YAZARLAR

Biz

'Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı' sergisi, büyük bir kısmının daha önce adını duymadığınız ya da birisinin eşi, akrabası olarak duyduğunuz 117 kadın sanatçıdan 232 eserle Meşher binasının üç katına yayılıyor. Sergide gezdikçe bana bir utanma geldi; bu kadar çok sanatçıyı nasıl gözden kaçırmış ya da hiç duymamış olabilirdim? Bu konuda yalnız değilim aslında biliyorum; bir aynaya bakıyorum, toplumun aynısına. O da bilmiyor, ben de bilmiyorum...

“Çiçek, kabul edilen 'Sanat Tarihi'nde en 'dişil'dir Kadınlara atfedilen tüm sıfatları içerir: Duygusal, savunmasız, amatör ruhlu, sıradan, evcil ve dekoratif.”
Deniz Artun, 'Ben-Sen-Onlar' sergi kitabı

Kendimi bir kadın olarak nasıl tanımlarım diye düşünüyorum; özgür, kararlı, hareketli, neşeli? Savunmasız, evcil ve dekoratif olmadığım kesin; duygusallığın ve amatör ruhluluğun da kötü birer özellik olduğunu düşünmüyorum. Yüzyıllardır zayıflık gibi gösterilen o duygusallığın inceliğine, düşünceliliğine; amatör ruhun hevesine, neşesine bugün burada sahip çıkıyorum. Ne kadar öğrenirsem öğreneyim hep o amatör ruhu bir yerde korumak istiyorum. Herkesin kendinden aşırı emin olduğu, birbirini harcarken, kırarken gözünü kırpmadığı bir dünyanın doğru bir dünya olduğuna neden inandık acaba?

Her zaman beklentileri karşılayan okulunda, işinde, hayırlı bir evlat olarak oldukça sıradan bir hayat yaşarken bazı konularda istisna olduğum için toplumun hep bu konulara takması bana çok boğucu gelmiştir. Ve hakikaten erkek olsam, bu kadar olmazdı, bunu biliyorum. Belki de o yüzden, hiç konuşulmamak isterdim. Gerçekten eşit olsak ve konu, konuşulan istisna, sadece kadın olduğum için ben olmasam. Sürekli kadınları ve onlara entelektüel çevrelerde zamanında (hatta bugün dahi) tanınmayan itibarı konuşmaya başladığımız bir dünyada (ki bunu yine de halen toplumların sadece belli kesimleri yapıyor, yapabiliyor), bu konu acaba fazla mı popülerize, hatta zaman zaman ajite oluyor diye korkuyorum. Gerçekten eşit olsak ve “kadın sanatçı” diye bir kalıp olmasa. Sadece sanatçılar olsa, aynı görünürlük ve olanaklardaki eşitler arasında başka tartışmalar yapsak...

Bu duygu ve düşüncelerle giriyorum Meşher’in "Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı" sergisinin kapısından. Dünyanın hayal ettiğim değil de, şu an nasılsa öyle bir yer olduğunu bilerek. Konuşmamız gerektiğini bilerek... "Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı" sergisi, isim için ilhamını Şükran Aziz’in "Ben, sen ve onlar... Onlar kim?" sergisinden almış. Aziz’in ilgili işine de yer veren sergide, küratör Deniz Altun’a göre sergiyi özetleyen iş, Belkıs Mustafa’nın eseri. Bu eser, karakalem yüzü olmayan bir kadın portresi. Sergi, işte bu sanat tarihi tarafından kaydedilememiş, silinmiş yüzleri, isimleri yaklaşık 1850–1950 arasında Türkiye’de yaşamış ve yaratmış sanatçı kadınlarına geri veriyor ve sergi tanıtımında yazdığı üzere, bu sanatçı kadınlara “kendilerinin kahraman oldukları bir 'yüzyıl' armağan ediyor”. Çiğdem Simavi’nin hâmiliğinde düzenlenen ve küratörlüğünü Deniz Artun’un üstlendiği, Şeyda Çetin ve Ebru Esra Satıcı’nın metinlerini kaleme aldığı harika bir sergi kitabıyla da uzun çalışmalar sonucu ortaya çıkardıkları arşivi evlerimize de getirdiği "Ben-Sen-Onlar"ın 1850-1950 arasında yaşamış tüm kadın sanatçıları listeleyip sanat tarihine katkıda bulunmak gibi bir iddiası yokmuş aslında. Serginin asıl amacı, yazılacak tarihin bir değil pek çok olduğunu hatırlatarak, her bir kadının hatta her bir eserin alternatif tarihler kurabileceği “biz”e bir çağrıymış. Yani hem böyle çalışmalar yapılmasına hem de böyle çalışmaların gerekliliğini düşünmek üzerine bir davet...

