YAZARLAR

Binbir José Masalları

Gökten üç puan düşmüş…

Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, United coşar iken, Arsenal yenilmez iken, Söraleks ile Profarsen futbolun beşiğini tıngır mıngır sallar iken, José derler biri gelmiş, ip kopmuş beşik devrilmiş. Herkes dar atmış kendini dışarı. Varmış Frenk pazarına bir santrfor almış boğadır diye, kurmuş taktiğini yememek atmaktan evlâdır diye. Rakipler kaleyi topa tutmuş, çekmiş otobüsü doldurmuş topları bagaja darıdır diye. Tozu dumana katmış. Benden müstesnası yoktur demiş, yakalayıp tımarhaneye tıkmışlar delidir diye. Portekiz’den haber gelmiş onun eski huyudur diye. Bereket inanıp salmışlar. Çenesi ne kadar çalışsa da her seferinde bir talibi çıkmış. Sene olmuş 2023, kendinden beter bir canavara rastlamış da bu defa kupayı bırakmış Macar illerinde. Uzatmayalım, başlayalım futbol masallarının bu en garibine…

Bundan kırk beş yıl evvel Portekiz derler uzak diyarda bir delikanlı her gece futbol tanrılarına “Beni yıldız eyleyin” diye dua edermiş. Nihayet sesini duyurmuş. “Yapalım yapmasına da sende yetenek yok” demişler. Delikanlı düşünmüş taşınmış, “O zaman yıldız hoca yapın” demiş. “Hocadan yıldız mı olur?” diye terslemişler. “Ben olurum” diye yapıştırmış cevabı.

“Bir şartla” demiş tanrılar: “Kazanacaksın ama çirkin kazanacaksın. Her yolu mübah göreceksin. Hile hurda, çepel, üçkağıt hep sende olacak. Üstelik yediğin herzeleri kendi ağzınla anlatacaksın. Sevileceksin ama böyle sevileceksin.” Kazanacak olduktan sonra her şeye değer diye düşünüp tereddütsüz kabul etmiş.

Cümbüşün peşrevi. Portekiz’de genç takımlarda çömez günleri. Sonra Barcelona’da mütercim-tercümanlık. Akabinde Portekiz liginde ilk kez koçbaşı. Nihayet Porto. Sözünü unutmamış: Bir Sporting maçında kontratağa kalkan rakip sol açığı kulübeden fırlayıp düşürünce kırmızıyı yemiş. Tanrılar gülümsemiş, “Bundan olur” demişler.

Oldu da. 2003’te Porto’yla UEFA Kupası kaldırdı. Ertesi yıl Monaco’yla oynanacak Şampiyonlar Ligi finalinden önce takıma, “Ben her şeyi hesapladım, maçı kazandık, rahatınıza bakın” dedi. 3-0 aldılar. Çeyrek finaldeki son dakika golünün ardından Old Trafford’da 50 metreyi 5 saniyenin altında koştu. Koştuğu yerde dünya futbolunu parasıyla dövmeye yeminli Roman Abramoviç aguşunu açmış onu bekliyordu. 2004 yazında Chelsea’ye imza attı. İlk basın toplantısına sırrını faş eyledi: “Ben müstesnayım.”

Bu ifşa karşısında ilahlar nimetini esirgemedi. Transferler, rekorlar, şampiyonluklar geldi. Ada’da statükoyu yıktı. Başarı terkibini yeni milyarderlere sunmuş oldu. Hakem Liverpool’un “hayalet golünü” saymasa Kupa 1 de gelecekti. Yılmadı. Bir keresinde cezalıyken soyunma odasına sızmak için kuzu donuna girmiş Odysseus misali çamaşır sepetine gizlendi. İzcilerini rakiplerin idmanına tebdil-i kıyafet gönderip istihbarat devşirdi. Ama doping, şike gibi büyük günahlara asla meyletmedi. Londra’yı terk ettikten sonra kendince vicdan muhasebesi yaptı: “Chelsea ben ayrıldıktan sonra neden bu kadar zorlandı? Çünkü ben ayrıldım.”

Haksızlığa da uğradı. Çalıştırdığı takım gol rekoru kırarken hücum yaptıramıyor dediler. Haksızlığa uğradı. Ama bir haksızlığa uğramışsa bin haksızlığa uğramış gibi yaptı. Kendi takımını kafa göz yararak savundu, rakip savunma yapınca “Kalenin önüne otobüsü park ediyorlar” diye söylendi. Taktikte ne kadar ustaysa söylemek ve söylenmekte de o kadar ustaydı.

Oyuncularına maçta vermediği topu idmanda verdi. Topsuz antrenman yaptırmadı. Sordular, söyledi: “Bir piyanist daha iyi piyano çalabilmek için piyanonun etrafında tur atmaz, parmakları üzerinde şınav çekmez. Çalar.”

Belki muzırdı ama sözünü tuttu, kötülüğünü gizlemedi. Inter’in başındayken efsanevi Barcelona zaferinin ardından, “Nasıl oynadığımız önemli değil. Sizde Ferrari varken bende küçük bir araba varsa kazanmak için lastiğinizi patlatmak, benzininize şeker karıştırmak zorundayım” deyip gönendi. Cesur itirafı sonrası bir Şampiyonlar Ligi daha geldi. Katalonya’ya dönüp dönmeyeceği sorulunca, “Sadece aptallar Barcelona’yı çalıştırmak istemez ama aptallar bile Barcelona’da bana duyulan nefretin sevgiye dönüşmeyeceğini bilir” buyurdu.

Barça’yla hesabı kapatmak için Real Madrid kulübesine kuruldu. Tarihin en iyi takımıyla çarpıştı. Gol rekoru kırıp ligi kazandı. Koskoca Real’in Xabi Alonso ve Sergio Ramos gibi koskoca yıldızlarını da kendine benzetti. Kaçıracaklarsa önemsiz maçı kaçırsınlar diye kasten sarı kart gördürdü. Gene enselendi. Gene değişmedi.

Tevazu nedir öğrenmek için bir kere bile sözlüğe bakmadı. Her yere her şeye herkese çattı. En çok da baş düşmanı Pep Guardiola’ya: “Dünyanın en iyi teknik direktörü ben değilim ama benden iyisi de yok” dedi. “Sevdiğiniz işi yaparsanız saçınız dökülmez. Guardiola kel. Demek ki futbolu sevmiyor” dedi. Dedi de dedi. Susmadı. Futbolda kendi rengini yarattı.

Velakin zaman denilen büyük üçkağıtçı onu da eskitti. Usulleri kadük oldu, eskiden hocası için kafa atıp kafa yiyecek “José’nin nesli” jübile yaptı. Ama böyle insanlarda takat bitmez. United’la “kariyerimin en büyük başarısı” dediği lig ikinciliğine ulaştı, Avrupa Ligi’ni kazandı. Tottenham’da zaten kimse yapamazdı, o da yapamadı.

Futbolun ilahları bugüne kadar yaptıklarını ödüllendirmek için onu tanrıların şehrine çağırdı. İtalya’yı zaten hep sevmişti. Roma’nın başında başkası kazansa çerçöp diyeceği Konferans Ligi’ni büyük zafer olarak pazarladı. Velakin zaman denilen büyük üçkağıtçı onu da eskitti. Tanrılar da José kadar hınzırdı. Şunu son bir büyük imtihana sokup sınayalım dediler. Fendini göstersin diye çarşamba akşamı Avrupa Ligi finalinde Sevilla’nın karşısına attılar.

Sevilla Avrupa Ligi’nde, Mourinho ise hiçbir Avrupa kupasında final kaybetmemişti. Macar ovasında mübalağa cenk olundu. 146 dakika süren berbat maçı izleyen her gerçek futbolsever, takımlardan birini Mourinho’nun çalıştırdığını bilmese de tahmin edebilirdi. Ama bu sefer her nasıl olduysa penaltı atışlarında mağlup oldu.

Can çıkar huy çıkmaz demişler. Finalden sonra hakemi stat çıkışında kıstırıp sövdü. Her ihtiyar gibi ağzı giderek bozuluyor. Ama her yıldız gibi o da hiçbir zaman keşke yıldız olmasaydım demedi. Pazarlığı bozmadı. Tanrı için, “Harika biri olduğumu düşünüyor olmalı. Yoksa bana bu kadar çok şey bahşetmezdi” dedi.

José’nin masalı bitivermeyecek. Belki yarın başka bir kulüple veya milli takımla yeni bir finalde hortlayacak; kaybederse yine sövecek, kazanırsa yine kabaracak. Her halükârda top döndükçe hatırlanacak. Belki yüzyıl sonra birisi çıkıp hakkında şöyle yazacak: Yıllar evvel Portekiz derler uzak diyarda bir delikanlı varmış. Yıldız olmak için ruhunu futbol ilahlarına satmış, kazanmış, sahayı şenlendirmiş ve sonsuza dek haklı yaşamış.

Gökten üç puan düşmüş. Biri José’ye, biri onun takımına gol atmak için her yolu deneyen rakibe, biri de bu masalı dinleyenlere…


Suat Başar Çağlan Kimdir?

1984 yılında Bornova’da doğdu. Balıkesir Fen Lisesi’ni ve Galatasaray Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirdi. 2010 yılında Ege Üniversitesi Sanat Tarihi Bizans Sanatı programında yüksek lisansını tamamladı. 2007 yılından beri İngilizce ve Fransızca dillerinden serbest çevirmenlik yapıyor. George Bernard Shaw, Alain Robbe-Grillet, C. L. R. James, Saadat Hasan Manto gibi yazarların eserlerini Türkçe’ye çevirdi; edebiyat, sanat ve felsefe alanındaki yazı ve tercümeleri çeşitli dergilerde yayınlandı. Gazete Duvar’da başladığı futbol yazılarına farklı mecralarda devam ediyor. Karşıyaka’da yaşıyor.