'Aşırılıklar çağı:' Türk-Amerikan ilişkilerinin 'kısa yüzyılı' 

Türkiye, orta boy bir güç olarak artık iki ya da tek değil, çok kutuplu bir dünya algılamaktadır. ABD artık bir süper güç değil, ‘devletin bekası’ için ilişkilenilmesi gereken büyük güçlerden biridir.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Ali Tuğtan*

Cumhuriyet'in yüzüncü yılında Türk-Amerikan ilişkilerine bakarken, Eric Hobsbawm'ın 20. yüzyılı tarif ederken kullandığı terimleri ödünç alabiliriz: Hobsbawm, “kısa” 20. yüzyılın 1900 yılında değil Birinci Dünya Savaşı'nın patladığı 1914'te başladığını ve Sovyetler Birliği'nin çöktüğü 1991 Aralık'ında sona erdiğini belirtir. Hobsbawm, dünya savaşlarını; soğuk savaşın nükleer dehşet dengesini, imparatorlukların çöküşünü ve sömürge sonrası bağımsızlıkları, Sovyet ve Çin devrimlerini ve son olarak komünist bloğun ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünü barındıran bu kısa yüzyılı bir “aşırılıklar çağı” olarak tanımlar. 

Benzer bir tanımlama, bu yazının konusu olan Türk-Amerikan ilişkileri için de yapılabilir: Türk dış politikasında 1946-2016 arasındaki yetmiş yıllık dönemi kapsayan bir “kısa Amerikan yüzyılından” söz etmek mümkündür. Tıpkı Hobsbawm’ın kısa 20. yüzyılı gibi, Türk dış politikasındaki bu kısa Amerikan yüzyılı da içinde pek çok dramatik gelişmeyi barındıran bir “aşırılıklar çağı”dır. 

ERKEN CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRKİYE İÇİN ABD

Tarihsel olarak Türk-Amerikan ilişkileri, Cumhuriyet'in öncesinden başlar. ABD, Osmanlı ile ilk temaslarını 19. yüzyılın ikinci yarısında tüccar ve misyoner öncüleri aracılığıyla kurar. 20. yüzyılın başında izolasyon politikasının terk edilmesiyle birlikte Orta Doğu’yu da içeren Osmanlı coğrafyası, ABD’nin siyasi ve askeri değerlendirmelerinin konusu olmuştur. Birinci Dünya Savaşı'na 1917'de Wilson İlkeleri çerçevesinde katılan ABD, Avrupa’da savaş sonrası düzeni Fransa ve İngiltere ile birlikte kuracaktır. Doğrudan müdahil olmasa da Osmanlı topraklarındaki gelişmelerde de ABD dolaylı olarak önemli bir rol oynar: Osmanlı'nın liberal aydınları ABD'yi, İngiltere ve Fransa'ya kıyasla daha iyi niyetli bir hegemon güç olarak görür ve bu çevrelerce ABD mandası, İngiliz ve Fransız mandasına yeğ tutulur. Kurtuluş Savaşı, Wilson İlkeleri'ne dayanarak egemenlik talep eden Ankara hükümeti ile bu prensipleri hiçe sayarak işgal ettikleri Osmanlı topraklarında manda ve himaye yönetimi kurmak isteyen emperyal güçler ve onların iç ve dış destekçileri arasında gerçekleşir. 

Ancak 1920'lerin başında ABD'nin tekrar izolasyonist bir dış politikaya dönmesi, Türk-Amerikan ilişkilerinin iki savaş arası dönemde sınırlı kalması ile sonuçlanmıştır. Zira özellikle 1930’lardan itibaren belirgin biçimde çok kutuplu hale gelen uluslararası düzende bir orta boy güç olan Türkiye, ittifak ve iş birliği politikalarında önceliği kendisine coğrafi olarak daha yakın olan (ve dolayısıyla daha çok tehdit algıladığı) Avrupalı büyük güçlere vermiştir. 

