YAZARLAR

Aynalı Pasaj... Edebi yakınlıklar, akrabalıklar ve edebiyatın evrensel ailesi

"Çocuk annesini döven, hatta öldüren babasıyla bile uzlaşmaya hazırdır yalnız kalmaktansa. Çocukluk böyle bir şeydir." Ben bütün romanımı bir şekilde bu iddiam üzerine kurdum. Adından bellidir zaten. Peki, her yazar diğer yazarları böyle mi okuyordur acaba? Her yazar metinlerarası akrabalıklarda, yakınlıklarda edebiyatın evrensel ailesine mensup olmanın hazzını duyuyor ve de gururlanıyor mudur acaba?

Şair Ocean Vuong’un ödüllere boğulmuş, Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz (On The Earth We’re Birefly Gorgeous)  adlı ilk romanını fazla (fazlasıyla) şairane bir düzyazı ile karşılaşacağımı tahmin ettiğim, beklediğim için uzun bir süre elime almadım. Ta ki bir lise arkadaşım bana orijinali 2019 yılında çıkan, Türkçesi 2022’de yayımlanan romanın, 2021 tarihli Almanca baskısını (Auf Erden Sind Wir Kurz Grandios) hediye edene kadar. O zaman okumaya başladım. Beğendim de. Şairane bir metindi, evet ama beklediğim kadar, rahatsız edici seviyede değil.

Vuong’un romanının daha ilk bölümlerinde benimle, benim bazı metinlerimle akrabalık işaretlerini, söylemsel yakınlıklarını saptayışım, fark edişim ise hoş bir sürpriz oldu. Herhangi bir benzeşmeden yola çıkıyor olsaydım bu yakınlıkları saptarken, bundan yine hoşlanır, ama lafını etmezdim. Ancak Vuong’un kitabındaki özellikle iki söylem, benim metinlerimde leitmotiv niteliğine sahip bazı söylemlerle ilişkilendiği, benzeştiği için bahsetmek istedim bundan.

Şu kocaman küçük gezegende dünyanın her yerindeki yazarlar, Zeitgeist’ın eterinde birbirlerine yaklaşıp sonra uzaklaşarak hareket ediyorlar. Haliyle kaygıları, özlemleri, kavgaları da bazen benzeşiyor, bazen birbirinden çok farklı da olabiliyor. Yazı masasında oturan yazar, edebiyatın evrenselliğinin verdiği güven ve cesaretle yalnızlığına sığınır ve çileli işine koyulur.

2016 yılında yayımlanan Trajik Nüans adlı kitabımdaki Oyundan Sonra öykümde şöyle bir paragraf vardır:

(…) “Ayrıca bence her ülke, içinde yaşayanlar için bir ölüm cezasıdır. Potansiyellerini, umutlarını, diğerkâmlıklarını öldürür onların. İçlerindeki zenginliği, arzuyu tüketir, ufuklarını karartır. Bir ülkesi olmak hüküm giymiş olmak olarak algılanamaz mı bir yandan da? Vatandaş kimlik kartlarımız da birer mahkeme ilamı ya da suçumuzun ve cezamızın yaftası. Devlet için ülke, bir suç mahallinden ibarettir sadece.” (…)

Oyundan Sonra, biri Türkiye’den yıllar önce ayrılmış, diğeri kısa bir süre için Viyana’ya gelmiş iki arkadaşın, Thomas Bernhard’ın 1986’da yayımlanan son büyük düzyazı eseri olan Auslöschung. Ein Zerfall adlı romanından uyarlanmış bir tiyatro oyununu seyrettikten sonraki sohbetlerini konu eder. Bu romanın Türkçesi Yok Etme. Bir Parçalanma adıyla yayımlanmıştır. Ama Auslöschung sözcüğünün Türkçe karşılığı sönme, söndürmedir (yanan bir şeyi). Zerfall ise parçalanma değil, parçalarına bir süreç içinde ayrılma anlamına gelir. Ben öykümde sönmeyi tercih ettim.

