Hakkı Özdal

hakkiozdal@gmail.com
TÜM YAZILARI
Yeşil dönüşüm ve yaratıcı yıkım Toplumun ve toplumsal güçlerin 40 yıllık faşizan baskılarla etkisinin sınırlandığı koşullarda iktidar kavgası; sermaye, bürokrasi ve siyasetteki gerilimleri yansıtacak şekilde ‘devlet merkezli’ bir alanda gerçekleşiyormuş gibi görünüyor. Bu durum Türkiye toplumu için hem kısa hem de uzun vadeli büyük bir tehdit olarak görülmeli.
Türkiye’nin ‘anlık’ görüntüsü: Xiaomi-Salcomp’ta sendika direnişi Erdoğan’ın, ‘seçme’ işçilerle Saray’da buluştuğu gün, Çin’dekinden bile ucuz olan asgari ücreti dahi ödemeyen Çin şirketi Xaomi-Salcomp, İstanbul’daki fabrikasında çalışan 200’e yakın işçiyi sendikaya üye oldukları için tazminatsız işten çıkardı. Türkiye’nin bugününe dair temel sorun da, eğer daha iyi bir geleceği olacaksa onun yolu da burada. Menderes’in elini yakan büst 1958’de Eczacıbaşı seramik fabrikasının açılışında Menderes’in ‘elini yakan’ büst, güçlenen sanayi sermayesinin bir rozeti gibiydi; DP’nin tarım ve ticaret kapitalizminin eriyen hegemonyası karşısında yükselen sanayi burjuvasının rozeti... Belki bu dönemin ‘imge dolu’ hikâyesi de şu inşaat kavgasında gizlidir.
28 Şubat ‘intikamı’: Güç değil, zayıflık alameti AKP neo-İslamcılığı, kendi siyasal sonunun çoktandır ufukta göründüğü koşullarda, 90’lı yaşlarına varmış eski askerleri hapsederek kendisine ve halen onunla davranan bazı kesimlere ‘moral’ mi vermeye çalışıyor? Bu intikamcı tutuklamalar, 28 Şubat’ın da onun doğrudan bir devam ürünü olarak AKP hegemonyasının da çoktan aşılmış olduğu şartları değiştirme etkisine sahip midir? Hayır. Aksine, bir güç değil, güçsüzlük alametidir. Dayanıksız bir ‘eski usul’ hamlesidir. Köylüler ve ‘beyaz etçi’ler: Halk ve sermaye   Akdeniz’de yaşanan yangın felaketi, tüm küresel bağıntılarıyla birlikte Türkiye kapitalizminin on yıllardır yol açtığı tahribatın anlık ve dehşet verici bir görüntüsüdür ve elbette varılan bu durağa siyasal İslamcıların adı yazılmalıdır. Ama biliyoruz ki sorun, onların iktidarı kaybetmesine indirgenemeyecek kadar derin. Zira felaket bölgelerindeki faşist kışkırtıcılık yeni tehlikelere işaret ediyor. Türkiye'ye ve Mehmet Halil Yavuz'a ‘ne oldu’? Dinselleşme, sonuçlarından biri de AKP olacak şekilde, AKP’den çok önce başladı ve 20 yıllık ‘3. yükseliş dönemi’ sona eriyor. ‘Muhalefeti’ de etkilemiş olan bu dinselleşmenin geri çevrilmesi, iktidar devir-tesliminden çok daha önemli. Büyük salgın ve ‘küçük insanlar’ Pınar Ögünç'ün, Duvar Medya Vakfı desteğiyle kaleme aldığı “Pandemi Zayiatı: Bir Yıldan 35 Hayat Hikâyesi” kitabı, “Virüs hepimizi eşitledi” palavrasının maskesini indiriyor. AKP/Erdoğan muhalefeti ve Türkiye’nin geleceği AKP 20 yıl önce, dönemin muhalefetini de önüne katıp sürüyen bir taşkında ülkeye hâkim oldu. Bugün o iktidarı sallayan çalkantı da, bizzat o 20 yılda kurumlaşmış ‘muhalefet’ terkibini sarsıyor. ‘Çatışma’nın alternatif bir yüzü: TÜSİAD ve MHP Türkiye’nin eşiğinde durduğu dönüşüm elbette tüm toplumu ve muhalefeti de etkileyecek; ama kısa vadede en etkin sonuçları iktidar unsurları için üretecek. MHP-TÜSİAD gerilimi, bu açıdan önemli işaret. Pekerler, Soylular ve Cacus’un mağarası 50 yıldır aynı yöntem, araç ve hatta kişilerle ülkeye müdahale eden faşist çekirdeği ve onun ‘nizami’ devletle, sermayeyle, siyasetle sistemli ilişkilerini tarihsel çerçevede açığa çıkarmalıyız. