YAZARLAR

Beyoğlu’nun susturulan müziği bir daha çalar mı?

Beyoğlu’nun ve İstanbul’un, hatta Türkiye’nin yeniden kendi müziğini bulabilmesi, sokakların şarkılarla dolabilmesi, “Beyoğlu’nda raydan çıkmış” olanların kol kola girmesiyle mümkün olacak, bunu biliyorum. O zaman bir semti yalnız acıyla, ölümle, terörle, baskıyla değil, belki yeniden sanatla, müzikle, ortak bir coşkunun akıp giden seliyle anmaya başlayacağız.

Acı ve korku, hüzün ve panik, şaşkınlık ve öfke dolu bir gündü. Beyoğlu’nda yaşanan ve altı masum insanın ölümüyle, onlarcasının yaralanmasıyla sonuçlanan bombalı saldırı, herkeste aynı travmaları gün yüzüne çıkardı. Kirli siyaset oyununun, Türkiye’nin ve özelde Beyoğlu’nun bu kirli oyunun en kirli sahnesine, terörizme mekân olmasının yaraları kolay sarılır gibi değil. Şimdi her gün, her an o korkunç olayın yankılarıyla dolu haberleri okurken kimilerimizin gözünün önünde başka bir hayal beliriyor.

Geçmişin kötülüklerini görünmez kılacak denli romantik bir nostaljiden hep uzak durmaya çalıştım. “Eskiden her şey ne güzeldi” gibi altı boş, anlamsız ve zaten yanlış bir cümlenin peşinden de hiç koşmadım. Ancak müzik gibi kayıklara binerek, geçmişte var olabilmiş bazı güzel zamanların suyunda yüzmeyi ve tarihin süregiden bir öykü olduğunu da biliyorum neyse ki. Yoksa nasıl yaşar insan? Bugün biraz da dönüşümün kaçınılmaz olduğunu kendimize hatırlatmak ve bu sayede belki bu devranın da döneceğine inanmaya katkı sunmak için Beyoğlu’nun müzikli tarihine iyisi ve kötüsüyle kısaca değinelim istedim.

‘BEYOĞLU’NDA GEZERSİN AMA LÜTFEN ÇOK DİKKATLİ OL’

Bestesi Rıza Bey’e atfedilen ancak artık pekâlâ anonim bir İstanbul türküsüne dönüşmüş olan o Mahur bestenin, ‘Beyoğlu’nda Gezersin’in anlattığı Beyoğlu kaybolalı çok oldu. 19. yüzyılın sonundan itibaren havası ve anlamı değişen “Gavur mahallesi” Pera’yı, gazinolarından Haliç’e doğru taşan seslerin aşağıda Kasımpaşa’da ve hatta Haliç’in karşı kıyısında yaşayanlara bile rüya gibi geceler yaşattığı Tepebaşı’nı; devrimden sonra İstanbul’a kaçan Rus Beyaz Ordu asilzadelerinin “piyasa yaptığı”, barlar, müzikholler açtığı, Osmanlı’nın belki ilk kez gündelik hayatta o çok özenilen “diğer dünya” ile tanıştığı Tünel’i, II. Meşrutiyet’in ilanıyla Türk, Ermeni, Rum vesairin coşkusuyla bayraklar ve çiçeklere boğulan İstiklal Caddesi’ni artık kitaplardan, anılardan, belki birkaç fotoğraftan biliyoruz. Şehrin en hareketli alışveriş ve eğlence semtinin kadim sakinlerinin 1955’de, 6-7 Eylül’de başına gelenler, o rüya gibi anlatılan çağın artık son perdesinin oynanmaya başladığının da işaretlerini veriyordu aslında. Ancak sanılanın aksine bu kadim sakinlerden olan Rumlar, evlerini, şehirlerini tehdit, linç, tecavüz ve katliama rağmen terk etmemek için ellerinden geleni yapmış, derken 1964’teki acımasız Rum sürgünü, aslında 6-7 Eylül’den daha büyük bir zorunlu göçe neden olmuştu.