Thomas Bernhard, söz konusu romanında şöyle der: “Avusturya, içinde yaşayanlar için bir ölüm cezası gibidir”. Ben de Oyundan Sonra’da bu cümleyi fikri olarak takip edip, açarak, yukarıdaki paragrafı yazmıştım.

Vuong ise kitabının altıncı bölümünde şöyle diyor: “Bir ülke, müebbet bir yargı kararından başka nedir ki?”

Bu arada Vuong’un romanında sık sık Roland Barthes’ı alıntıladığı da dikkatimden kaçmadı tabii. Bu da hoşuma gitti, Vuong’a sempatimi artırdı. Beni okuyanlar, yazılarımda Barthes’ı sıkça alıntıladığımı bilirler.

Vuong, romanının 12’nci bölümünde ise annesini ve bütün ebeveynleri canavara benzetir ve iki sayfa boyunca bu fikri geliştirir. Dahası bölümün sonunda annesine sevgi ve bağımlılığını şöyle ifade eder: “Sen bir annesin, anam. Ve sen bir canavarsın. Ama ben de buyum – bu yüzden senden kopamıyorum…”

Benim 2012 yılında yayımlanan ve 10 yıl sonra yeni baskısı geçen ay yapılan Çocuklar ve Canavarları romanımın leitmotivi ise çocukların, canavar oyuncaklarını sevmelerinin sebebinin, bu oyuncakları ebeveynlerine benzetmeleri ve onlardan canavarca davrandıklarında da kopamıyor oldukları iddiasıdır. Şöyle derim ben romanımın bir yerinde:

“Sadece çocuklar canavarlara bile ihtiyaç duyarlar. Hatta çocuklar canavarlara ihtiyaç duyarlar. Canavar hikâyelerini, canavar oyuncaklarını düşünsene. Çocukların yalnızlık korkusu, yalnız kalma korkusu o denli ağır bir şeydir ki canavarlara bile ihtiyaç duyar onlar. Bazen sokakta bir adamın elini tutmuş, güven içinde yürüyen bir çocuk gördüğümde sorarım kendime: ‘Acaba bu adam evde nasıl biridir? Acaba bu çocuğun annesine neler yapıyordur? Yapıyor mudur?’  Çocuğun bu memnun ve güvenli hali hiçbir şey söylemez adama ilişkin. Çocuk baştan bilir, kaçabileceği bir yer yoktur. Çocuk bilinçlendiği anda rehine olduğunu da bir şekilde fark eder. Fark etmiştir. Yani her çocuk aslında kaçırılmış bir çocuktur. Çocuklar çocuk kaçırma hikâyelerinden tam da bu nedenle çok etkilenir, korkarlar. Çünkü çok iyi deneyimlemişlerdir bunu, rehin alınmanın anlamını çok iyi bilirler. Çoğu çocuğun anne, özellikle de baba sevgisi Stockholm Sendromu’ndan başka bir şey değildir. Çocuk annesini döven, hatta öldüren babasıyla bile uzlaşmaya hazırdır yalnız kalmaktansa. Çocukluk böyle bir şeydir.”

Ben bütün romanımı bir şekilde bu iddiam üzerine kurdum. Adından bellidir zaten.

Peki, her yazar diğer yazarları böyle mi okuyordur acaba?

Her yazar metinlerarası akrabalıklarda, yakınlıklarda edebiyatın evrensel ailesine mensup olmanın hazzını duyuyor ve de gururlanıyor mudur acaba?

Kapitalizm ile kötülüğün kopmaz bağı ve Kongo’lu çocuklar

Kapitalizm ile kötülüğün bağı öyle sıkıdır ki, kapitalistler iyi bir şey yaptıklarını iddia ettiklerinde de mesafemizi koruyarak manzaraya biraz daha geniş açıdan bakmamız gerekir. Şu sıralar otomotiv endüstrisinin ileri kapitalist ülkelerdeki yeni övünç kaynağı elektrikli binek otomobiller. Bu otomobiller topluma yeşil devrim ürünleri olarak lanse ediliyor. Dahası hemen yeni nesilleri de çıktı bu elektrikli otomobillerin. Bunların pilleri evdeki sıradan bir prizden şarj edilebiliyormuş.