Müreccel Küçükaksoy’un 1950 tarihli otoportresi.

ESKİ YÜZLER, YENİ DOSTLAR, YENİ BİR 'BİZ'

Sergi, büyük bir kısmının daha önce adını duymadığınız ya da birisinin eşi, akrabası olarak duyduğunuz 117 kadın sanatçıdan 232 eserle Meşher binasının üç katına yayılıyor. Sergide gezdikçe bana bir utanma geldi; bu kadar çok sanatçıyı nasıl gözden kaçırmış ya da hiç duymamış olabilirdim? Bu konuda yalnız değilim aslında biliyorum; bir aynaya bakıyorum, toplumun aynısına. O da bilmiyor, ben de bilmiyorum... Serginin giriş katında biz aynalara bakarken kadınlar da aynalara bakıyor. Bu kat; Ben. Aynada kendi mütevazı varlıklarıyla karşılaşan şöhretsiz kadınlar... Resimlerde olduğu gibi katın farklı köşelerinde aynalar var. Bir kadın sanatçının kadın büstlerini erkek büstünden daha küçük yaptığını fark ettiğinizde aynadan kendi yansımanızı görüyorsunuz. Çok sevdiğim Yıldız Moran’ın 'Yankı’sında da bir kadın olarak kendinizi görüyorsunuz. Kendiniz ve görüntünüzle baş başa kaldığınız o günlük haller... Müreccel Küçükaksoy’un 1950 tarihli otoportresi, kendini adeta cinsiyetsiz gibi resmettiği bir portre. Sanki bizimle bir sır paylaşıyor yalnız kaldığı bir anda. Emel Şahinkaya, tablosunda belki de fark ettiği sanatçı olarak kendi gölgede kalmışlığını resmediyor; erkeğe göre sönük, gölgede, hatta karanlıkta kalan bir kadın var ve erkeğe bakıyor. Sergideki tek erkek görüntüsü, Semiha Es’in merceğinden yansıyor; savaş fotoğrafçısı bir kadının gördüğü erkek dünyası, erkekler savaşta ve önlerinde kadınlara baktıkları erkek dergileri...

Yıldız Moran’ın 'Yankı’sı

Derken başka bir dünyaya doğru merdivenleri çıkıyoruz; “Sen”. Birinci katta aynaların bize yansıttığı biraz melankolik, karanlık ve sorgulayıcı hava, biraz daha yumuşuyor. Bu kat, birleştirici olan öteki ile karşılaşmaları anlatıyor ve öncelikli “sen” olarak çocukları çağırıyor. Çocuklar, anneler, cinsellik, bedenimiz, çıplaklığımız. Maryam Şahinyan’ın bir çocuğu oyuncağıyla çektiği fotoğraf gözlerimi alıyor. Eşi kadar “meşhur” olamamış seramik sanatçısı Nasip İyem’in harika seramikleri, aynalarla ilüzyon halinde. Bu kadar güzel işleri nasıl olur da daha önce hiç görmemişim? Yine bir eş ama bu sefer nispeten sanatçı olarak da daha meşhur bir eş, Eren Eyüboğlu’nun Anadolu motiflerinin dışında bir çalışmasını görüyorum ilk defa. Mavili uzanan bir kadın; bir kimliğe, ideolojiye ihtiyaç duymayan bu kadın, diğer nü resimlerin çaprazında uzanıyor. Serginin belki de en ilgi çekici ve hikâyesini en merak ettiğim eseri, Hatice Şahiye Barlas’ın 1800’lerde çektiği fotoğraflar. Bir kadın, 1800’lerde fotoğraf çekiyor. Önce annesini çekiyor, sonra kendisi erkek kıyafetleri giyip, fes takıp fotoğraf makinesinin karşısına geçip kendisini çekiyor mahallenin bıçkın delikanlısı gibi. Fotoğrafları 1800’lerden bugüne kadar gelen bu radikal kadının hikâyesi neydi acaba?

Ve son kat; “Onlar”. 85 farklı sanatçıdan 116 farklı çiçek. Kadınlar çiçektir(?). Çiçekler, kadınlara başkalarının gözünden bakıyor. Çiçek, özellikle vazoda olduğunda, başkaları tarafından kadınlara yakıştırılan sıfatları taşıyor: Duygusal, kırılgan, amatör ruhlu, sıradan, domestik ve dekoratif. Pek çok sanatçı kadın, kendisinden güvenli ve zarif olanı resmetmesi beklendiği için ancak vazoda çiçekler boyayarak resim yapabiliyor. Deniz Artun’a göre çiçekler, narin birer eş olma durumunun sembolü de aynı zamanda. Sanatçı kadınlar, sanatçı erkeklerle evlendiğinde tarih onları daha az fark etme eğilimindedir, diye yazıyor Artun. Erkekler sanatçıdır, kadınların “ben”ine karşı “onlar”dır. Bu sergideki bu katta “onlar” hiyerarşiyi kaldırıyor. Eşitlikçi bir sergi görüyoruz; kimsenin adı, biyografisi, hikâyesi yazmıyor. Bir aile albümünü karıştırıyor gibi bakıyoruz resimlere; herkes orada. Kim kimden daha deneyimli, daha ünlü bilmiyoruz. Kübisti, desencisi, tasarımcısı, yan yana duruyor. Aynen doğanın eşitlikçi, birbiriyle uyumlu güzelliği gibi sergideki çiçekler dallarını birbirlerine uzatıyorlar birbirlerine caka satmadan. Üstlerinden bir bulut geçiyor, duvarlara çizilmiş dallar onları daha da çok bağlıyor. Ortada Füreya’nın dikenlerini çıkarmış seramik vazosu bu çiçek bahçesi algısına meydan okuyor. Hale Asaf’ın resminde, vazoda çiçekler yerine fırçalar var. Bu fırçalar, bu kadınların fırçaları diye düşünüyorum; kadın sanatçılar bu sergi ile vazolarından çıkıyorlar ve ellerindeki fırçalarla sonunda bugün bize dünyalarını sergiliyorlar.

Hale Asaf’ın resmi.

DOĞALI SORGULAMAK

Serginin de esinlendiği 1971 tarihli "Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?" (Why Have There Been No Great Women Artists?) makalesinde Linda Nochlin, John Stuart Mill'in her şeyi “bugün öyle olduğu için” doğalmış gibi kabul etme eğilimimizden bahsediyor. Nochlin, bu eğilimin sosyal hayatımızdan akademik araştırma alanlarına kadar her yere nüfuz ettiğinden bahsederek şöyle öneriyor: "Doğal" varsayımlar sorgulanmalı ve "olgu" denen çoğu şeyin mitsel temeli gün ışığına çıkarılmalıdır. Ancak böyle kabul edilmiş bir yabancı olarak kadının konumunu değiştirebiliriz. "Ben-Sen-Onlar", tanımadığımız kadın sanatçıların sergisi değil, bizim sergimiz.

"Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı" sergisi, İstiklal Caddesi’ndeki Meşher’de 27 Mart 2022’ye kadar ücretsiz olarak ziyaret edilebilir.


Irmak Özer Kimdir?

Sabancı Üniversitesi Toplumsal ve Siyasal Bilimler bölümü mezunu olan Irmak Özer, lisans eğitiminin ardından Atina Üniversitesi'nde Güneydoğu Avrupa Çalışmaları (MA) alanında ve London School of Economics and Political Science'ta Karşılaştırmalı Politika (MSc) alanında iki adet yüksek lisans programını tamamlamıştır. Kültür-sanat alanında uzun zamandır çeşitli mecralara yazılarıyla katkıda bulunan Irmak Özer, hurriyet.com.tr, Art50, Milliyet Sanat, İstanbul Life gibi önemli basılı ve çevrimiçi yayınlarda sergi değerlendirmeleri ve söyleşiler ile katkı sağlamakta ve ilgili platformlarda konuşmalar yapmaktadır. Irmak Özer, kültür-sanat alanında uzmanlaşmak için İstanbul Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm bölümünü (AA) ve Koç Üniversitesi'nde Arkeolojik Varlıkların Korunması ve Kurtarılması sertifika programını tamamlamıştır. Irmak Özer İsviçre'de yaşamakta ve Uluslararası İlişkiler alanında çalışmaktadır.