AMERİKAN YÜZYILI: TÜRKİYE’NİN DENGELEME ARAYIŞI

Türkiye İkinci Dünya Savaşı boyunca izlediği silahlı tarafsızlık politikası sayesinde Avrupa’yı kasıp kavuran bu yıkımdan etkilenmemeyi başarır, fakat Machiavelli’nin uyardığı üzere, büyük güçler arasındaki savaşlarda tarafsızlığın, daha sonra ödenmesi gereken bedelleri vardır: Savaş sonunda Avrupa'nın yarısını kontrol eden askeri ve siyasi bir süper güç haline gelen Sovyetler Birliği, Türkiye’nin savaş sırasında Nazi Almanyası ile ilişkilerini gerekçe göstererek, iki ülke arasında Kurtuluş Savaşı’ndan beri süren stratejik işbirliği ve dayanışmaya son verir. Türkiye, Sovyet tehdidini dengelemek için oluşmakta olan iki kutuplu düzenin diğer süper gücü ABD’ye yönelir. ABD, Türkiye’nin destek talebine hem somut askeri ve ekonomik destek, hem de Missouri Zırhlısı'nın 1946’daki İstanbul ziyareti gibi simgesel adımlarla olumlu karşılık verir. Bu adım, soğuk savaş ve sonrası boyunca sürecek kapsamlı askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri içeren bir dönemin, yani Türk dış politikasında kısa Amerikan yüzyılının da başlangıcı olacaktır.

ASKERİ, SİYASİ VE EKONOMİK İŞ BİRLİKLERİNİN MANTIĞI

Türk-Amerikan ilişkilerini anlamak için, soğuk savaşın erken dönemlerinde tesis edilen askeri, siyasi ve ekonomik iş birliklerinin mantığını kavramak gerekir. Zira iki ülke arasındaki iş birlikleri, yazılı olan ve olmayan kurallara dayalı karşılıklı birbirini tanıma ve birlikte iş yapma şekillerine, yani konvansiyonlara dayanır. Aşağıda değinileceği üzere, günümüzde ilişkilerin eskisi gibi olmamasının temelinde de bu konvansiyonların yapısal sebeplerle artık işlememesi vardır.  

TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN TEMEL ORTAK PAYDASI: RUS TEHDİDİ

Askerî açıdan Türkiye için ABD, yakınındaki ve tarihsel olarak en hassas olduğu tehdit kaynaklarından biri olan Rus tehdidine karşı başlıca dengeleyici unsurdur. Türkiye Soğuk Savaş boyunca ve sonrasında, Rus tehdidine karşı ABD ile kurumsal ittifak ilişkilerine, yani NATO üyeliğine güvenmiştir. ABD için de Türkiye’nin başlıca askeri değeri, soğuk savaşta Sovyetler Birliği’ne, sonrasında ise Rusya’ya karşıdır. Türkiye, büyük ve genç nüfusu, güçlü ordusu ve Rusya'nın kuzey-güney aksında hareketini sınırlayan jeostratejik konumu ile ABD'nin çevreleme siyasetinde önemli bir köşe taşıdır. 

Ancak tarafların birbirlerinin stratejik değerine dair algısında iki önemli farklılık vardır: Birincisi, Türkiye için defansif anlamı olan bu iş birliği, ABD için hem defansif hem de ofansif değer taşır. Soğuk savaş askeri stratejileri içinde Türkiye, hem Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu, Akdeniz ve Güney Avrupa’ya yayılmasını önleyen bir bariyer, hem de üzerinde konuşlandırılan nükleer ve konvansiyonel silahlarla Sovyetler Birliği’nin içlerindeki stratejik hedeflere saldırı yapılabilecek bir platformdur. Bunun sonucu olarak Türkiye, soğuk savaş boyunca Sovyetlere karşı güvenliğini garantiye almanın bir bedeli olarak, kendisini bir nükleer savaş halinde öncelikli hedef haline getirecek ofansif amaçlı Amerikan silah ve ortak tesislerinin ev sahipliğini yapmıştır. İkinci olarak, Türkiye NATO ile işbirliğini temelde Sovyetlere karşı tesis ederken, o dönemde bölgede önemli çıkarları bulunan İngiltere’nin de ısrarı ile ABD, Türkiye’den Orta Doğu krizlerinde de iş birliği beklentisini dile getirmiştir. NATO’nun üye devletlerin sınırları ile kaim coğrafi yapısı gereği bu beklenti, hiçbir zaman resmi anlaşma çerçevesinin bir parçası olmamış, bu da tarafların her kriz durumunda eldeki konuyu ikili düzeyde ve konjonktürel olarak ele aldıkları bir iş yapma şeklinin gelişmesine yol açmıştır. 

Türkiye’nin tarihsel, demografik ve ekonomik nedenlerle hassas ilişkileri olan Orta Doğu ülkeleriyle ABD ve Avrupalı müttefiklerinin (ki bunu kısaca Fransa ve İngiltere olarak da okuyabiliriz) her karşı karşıya gelişleri, Türk-Amerikan ilişkilerinde ayrı bir krizin perdesini aralamıştır. Orta Doğu söz konusu olduğunda, tarafların birbirlerinden beklentilerini netleştirecek bir uluslararası kurumsal çerçeve olmaması, her krizde konjonktürel olarak farklı beklentiler ve davranışların ortaya çıkmasıyla ve çoğu durumda karşılıklı güvensizliğin ve hayal kırıklığının artmasıyla sonuçlanmıştır. 

TÜRKİYE İÇİN ABD, AVRUPA İLE İLİŞKİLERİNİN ‘SÜPER İLETKENİ’DİR

Siyasi açıdan Türkiye için ABD’nin değeri öncelikle, netameli ilişkileri olan Avrupalı güçlerin belirgin isteksizliklerine karşı Türkiye’yi Batı Avrupa'nın askeri, siyasi ve ekonomik kurumsal yapısının içine sokma yeteneğinden kaynaklanır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa’da oluşan yeni askeri, siyasi ve ekonomik örgütlerin çoğuna Türkiye, ABD’nin desteğiyle girmiştir. ABD, Avrupa'nın savunmasında büyük bir önem atfettiği Türkiye'nin, Soğuk Savaş’ın başlarında Amerikan askeri, ekonomik ve siyasi hegemonyası altındaki Batı Avrupa ülkeleri ile aynı örgütlere üye olmasını sağlamıştır. Zaman içerisinde Avrupa ekonomilerinin tekrar ayağa kalkması, Avrupa ekonomik ve siyasi entegrasyonunun derinleşmesi ve özellikle soğuk savaşın sona ermesinin ardından, ABD'nin Avrupa üzerindeki hegemonik gücü tesirini belli ölçülerde yitirse de Türkiye için ABD ile ittifak hala Avrupa ile ilişkilerinde önemli bir siyasi kozdur. Henüz yakın zamanda, İsveç'in NATO üyeliği onayının bir karşılığı olarak Türkiye’nin sürüncemede kalmış AB adaylığı konusunda destek istenmesi, bu algının yerleşikliğine önemli bir kanıttır. Denilebilir ki Türkiye için ABD, Avrupa ile ilişkilerinin ‘süper iletkeni’dir. ABD içinse Türkiye, NATO'nun yegâne Müslüman üyesi ve Müslüman dünyası içinde stratejik ilişkilerini Avrupa ülkeleri ile aynı düzeye taşıdığı tek ülke olarak değerlidir. ABD tarihsel olarak bu etkiyi değişik coğrafyalardaki Müslüman ülkelerle ilişkilerinde kullanmayı istemiştir. Soğuk savaş boyunca ABD, Sovyetler Birliği'ni güneyindeki yumuşak karnı olarak görülen Kafkaslar ve Orta Asya'daki Müslüman nüfusları üzerinden zayıflatmaya çalışmış ve bu bağlamda Türk istihbaratı ile -özellikle 1960'ların ortalarından itibaren- iş birliğine gitmiştir. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Rusya'nın yakın çevre olarak tanımladığı eski Sovyet cumhuriyetlerini Batı ile daha yakın ekonomik, siyasi ve askeri iş birliğine yöneltmek için de ABD'nin önemli partnerlerinden biri Türkiye olmuştur. Yine soğuk savaş sonrası dönemde Balkanlar’da çıkan krizlerde ABD, bölgenin Müslüman ülkeleri ile ilişkilerinde Türkiye'nin siyasi ve askeri desteğinden yarar görmüştür. 

EKONOMİK BOYUT, ASKERİ VE SİYASİ BOYUTUN GÖLGESİNDE KALDI

Türk-Amerikan ilişkilerinin ekonomik boyutu; askeri ve siyasi boyutların gölgesinde kalmıştır. Bunun bir nedeni, tarihsel ve coğrafi nedenlerle Türkiye'nin başlıca ticaret ortağının Avrupa olmasıdır. Dolayısıyla ABD ve Türkiye arasında ekonomik karşılıklı bağımlılık, hiçbir zaman -örneğin- Latin Amerika ülkeleri ile ABD arasındaki karşılıklı bağımlılığa benzer siyasi sonuçlar doğuracak düzeye ulaşmamıştır. Türkiye'nin bir orta boy güç olarak ABD ile ilişkilerinde belli ölçülerde idari ve siyasi özerkliğe sahip olmaya devam edebilmesinin bir nedeni de budur. Ancak ilişkilerin ekonomik boyutu yine de önemlidir: Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Bretton Woods sisteminin iki önemli kurumu Dünya Bankası ve IMF ile ilişkilerinde ABD ile ittifakından faydalanmıştır. ABD'nin siyasi desteği, Türkiye'nin Avrupa ile ekonomik ilişkilerinde de kendisini göstermiş ve bu ilişkilerin kurumsal zemine oturarak derinleşmesine katkıda bulunmuştur. ABD de, Latin Amerika ülkeleri örneğindeki kadar kapsamlı olmasa da kronik sermaye açığından muzdarip gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye üzerinde hem doğrudan askeri ve ekonomik yardım paketleri, hem de özellikle ödemeler dengesi krizleri sırasında IMF üzerinden sağladığı koşullu destekle etkili olmuştur. Burada da algı farklarından bahsetmek gerekirse, Türkiye tarafı ilişkilerin ticari boyutunun sınırlı kalmasından duyduğu hayal kırıklığını hiçbir zaman gizlememiştir. ABD açısından Türkiye'nin saf ekonomik anlamda önemsiz addedilmesi Türkiye için hep ilişkilerin derinleşmesi ve karşılıklı olarak daha kazançlı hale gelmesinin önünde bir engel olarak görülmüştür. ABD tarafı ise genel olarak ilişkilerin askeri ve siyasi boyutlarını öne çıkartan bir yaklaşım içinde olmuştur. 

ÖNEMLİ BİR EŞİK: SOĞUK SAVAŞIN SONA ERMESİ

Türk-Amerikan ilişkilerinin kısa yüzyılı için, soğuk savaşın sona ermesi önemli bir eşiktir. Komünist bloğun ve Sovyetler Birliği'nin çöküşü, ABD'nin denk bir rakibe sahip olmaksızın uluslararası sistemde hegemonya tesis ettiği bir tek kutupluluk ile sonuçlanmıştır. Bu durumun Türk-Amerikan ilişkilerine de önemli yansımaları olmakla birlikte, yapısal olarak tarafların birbirlerini tanıma ve iş birliği yapma şekilleri (konvansiyonları) değişmemiştir. Eski Sovyet coğrafyasına yönelik iş birliği, Orta Doğu ve Balkanları da içine alarak aynı çerçevede sürmüştür. Nitekim Türk-Amerikan ilişkileri, 21. yüzyıla oldukça ‘kapsamlı ve olumlu’ bir içerikle girmiştir: Türkiye, 1999-2001 arasında Öcalan'ın yakalanması, AB adaylığı, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı gibi önemli sonuçları olacak hamleleri ABD'nin desteğiyle yapmıştır. Ardından, 11 Eylül 2001 saldırılarına karşı dikkatini yeniden Büyük Orta Doğu Bölgesi'ne odaklayan ABD için Türkiye değerli bir müttefik olarak öne çıkmıştır. Türkiye'nin Irak Savaşı'nda ABD'ye beklediği kapsamlı desteği vermemiş olması taraflar arasında derin bir krize yol açmakla birlikte, ilişkilerin yapı ve çerçevesini değiştirmemiştir.

YAPISAL DEĞİŞİKLİĞİN TETİKLEYİCİSİ: 2008 FİNANSAL KRİZİ 

Dolayısıyla iddia edilebilir ki Türk-Amerikan ilişkilerde yapısal değişikliklerin tetikleyicisi, 1991'de soğuk savaşın sona ermesi değil, ABD hegemonyasının 2008 sonrasında girdiği krizdir. ABD, 2008 finansal krizi sonrasında Orta Doğu'daki askeri, siyasi ve ekonomik yükümlülüklerini daraltmak, ağırlığını Trans-Atlantik aksından denk bir rakip olarak ortaya çıkmakta olan Çin'i dengeleyeceği Asya-Pasifik aksına kaydırmak istemiştir. Bu durum, Türk-Amerikan ilişkilerindeki yapısal dönüşümün de başlangıcı olmuştur.

GÜNÜMÜZDE, TÜRK DIŞ POLİTİKASININ KISA AMERİKAN YÜZYILI ARTIK SONA ERMİŞTİR

Zira yukarıda anlatmaya çalıştığımız üzere, ABD ve Türkiye'nin birbirleri için değeri temelde, Rus tehdidine karşı iş birliğinden kaynaklanır. İlişkilerin en sorunsuz işlediği, kurumsal bir temele oturduğu alan budur. Oysa 2008'den itibaren ABD için artık denk bir rakip olan Çin daha önemli bir tehdittir ve kaynak öncelikleri o tarafa kaymaktadır. ABD'nin Orta Doğu'dan çekilmesi ve ardında bıraktığı boşluğu Türkiye gibi müttefiklerinin doldurmasını beklemesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir iş birliği alanı açmış gibi görünse de Arap Baharı gibi bu iş birliği de kısa sürmüştür. Her Orta Doğu krizinde olduğu gibi tarafların konjonktürel tavır değişiklikleri, nihai olarak birbirlerine karşı güvensizlik ve hayal kırıklığının derinleşmesiyle sonuçlanmıştır.

Suriye İç Savaşı özelinde, Orta Doğu'da iş birliğinin fiilen sona erdiği 2013'ten itibaren, Türk dış politikasının kısa Amerikan yüzyılı, sonunu getirecek krizi beklemiştir. Bu kriz, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasında yaşanan gelişmelerle su yüzüne çıkmıştır. Lideri ABD'de ikamet eden bir örgütlenmenin yürüttüğü 15 Temmuz darbe girişimine dair herhangi bir uyarının ABD istihbaratınca Türkiye'deki muhataplarına aktarılmamış olması; aksine istihbarat anlamında ABD yerine Rusya'dan destek gelmesi; darbenin ilk saatleri boyunca Amerikan yönetiminin tepkisiz tavrı; darbe girişiminin ardından Türk tarafının beklediği ölçüde destek ifade edilmemesi gibi hususlar, Türkiye için ilişkilerin temelini oluşturan konvansiyonların artık işlemediğini açıkça göstermiştir. Bunun sonucu olarak Türkiye, beka tehdidi olarak algıladığı konularda ABD ile ittifakına güvenmek yerine, Rusya ile 2. Dünya Savaşı öncesini andıran bir stratejik dayanışmaya giderken, ABD ile ilişkiler de giderek 2. Dünya Savaşı öncesinin Büyük Britanya’sı ile ilişkilere benzemeye başlamıştır. Çünkü Türkiye, orta boy bir güç olarak artık iki ya da tek değil, giderek artan ölçüde çok kutuplu bir dünya algılamaktadır. Bu dünyada, öncelikli bir tehdit alanı olarak görmediği Trans-Atlantik aksından geri çekilen bir ABD, artık çift kutuplu ya da tek kutuplu dünyadaki gibi temel beka garantisi sağlayan bir süper güç değil, ‘devletin bekası’ için ilişkilenilmesi gereken birden fazla büyük güçten yalnızca birisidir. 

Günümüzde, Türk dış politikasının kısa Amerikan yüzyılı artık sona ermiştir. Bu ifade çoğu alan uzmanı için fazlasıyla erken ya da iddialı bulunabilir. Aksine, Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sonrasında yaşanan gelişmelerin, aslında geçici olarak tökezleyen Türk-Amerikan ilişkilerini eski konvansiyonları çerçevesinde tekrar rayına oturttuğunu iddia etmek de mümkündür. Özellikle Türkiye'deki 2023 Seçimleri sonrasında hız kazanan yakınlaşmanın da buna delil teşkil ettiği belirtilebilir. Yorum yapmak için erken olsa da naçizane fikrim konjonktürel olan bu yakınlaşmanın yapısal anlamda durumu değiştirmeyeceğidir. Tabii ki ABD, kurumsal güvenlik garantileri bağlamında NATO ittifakının lideri olarak Türkiye için halen önemlidir. Keza, Türkiye de ABD için bir NATO müttefiki olarak halen önemlidir. Ancak çok kutuplu bir dünyada bu ilişki, orta boy bir güç olan Türkiye'nin bütün dış (ve iddia edilebilir ki iç) politikası üzerinde belirleyici olacak etkiye -artık- sahip değildir. 

* Dr. Öğretim Üyesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü