YAZARLAR

Deprem: Bu da bizim Nekbemiz

Küresel küstahlar insani yardımın yaptırım kapsamında olup olmadığı tartışmasıyla kendi dayatmalarını sürdürürken Suriye’deki enkazlar geçen her gün mezarlara dönüşüyor. Yaralılar da tıbbi müdahalesizlikten, ilaçsızlıktan, ilgisizlikten ölüyor. Evet, budur Nekbe!

El-Ahbar gazetesi depremi "Suriye’nin Nekbesi" olarak niteliyor. "Nekbe" (Felâket) insan yapımı felâketten gayrısına denemez. Bu ifade 1948’de İsrail’in doğuşu için silinen Filistin haritasını anlatır. Depremin yıkıcılığına dair gerçekliğin ötesindeki felâket insanın eseri. Bilimden nasipsiz şehirleşmedir, rant iştahıdır, denetimsizliktir, önlemsizliktir, cezasızlıktır felaketi felâket yapan. 
Suriye için ilavesi var: Savaşın yıkıcı koşulları, dışardan dayatmalar, yaptırımlar, siyasi-ekonomik-diplomatik tecrit, içerde de Kürtler ile hükümet, hükümet ile HTŞ ve Kürtler ile muhalifler arasındaki kontrol savaşları... 
Suriyeliler kaçıncı kez öldüler? Türkiye’ye sığınanların da binlercesi bu depremde öldü. Cesetleri insani geçişe nazlanan sınır kapılarından torbalar içinde Suriye’ye gönderilirken sayabiliyoruz. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre Bal el Heva’dan 1413, Bab el Selame’den 166, El Rai’den 22, Cerablus’tan 20 ve Hamam-Cinderes’ten 15 ceset geçti. Dün itibariyle transfer edilen ceset sayısı 1636’yı buldu. Suriye İnsan Hakları Ağı’na göre Türkiye’de ölen Suriyelilerin sayısı 3841. Neredeyse bunun iki katı da Suriye içinde var. 

Türkiye’de kurtulanların da barınacağı yer yok. Dünkü zorlukların üzerine tur bindiren yeni zorluklar. Nefret söyleminin yönlendirdiği şiddetle hastaneye bile gidemeyen, enkaz altında bırakılırım korkusuyla Arapça yardım çağrısı yapamayan, yağmacı suçlamasıyla linçten korkup sokağa çıkamayan, sığınmak için başka bir kapıya gidemeyen çaresizler! 
Küresel küstahlar insani yardımın yaptırım kapsamında olup olmadığı tartışmasıyla kendi dayatmalarını sürdürürken Suriye’deki enkazlar geçen her gün mezarlara dönüşüyor. Yaralılar da tıbbi müdahalesizlikten, ilaçsızlıktan, ilgisizlikten ölüyor. Evet, budur Nekbe!
Felâketin sekizinci gününde Cilvegözü/Bal el Heva’ya ilaveten Öncüpınar/Bab el Selame ve Çobanbey/El Rai kapıları BM yardımlarına açıldı diye teşekkür bekliyorlar. 
Fırat’ın doğusundan batısına gönderilen insani yardım konvoylarına güç bela geçit verdikten sonra üste çıkmasını biliyorlar. 
Tabii burada sorunun iki boyutu var: 
Bir tarafta Türkiye destekli milisler yardımların Afrin’e ulaşmasını 13 Şubat’a kadar engelledi. Bu sorun Washington’ın Ankara’ya baskısıyla aşıldı. 
Diğer tarafta Halep’in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri ile civarındaki Kürt yerleşimlerine gönderilen yardımlar Suriye yönetimine takıldı. Yardımların Suriye Kızılay’ı tarafından ulaştırılması şart koşuldu. Nihayetinde 100 tankerden 40’ının Suriye Kızılay’ına bırakılmasını içeren uzlaşmayla konvoya geçit verildi. 
Gecikmeli olarak sayıları artmakla birlikte Şam’a, Lazkiye’ye, Halep’e yardım göndermeye cesaret eden ülkelerin sayısı da hala sınırlı. 

Peki, Türkiye’nin TSK ya da Suriye Milli Ordusu (SMO) milisleri eliyle kontrol ettiği bölgelerle ilgili bir sorumluluğu yok mu? Yokmuş gibi davranmanın ötesinde Ankara Serakıb-İdlib geçişinin açılması yönündeki çağrıları karşılıksız bıraktı. ABD ve ortakları hükümet kurumlarının arama-kurtarma ve yardım seferberliğine katılmasını Suriye’de 12 yıldır oynadıkları oyunu bozacak taviz olarak görüyor. Bu yüzden yardımların sadece Türkiye üzerinden muhaliflerin bölgesine sokulmasında ısrar ediyorlar. Böylece Şam’dan esirgedikleri meşruiyeti BM eliyle HTŞ ve diğer örgütlere kazandırıyorlar. İnsanlar enkaz altında, Suriye Kızılayı’nın konvoyları da Serakıb geçişinde bekliyor. 