Cep telefonu şirketlerinin bazıları da uzun ömürlü pillerini reklamcı jargonuyla biricik satış önerisi (unique selling proposition) olarak kullanıyor reklamlarında.

Ama kimse bu pillerde kullanılan kobaltın çıkarıldığı madenlerde yaşları beşe, altıya kadar inen on binlerce çocuğun neler yaşadığıyla ilgilenmiyor.

Cep telefonu şirketlerine ve elektrikli otomobil üreticilerine kobalt sağlayan ülkeler arasında Demokratik Kongo Cumhuriyeti önde geliyor.

Herhangi bir iş güvenliği denetiminin de olmadığı bu madenlerde, bedensel özellikleri sayesinde daracık galerilere rahatça girdikleri, sokuldukları ve direnç gösterme gücüne de sahip olmadıkları için ağırlıklı olarak çocuklar çalıştırılıyor. Sadece Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde kobalt madenlerinde 40 bin çocuk zulüm görüyor.

Çocuklar madenlerde esir statüsündeler. Onları sömürenler ve onları madenlere gönderen ailelerinin elinde… 15, 16 saate kadar aralıksız, ölümüne çalıştırılan çocuklar, yorulup duraksadıklarında gözcüler tarafından dövülüyor.

Bir röportajda küçücük çocuklardan biri “sürekli başının ağrıdığından” yakınırken, bir diğeri de “sabahları o cehenneme döneceği için uyanmak istemediğini” ifade diyordu. İkisinin de gözleri yaşlıydı.

Uygarlıkmış? Hıh…

Yayınevlerine öneri

Bildiğim dillerde yayımlanan kitaplara bütçem el verdiğince ve sevdiklerimin, dostlarımın da jestleriyle ulaşmaya çalışıyorum. Geçen ay Almanya’da Suhrkamp yayınevinden çıktığından beri bir an önce alıp okumak için heyecanlandığım bir kitabı bir yakın akrabam Viyana’dan getirdi.

Kitabın adı Ein Leben an der Seite von Thomas Bernhard (Thomas Bernhard’ın Yanıbaşında Bir Hayat) ve yazarı Peter Fabjan bir tıp doktoru. Ağabeyinin özellikle son yıllarında hem canyoldaşı hem doktoru olan Fabjan’ın, Benhard’ı anıştıran yazı üslubu da okurları şaşırtıyor.

Kitap, bir ay içinde 17 bin satarak ise yayınevini şaşırtmış.

Thomas Bernhard, artık Türkiye’de de iyi tanınan ve çok okunan bir yazar.

Bence bu kitabın Türkçeye çevrilmesi ve yayımlanması Türkçe okurları sevindirecektir.

Haftanın müziği

Fransız besteci Gabriel Fauré’den Pavane, Op.50


Ahmet Tulgar Kimdir?

Ahmet Tulgar, İstanbul'da 1959 yılında doğdu. 35 yıldır gazeteci ve edebiyatçı olarak yaşıyor. Çalıştığı yayınların bazıları sırasıyla Sabah, Güneş, Nokta, Milliyet, Akşam, Vatan, Birgün, Cumhuriyet oldu. Makale ve denemeleri Şehrin Surlarındalar (1992), Tam Yakalandığımız Yerden (2004), Ne Olmuş Yani? Korsan Yazılar (2005), Ben Onlardan Biriyim (2007), Diller Çehreler Barış (2010), Henüz Zaman Var (2013), Bakışın Ritmi (2020), söyleşileri Mahallede Herkes Kahramandır (2004) adlı kitaplarda toplandı. Evsiz Ülke Hikâyeleri (1989), Birbirimize (2009), Duygusal Anatomi (2015), Trajik Nüans (2016), Bakmadığınız Bir Yer Kalmıştı (2018), Arzunun Serbest Dolaşımı (2021) adlı altı öykü kitabı, Volkan'ın Romanı (2006), Çocuklar ve Canavarları (2012) adlı iki romanı yayımlandı.