YAZARLAR

'Çok güzelsin, Allah belanı versin!'

Çatışma kültürüne sahip olmayan iktidarların pençesinde kutuplara ayrılan, birbirine düşman kesilen, yaslarını tutamayan, travmalarını konuşamayan bir toplum var. Düğümleri çözemeyen, çözemedikçe içine atan, içine attıkça hastalanan, hastalandıkça şiddete başvuran bir toplum.

Epeyce bir süredir çatışma kültürü üzerine düşünüyorum. Nasıl çatışılır? Çatışmanın işlevi nedir? Çatışma olmadığında veya çatışma olduğunda ne olur? Neden çatışırız? Niye çatış(a)mayız?

“Çatışma” kelimesi tabiatı itibariyle daha olumsuz tınlasa da ben çatışma derken kavgaları, savaşları, bağırış çağırışları kastetmiyorum. Peki neyi kastediyorum? Yazarak düşüneyim.

Çatışmanın eğer iyi yönetilemezse şiddete, kutuplaşmalara yol açabileceği, fakat iyi yönetildiğindeyse ilişkilerde çok ciddi bir derinleşme sağlayacağı muhakkak. O halde çatışmanın yönetilebilen bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanki esas mesele çatışmaya izin vermek ve ona tahammül edebilmekte yatıyor bana sorarsanız. Öyleyse çatışma bir beceri işi midir? Kuşkusuz. Yaşam, hem iç çatışmalar hem de kişiler arası çatışmalar üzerine kurulu. Kişinin kendisiyle de ötekiyle de derin ilişkiler kurabilmesinin çatışabilme becerisi ve cesaretinde saklı olduğunu düşünüyorum. Çatıştıkça bir şeyler yıkılıyor ve yeniden inşa ediliyor. Söz gelimi psikoterapi odasına kişi içsel çatışmalarını getirir, kendisiyle, hayatla, ötekiyle olan… Bu çatışmalar üzerine çalışıldıkça, bu çatışmalara izin verildikçe kişi kendi dehlizlerinde dolaşmaya başlar ve ancak bu şekilde kendi bütünlüğünü oluşturabilir. Kendisiyle çatışmayı bilmeyen ötekiyle de çatışamaz.

Yaşadığımız coğrafyada çatışma kültürünün gelişmediği aşikâr. Çatışma kültürü olmadığı için herkes birbirinin rahatça kuyusunu kazabiliyor, rahatça dedikodusunu yapabiliyor, pasif agresif ilişki biçimleri almış başını gidiyor. Tavşan dağa küsüyor, dağ başını duman alıyor. Bir kişinin duygusuna/düşüncesine sahip çıkıp bunu karşı tarafa iletme özgürlüğü ve farklı düşünüşlere rağmen birinin bir diğerinin üzerinde iktidar kurmadan ilişkide kalabilme becerisi ne yazık ki çok zayıf. Buna toplumun her kesiminde rastlıyoruz, bu satırları okuduğunuz gazetenin işleyişinde bile… İlişkilerde uzlaşmak gereken tek bir şey varsa o da bazen uzlaşamayacağımız gerçeğini kabullenmek ve bu gerçeklikte esneyebilmek, ötekinin sınırlarını gözeterek kendimizi ortaya koyabilmek.

İnsan canlısının hayatının çeşitli evrelerinde çatışma atakları yaşadığını biliyoruz. 2 yaş sendromu, ergenlik dönemi en belirgin olanları… Kişi ebeveynine karşı çıkacak, onun sınırlarını zorlayacak, onun yıkılmadığını ve kendisine tahammül etme gücünü görecek ki; kendi bireyselliğini oluşturabilsin, öznelliğine ve ötekinin ötekiliğine yer açabilsin, o da kendisine tahammül edebilsin. Sorunsuz, uslu, ailesine hiç karşı çıkmamış bir ergen, hiç sorun çıkarmayan bir çocuk, düşünüldüğünün aksine gerçekten “sorunsuz” mudur? Yoksa çatışmadan kaçıyor ya da çatışmasına izin verilmiyor mudur? Peki bu çocuk ya da ergen bastırdığı duyguları nerelerden çıkartıyor, fışkırtıyor olabilir? Çünkü biliyoruz ki, bastırılan hep daha güçlü bir şekilde geri döner.

Çok beğeniyle izlediğim ve haftalardır gündemimizde olan Kulüp dizisi birçok sahnesinin yanı sıra, özellikle bir sahnesiyle beni çok etkiledi.

Yıllar sonra cezaevinden çıkan ve anneliğini onca yıldan sonra kızıyla yeniden karşılaşmasında öğrenmeye çalışan, kısaca anne olmayı seçen Mathilda, ona öfkeli olan kızına anneliğini kabul ettirme sürecinde kızına şu cümleleri söyler;

“Annen senin için bir hatıraydı belki de, bir hatırayı alt edemem. Lakin bir hatıra düştüğünde seni kaldıramaz, bir hatıra hata yaptığında seni ikaz edemez, bir hatırayla kavga edemezsin. Lakin benle kavga edebilirsin. Annenle…”

Bu cümleleri duyan kızı Raşel, elindeki müzik kutusunu bir hışımla duvara fırlatır ve Mathilda gözlerini Raşel’e dikerek “güzel” der.

Anne kızının öfkesine tahammül edebilmiş, orada durabilmiş, yıkılmamış, onun bireyselliğine ve çatışmasına izin verebilmiştir. İşte tüm hikâye bundan sonra başlayacaktır. Anne-kız ilişkisi gerçek manada bu sahneden sonra kurulacak, aralarındaki bağ bu şiddetli sahneden sonra yavaş yavaş gelişecektir, kâh nefretle kâh hayranlık ve sevgiyle… Anne-kız ilişkisinin ikircikli doğasını ifade eden bir cümle de Mathilda’nın yatağın ucunda oturup kızını izlerken Raşel’in uykusunda sayıkladığı bir sahnede gözükmektedir; “Çok güzelsin, Allah belanı versin!” Hemen akabinde aslında bu cümleyi rekabet ettiği en yakın kız arkadaşı Tasula’ya söylediğini fark ediyoruz. İki genç kadının da hoşlandığı erkek olan İsmet’in onu değil kendisini sevdiğini de aynı sahnede sayıklıyor Raşel. Burada babaya karşı duyulan odipal aşkın rakibi olan annenin Tasula’yla, babanın da İsmet’le yer değiştirdiğini görüyoruz. 

Dizinin ilgimi çeken yanlarından biri de anneden kıza aktarılan kadınlık deneyimi üzerine oldu. “Annelerinin kaderi kızlarının çeyizidir” cümlesi, anneden kıza aktarılan travmaları, çatışmaları, beklentileri, hayalleri bir çırpıda özetliyor. Elda Abrevaya, Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu kitabında annenin kızına kendi çatışmalarını yansıtma eğilimi kadar, küçük kızın da bunları içselleştirmeye olan yatkınlığından bahseder. Abrevaya’ya göre kız çocuğunun anneye ilişkin bir borcu vardır; “Annenin çocuğuna hayat vermesinin ötesinde bu borç kadın olmaktan, benzer olmaktan geçer. Bu da kaçınılmaz olarak kızı, annenin kaderine bağlar. Kız annenin geçmişindeki travmatik olaylardan, acılardan payını alır. Bu anlamda kızın kaderi, annesinden kendisine iletilen düğümleri çözmektir. Ancak bu şekilde iletilme riski taşıyan yasın ve melankolinin zincirini kırabilir. Düğümün çözülebilmesi için kadının kendisini anneye zincirleyen bağa dair çatışmaları katetmesi zorunludur, bunsuz özgürleşmesi olanaksızdır.” Dizinin anne-kız arasındaki bu aktarımı çok güçlü bir şekilde yansıtmasına hayran kaldım.

Toplumsal olan, bireysel olanı da elbette belirler. İktidarların kaderi de halkların çeyizini oluşturuyor diyebilir miyiz? Çatışma kültürüne sahip olmayan iktidarların pençesinde kutuplara ayrılan, birbirine düşman kesilen, yaslarını tutamayan, travmalarını konuşamayan bir toplum var. Düğümleri çözemeyen, çözemedikçe içine atan, içine attıkça hastalanan, hastalandıkça şiddete başvuran bir toplum. Evet her dönemde vardı ve çatışma kültürü öğrenilemezse korkarım ki her dönemde de var olacak. Hem bireysel hem toplumsal anlamda geçmişi unutmamak gerekiyor, hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. Geçmişle çatışmak gerekiyor, onu sorgulamak, muhasebesini yapmak, onunla göz teması kurabilmek. Çatışılsın ki derinleşilebilsin, çatışılsın ki yeniden inşalar mümkün olabilsin. Çatışılsın ki geçmiş, kader olmaktan çıkabilsin.


Tuğçe Isıyel Kimdir?

Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor. Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabın yazarıdır. Tezer Özlü’ye Armağan kitabına yazılarıyla katkıda bulunmuş, İstanbul’un Sakinleri adlı öykü kitabını ise yayıma hazırlamıştır.