Bir sorun daha var: Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre SMO bileşenleri özellikle Afrin’deki afet bölgesinde para, mücevher ve mobilya hırsızlığına çıkarken Cinderes’te yardımları haraca bağladı. Hep biri bir ucundan Nekbe’ye katkı sunuyor! 
Peki, başta Hatay ve Maraş olmak üzere bizim şehirlerimizin yaşadığı Nekbe değil mi? Bölgedeki dostlarıma, tanıdıklarıma ilk günden beri mesaj atıyorum. Hâlâ yanıt alamadıklarım var. Her görüşme kötü bir haberle bitiyor. Telefon açmaya korkar hale geldim. Dostlarımı kaybettim. Geride kalanların da hayatları sıfırlandı. Hepsi aynı soruyu soruyor: Hatay’da bir gelecek kaldı mı? Başka kentlere gidenler dönebilecek mi? Bölgenin kasten boşaltılması mı isteniyor? Kenti yeni bir nüfus mühendisliği mi bekliyor? Kanaat belirtmek için erken ama şüphe, aksi oluncaya kadar meşrudur. 
Sonuçta büyük bir umutsuzluk ve belirsizlik insanların beynini kemiriyor. İktidarın aç gözlülüğü ve kötülük kapasitesi korkutuyor. 

Çaresizlik bütün benliğimizi sarmış durumda. Mersin ve Adana’dan birkaç saatte gidebileceği Hatay’a dördüncü günde varan devlet, resmi ve gayri resmi tüm şebekesiyle kurtarabileceklerini ölüme terk etmemiş gibi hayatta kalanları, ona yardıma koşanları, iktidarın acziyetini yüzüne vuran sivil seferberliği, var olma ümidimizi tazeleyen dayanışma ağlarını, acıya ses olan gazetecileri, örtbasa dur diyen hukukçuları, kral çıplak diyen bilim insanlarını ve uyarılarını sıralayan meslek örgütlerini ağız dolusu küfürlerle azarlıyor, tehdit ediyor, bastırmaya çalışıyor. “Devlet nerede” diye isyan eden avukata soruşturma açarak “Buradayım” diye yanıt veriyor. 
Üstüne bir de “asrın felâketi” ifadesiyle muktedirin sorumluluklarını ve suçlarını örten arsız bir kampanyaya maruz kalıyoruz. Cinayetten sonra organize işkence! Merkezi iktidardan yerel idareye, müteahhidinden rant çarkına ortak olan mülk sahibine kadar sorumluluk zincirindeki herkesin suçunu hafifleten bir çaba sırıtıyor. Ki bu da vicdanımızdaki yükü ağırlaştırıyor. Felâketin büyüklüğünü ölçmek, analizini yapmak ve sonuçlar çıkarmak bilim insanlarının işi. “Asrın felâketi” diyerek suç bastıranlar için tek karşılık var: Asrın kurtarma fiyaskosudur bu; asrın koordinasyon felaketidir, asrın rezaletidir. Tam olarak budur. 

Kayıp yakınları öfkeli. Enkaz altından mesaj atıp konum verenler gitti, ses verenlerin sesi kesildi. İnsanlar hâlâ elleriyle beton parçalıyor. Bir umut! Ölüsüne kavuşan da yağmacı korkusuyla enkazını bırakıp gidemiyor. Devlet kurtarmada da yok güvenlikte de. 
İktidar enkazla değil ölümden sonrasıyla ilgileniyor. “İnşaat alanları açıldı, ekonomiye kan geliyor” diye bakıyor. Toparlanıp Goebbels marifetiyle akılları dumura uğratıncaya kadar zamana ihtiyacı var. O yüzden insanlar enkazın altında kendilerine uzanacak bir eli beklerken seçimi ertelemek için sosyal-siyasal mühendisler kolları sıvadı. İnşaat sektörüne hazırlıklı olmaları yönünde uyarılar gitti. “İnşaat ya Rasullallah!” 
Bilim insanlarının uyarıları müezzinin salası kadar değer taşımıyor. Enkazda ışığı bekleyen canın da kıymeti yok. İşte bu bizim Nekbemiz.


Fehim Taştekin Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1994’te başladı. Yeni Şafak, Son Çağrı, Yeni Ufuk, Tercüman, Radikal ve Hürriyet gazetelerinde çalıştı. Muhabirlik, editörlük ve dış haberler müdürlüğü yaptı. Ajans Kafkas’ın kurucu yayın yönetmeni olarak Kafkasya üzerine çalışmalar yürüttü. Kapatılıncaya kadar İMC TV’de “Doğu Divanı”, “Dünya Hali” ve “Sınırsız” adlı programların yanı sıra MedyascopeTV ve +GerçekTV’de dış politika programları yaptı. BBC Türkçe’nin analiz yazarları arasında yer alıyor. Al Monitor ve Gazete Duvar’da köşe yazılarına devam ediyor. Kafkasya ve Orta Doğu üzerine saha çalışmaları yürüttü. “Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal”, “Rojava: Kürtlerin Zamanı” ve “Karanlık Çöktüğünde” adlı kitaplara imza attı.