Beyoğlu’nun sokaklarında çınlayan her dilden müzikli naralar, udun, buzukinin, kanunun, kemanın tellerinden yankılanan notalar; semtin demografisi devletin milletiyle el ele yürüttüğü kampanyalar ile değiştirildikten sonra yerini Maksim gibi birkaç büyük gazinoda icra edilen ana akım ve çoğu zaman tek sesli müzik muhayyilesine bıraktı 60’larla birlikte. Yine de sanatın yolu Beyoğlu’ndan geçerdi, geçmek zorundaydı. Arka sokaklardaki bohem hayatın en önemli simaları Yeşilçam Sokağı’nın müdavimi sinemacılar, devrin en büyük isimlerinin arkasında sahne alan çalgıcılar, ağızlarında sigaraları, ceplerinde konyak şişeleriyle ressamlar, yazarlar, şairlerdi şüphesiz. Rum, Ermeni, Türk müzisyenlerin neredeyse iki yüz yıl boyunca birlikte icra ederek var ettiği “İstanbul müziği” artık yalnızca tektekçi meyhanelerinde duyuluyor olsa da neredeyse tüm plak yapımcılarının da adresiydi Beyoğlu. 1967’de, daha sonra Türkiye kültür tarihinin önemli bir bölümüne damga vuracak olan “Unkapanı”ndaki İstanbul Manifaturacılar Çarşısı açılmadan önce şarkısını, türküsünü bir plağa okumak isteyenin elinde bavuluyla geldiği yerdi.

SEMTİN ÜZERİNE ÖRTÜLEN KARANLIK PERDESİ

Büyük gazinoların devri 80’lerle birlikte bitti. 1977’deki Kanlı 1 Mayıs’ın üzerine yas perdesi örttüğü Taksim ve Beyoğlu, 80’li yıllarda 12 Eylül’ün “temizlik” operasyonuyla devletin bile isteye kazdığı bir çukur halini aldı. O meşhur “Beyoğlu’nun arka sokakları” lafı da bu dönemle birlikte dillere pelesenk oldu. Müzik, çoğu zaman rezil koşullarda yapılan seks işçiliğine, pavyon bozması korkunç mekânlarda yaşanan gece âlemine, kriminal bir keşmekeşe fon olmaktan öte bir anlam taşımıyordu Beyoğlu’nda. Acılı arabeskin sokak çocuklarına, hayatta kalmanın tek yolunun bu çukurda çalışmak olduğunu en acı tecrübelerle öğrenmiş “travestilere”, hayallerinin peşinde bu büyük şehre gelmiş ancak İstanbul’un tokadını en ağır şekilde yemiş derbeder ve düşkün adam ve kadınlara tercüman olduğu yılların biraz alegorik bir resmini 1987 tarihli Şerif Gören filmi ‘Beyoğlu’nun Arka Yakası’nda görmek mümkün. 80’ler arabeskinin simge şarkılarından ‘Aldanma Çocuksu Mahzun Yüzüne’ eşliğinde o yıllarda trafiğe açık olan sıkış tepiş İstiklal Caddesi’nde “sermayesini” gezdiren (Erdal Özyağcılar’ın başarıyla canlandırdığı) Disko Çarli, bu karanlık Beyoğlu tasavvurunun insan sıfatında ete kemiğe bürünmüş halidir adeta.

BEYOĞLU’NUN ‘BEYOĞLU’ OLDUĞU ZAMANLAR: ROCK BARLAR

Derken 90’lı yıllarla birlikte tüm toplumsal koşullarda ve sokağın kültüründe yaşanan değişim, önce bir avuç girişimcinin ve onları takip eden gencin, sonra ise bir dönemi temsil eden koca bir neslin öncülüğünde Beyoğlu’na da hâkim oldu. Sıkıyönetim ikliminin yerini sivil bir hayata bırakmaya başladığı yıllarda alternatif hayat tarzlarından etkilenen; rock müzik dinleyip siyahlar giymeye başlayan, darbenin yasakladığı ve ardından gelen sağ iktidarın adeta hiç var olmamış gibi davrandığı edebiyatı ve şiiri keşfeden, Batı kaynaklı bir müzik ve yaşam kültürünün etkisinde olsa da kendi mirası içerisinde bu alternatifin nüvelerini bulmaktan çekinmeyen gençler; Beyoğlu’nda arka arkaya açılan müzikli barlarda yeni bir yaşamın tohumlarını ekiyordu. Kemancı, Hayal Kahvesi, Dulcinea, Roxy gibi şimdi nostaljinin konusu olan barlar, Türkiye’nin en iyi gitaristlerinin, solistlerinin, davulcularının her gün ama her gün sahne aldığı yerler haline gelmişti. Mis Sokak’ta, İmam Adnan’da, Parmakkapı sokaklarında her gün bir yenisi görülen benzer mekânlara akın eden çoğu üniversite öğrencisi bu heyecanlı gençler, Türkiye’de bir daha eşine rastlanamayacak kalitede bir müzik devrimine tanık oluyorlardı. Moğollar’ın davulcusu Engin Yörükoğlu’nun işlettiği Jazz Stop, Bülent Ortaçgil gibi şarkı yazarlarının yalnız kendi şarkılarından oluşturduğu repertuarı çalabildiği Meis, İstanbul entelijensiyasının en meşhur ortak adresi Papirüs gibi barlar, aynı yıllarda hayatımıza giren özel radyo ve televizyonlarda dahi pek göremediğimiz bir zengin melodi ve anlam dünyasına ev sahipliği yapıyordu.

Bir zaman sonra bu barların çoğu hızla türkü bara dönüşmeye başlasa da (ki içlerinde türkünün pavyon havasında değil de türkü gibi icra edildiği birkaç örnek de vardı) bu havayı yaratan Beyoğlu demografisi, bundan 10-15 yıl öncesine kadar her fırsatta müzikle dolu semte akın etmeyi sürdürdü. Derken önce sokaklara taşan eğlence ortamı, bu yaşam tarzına kin beslediğini saklamayan muktedirin gadrine uğradı. Barlar, müzik mekânları giderek kapalı alanlara, dar sokaklardaki binaların çatı katlarına mahkûm edildi. Beyoğlu’na ruhunu veren işletmeler birer birer kapanmaya, İstanbul’un müzik ve eğlence arayan genç nüfusunun yolu ise bu kapanmalarla Kadıköy gibi başka merkezlere dönmeye başladı.

2013’teki Gezi protestolarında ortaya saçılan isyanın arkasında iktidarın ve kurumlarının yaşam tarzlarına müdahalesi olduğunu iddia eden sosyolojik tespit, Beyoğlu’nun bu hızlı ve yukarıdan müdahale ile zorla dönüşümünün bu sıkışmışlığın adeta simgesi olduğunu da eklemeden eksik kalır.

Düzensiz göç politikaları, İstanbul’u bir hayal şehri gibi gören Ortadoğu insanına yönelen turistik ihtiraslar ve bu ihtirasları doyurma peşindeki girişimciler, devlet ve belediye ile ortak bir “proje”ye çevirdi Beyoğlu’nu. Eski Beyoğlu’nu hasretle yâd ederken dolaşılan nostaljinin karanlık dehlizlerinde her köşede sermaye ve kapitalist çılgınlık ile karşılaşmak mümkün bu nedenle. Nargile salonları, “Arap turist” ayıklamak için açılmış pavyon benzeri turistik işletmeler, mağazalar, mağazalar ve mağazalar… E tabii bir de semtin ve şehrin sembolü bir sinema salonunun yıkılmasıyla İstiklal Caddesi’nin ortasına inşa edilmiş AVM…     

‘CADDELER ERKEK DOLU…’

İşte bu yüzden herhalde son 10-15 yıldır yazılan ve içinde Beyoğlu geçen şarkılarda o meşhur “eski Beyoğlu”na bir özlem açıkça öne çıkıyor. Aklıma iki örnek geliyor:

Beyoğlu’nun cıvıl cıvıl ve müzik dolu rock barlarının tanığı da olan şarkıcı Aylin Aslım, ‘Beyoğlu Kimin Oğlu’ adlı şarkılarında bu serzenişi ayan beyan dile getiriyor: “Beyoğlu’na çıktım / Çıktım da ne oldu? / Ortalık mahşer yeri / Cihangir pazar yeri // Beyoğlu’nda gezdim / Gezdim de ne oldu? / İstiklal insan seli / Beyoğlu kimin oğlu? // Yürümek çok zor oldu / Caddeler erkek dolu…”

Genç kuşağın yetenekli şarkı yazarı ve yorumcusu Emir Can İğrek ise, aslında yaşı itibariyle belki hiç tanık olmadığı yahut sonuna yetiştiği bir Beyoğlu’nun yok oluşunu bir şarkısında dile getirmiş. Ekim ayında yayınlanan ‘Beyoğlu’ adlı şarkısında İğrek, “Beyoğlu eski Beyoğlu / Olsa bile ben / Eski bana dönemem” diyor.

Benim bir dinleyici olarak çok etkilendiğim iki Beyoğlu şarkısından söz ederek bitirelim bu yazıyı. Nadir Göktürk’ün eşine az rastlanır şarkı yazarlığının meyvelerinden biridir ‘Galata Köprüsü’nün Şarkısı’. Ezginin Günlüğü’nün 93 tarihli İstavrit albümünde, grubun taze solisti Hüsnü Arkan’ın külhani bir edayla yorumladığı şarkı, “bohem Beyoğlu”nun bir delikanlısının ağzından dökülür: “Al gümüş tabakanı / Kafana tokanı tak / Şöyle kol kola girip / Beyoğlu'na bir çıksak / Lastikleri aynalı, keyifler gıcır / Kardeşimin düşündüğü şeye bak”.

Yine Hüsnü Arkan’ın 2015’te yayınlanan solo albümü ‘Kırık Hava’da Gezi’yi anlattığı ‘Öyle Bir Rüya’, Arkan’ın ve Birsen Tezer’in müthiş müzikal ortaklıklarının en güzel örneklerinden biri: “Bir tren boşaldı sonra / Meydanlara kuşlar indi / Seni beklerken her şey sana benzedi / Sonra bir ağaç indi / Ağaç, sana benzedi”.

Hani bu şarkının bir yerinde diyor ya sanatçı, “Beyoğlu’nda bir tramvay / Raydan çıkmış vay!” diye; Beyoğlu’nda kendileri için çakılmış raylarda değil de kendi yollarında yürümeyi tercih etmiş, raydan çıkmış asi gençlerin el ele, kol kola coşkuyla yürüdüğü bir semt, bir şehir hayali geliyor gözümün önüne. Beyoğlu’nun ve İstanbul’un, hatta Türkiye’nin yeniden kendi müziğini bulabilmesi, sokakların şarkılarla dolabilmesi, işte bu raydan çıkmış gençlerin yeniden kol kola girmesiyle mümkün olacak, bunu da biliyorum.

O zaman bir semti yalnız acıyla, ölümle, terörle, baskıyla değil, belki yeniden sanatla, müzikle, ortak bir coşkunun akıp giden seliyle anmaya başlayacağız.


Mahmut Çınar Kimdir?

Felsefe eğitimini son sınıfta bırakıp gazetecilik okudu. 2007-2016 yılları arasında İstanbul'da özel bir üniversitede Gazetecilik ve Yeni Medya bölümlerinde tam zamanlı öğretim elemanı olarak birçok alanda dersler verdi. 2009'dan başlayarak hem Türkiye'de hem de farklı uluslararası projelerde ayrımcılık ve nefret söylemi ile mücadele çalışmalarında yoğun olarak görev aldı. Hazırladığı 'Medya ve Nefret Söylemi: Kavramlar, Mecralar, Tartışmalar' isimli kitap 2013 yılında Hrant Dink Vakfı tarafından; proje koordinatörü olduğu 'Ayrımcı Dile Karşı Habercilik Kılavuzu' ise 2016'da P24 tarafından yayımlandı. 2016'da akademik kariyeri sona erdi. 2018’de, usta sanatçı Bülent Ortaçgil ile yaptığı nehir söyleşi ‘Bu Su Hiç Durmaz’ adıyla kitap olarak raflardaki yerini aldı. Uluslararası edebiyat ve sanat festivallerinde danışman ve editör olarak görevler üstlendi. 2017'de profesyonel müzik çalışmalarına başladı, ilk albümü 'Bul Beni' 2019'da Garaj Müzik etiketiyle yayınlandı. 2019'dan 2021 sonuna kadar Ezginin Günlüğü grubunun solistliğini üstlenen Çınar, müzik çalışmalarına solo olarak devam ediyor ve özellikle sanatsal ifade özgürlüğü üzerine çeşitli kültür-sanat projeleri yürütüyor.