyasla açıklığa kavuşturabiliriz. Tahakkümsüzlük olarak özgürlük kamusal yaşama tahakküm ilişkilerine mahal vermemek adına devletin belirli değerler üzerinden müdahalesini meşru görürken liberal özgürlük anlayışı devletin her türlü değer karşısında tarafsızlığını ve müdahalesizliğini savunur. Cumhuriyetçi anlayışa göre eğer kamu otoritesinin toplumsal yaşama müdahalesi eşitsizliklerin varlığında tahakkümü ortadan kaldırmaya yönelik bir önlemi içeriyorsa bu müdahalenin “özgürlükleri” ihlal ettiği anlamına gelmez.

Peki ama kamu otoritesinin toplumsal yaşama “tahakkümsüzlük olarak özgürlüğü” gerçekleştirmek adına müdahalesi nasıl keyfi olmaktan çıkar ve bu müdahalenin kendisinin tahakküm oluşturmayacağının garantisi nedir? Bu da ancak tahakküm ilişkilerinden kurtulmuş yurttaşların devletin müdahale alanlarına dair yasaları kendilerinin ortak bir irade ve eşit katılımla yapmasıyla mümkündür. Yani özgür bir şekilde kendi yasalarını “ortak yarar” esasına göre yapan yurttaşlar, ki o zaman halka dönüşürler, kendi yaptıkları yasalar uyarınca gerçekleşen müdahaleler karşısında özgürlüklerini yitirmezler. İşte buradan da hukuk devleti ve onun esas sahibi olan özgürleşmiş yurttaşların birliğine dayalı bir kamu düzeni fikri doğar.

Söylediğim gibi özgürlüğün hangi tahakkküm ilişkilerinden kurtulmakla mümkün olduğu; bu açıdan da özgürlüğün kapsamına neyi girdiği toplumsal mücadelelerin konusudur. Cumhuriyetin sabiteleri gibi gözüken yurttaşlığın kapsamı, yurttaşların hak ve sorumlulukları, kamu yararının neyi içereceği ve hatta “halkın” kimleri kapsadığı bir toplumda süregelen tahakküm ilişkilerine karşı toplumsal mücadelelerin seyrine göre değişken içerikler kazanabilir.

Örneğin eğer bir toplumda yoksullar, emekçiler verdikleri mücadeleyle mülksüz olmalarına rağmen “yurttaşlığa” ilişkin hak ve özgürlüklerden yararlanma hakkını kazandılarsa yani birer yurttaş haline geldilerse ve birer yurttaş olarak mücadele ederek “doğal su kaynaklarının” korunmasını, barınma hakkını vs. bir “kamusal yarar” olarak yurttaşı oldukları ülkenin yasalarına yazdırdılarsa orada obrukların daha fazla büyümemesi için yeraltı su kaynaklarını sınırsızca emen sermaye sahiplerine müdahale etmeye zorlanan bir cumhuriyet idaresi görürüz.

Ve eğer örneğin kadınlar birer yurttaş olarak verdikleri mücadeleyle patriyarkal tahakkümden kurtulmanın özgürlüğün zorunlu koşulu olduğu fikrini kabul ettirdilerse ve erkek çocukların şiddete özendirilmesinin kadının üzerindeki tahakkümü pekiştirmesi açısından kamu yararına uygun olmadığı fikrini yasalaştırdılarsa, orada devletin gelenek, örf, adet ve alışkanlıklar ne derse desin erkek çocukların kasaba meydanında silahla domuz kovalamaca etkinliğini yasaklaması cumhuriyetin bir gereği olarak ortaya çıkar. Burada müdahale özgürleştiricidir artık.

Yani bu açıdan soyut cumhuriyet fikri kapitalizm çağında tek bir sınıfın ya da sınıf fraksiyonunun önbelirlenmiş bir sosyal, iktisadi programa sahip bir ideolojisi ya da siyasal projesi değil çıkarları çatışabilen toplumsal güçlerin kendi hegemonya arayışlarına eklemlemeye çalıştıkları bir mücadele sahasıdır.

Bu perspektif üzerinden baştaki soruyu geri dönebiliriz: Peki 100'üncü yılda bugün Türkiye’de cumhuriyet ne durumda?

Bugün biz Türkiye’de cumhuriyetin soyut ilkeleri temelinde oluşturulmuş ve bu temelde meşrulaştırılan bir kamu düzeni, bir toplum projesinden, yani somut olarak cumhuriyetten bahsedebilir miyiz? Eğer cumhuriyet belirli tahakküm ilişkilerinden özgürleşme perspektifiyle içeriklendirilmiş bir eşit yurttaşlık anlayışına, kamu yararı ilkesine, halk egemenliği fikrine ve ortak yararı temsil eden devlet kurgusuna dayanıyorsa bugün Türkiye’de siyasal ve toplumsal yaşamın bu ilkeler uyarınca sınırlandırıldığından söz edebilir miyiz? Bugün Türkiye’de cumhuriyeti ifade eden değerlerin şu ya da bu sınıfsal içerikle toplumsal düzen açısından bir referans noktası olduğundan bahsedebilir miyiz? Eğer bunların cevabı hayırsa, soyut olarak “cumhuriyetin” değerleri bugün toplumun ezilen kesimleri için yeniden tanımlanmayı bekleyen bir mücadele sahası değil midir?

100 yıl önce Türkiye’deki cumhuriyet projesini hayata geçirmek isteyen kadrolar tahakkümü Osmanlı saltanatı ile millet arasındaki ilişkiyle sınırlamış, “tahakkümsüzlük olarak özgürleşme“ düşüncesinin içerisine bir sorun olarak “sermayenin tahakkümünü” dahil etmemişti. Hatta yüz yıl önceki cumhuriyet böyle bir tahakkümün inkarının ifadesi olan “sınıfsız kaynaşmış bir millet” kurgusu üzerine bina edilmişti. Gördük ki, sermaye tahakkümünü dokunulmaz kılan bir düzen içerisinde cumhuriyetin bizzat en ateşli savunucuları bile toplumsal düzen adına artık norm koyamayacak derecede “suça” bulaşıyor, itibarsızlaşıyor. Bugün tahakküm ilişkilerinin tam merkezine “sermaye tahakkümünden” kurtulma fikrini yerleştirmeden ve cumhuriyetle ilgili soyut nosyonları, yurttaş hak ve sorumluluklarını, kamu yararı düşüncesini bu temelde yeniden içeriklendirmeden cumhuriyet fikrinin yücelmesi mümkün gözükmüyor.

Ya obruklar büyümeye devam edecek ve Yanıklar’ı yutacak ya da birileri artık kasabanın yer altı sularını fütursuzca tüketenler kimse onlardan “kamu yararı” adına hesap soracak. Başka türlü mahalle arasında domuz avlayıp, sağa sola ateş açanların cüretkarlığıyla baş etmek mümkün değil.

Not: Yazıda cumhuriyete dair önerilen ve Duvar için daha önceki “Cumhuriyeti Tartışmak: Bir Yöntem Önerisi” başlıkta ele almaya çalıştığım yaklaşımın tartışmaya açık olduğunun farkındayım. Bu yaklaşımın kavramsal ve yöntemsel dayanaklarını Pınar Bedirhanoğlu’nun moderatörlüğü ve katkılarıyla 14 Mart’ta Sosyal Araştırmalar Vakfı için yaptığım uzunca bir sunumda çerçevelendirmeye çalışmıştım. Bu yazı o sunumun, Kurak Günler filmi üzerinden sadeleştirilmesi olarak görülebilir.

Sunuma şu linkten ulaşılabilir: https://www.youtube.com/watch?v=cDGib8g2vnM&t=2979s  


Cenk Saraçoğlu Kimdir?

1979 yılinda Tokat’ta doğdu. Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde lisans derecesini tamamladıktan sonra, 2008 yılında Kanada’daki University of Western Ontario’dan sosyoloji alanında yüksek lisans ve doktora derecesini aldı. 2008-2012 yılları arasında ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampüsü’nde, 2012- 2013 arasında ise Başkent Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2013 Aralık ayından itibaren Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde çalışmaktadır. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.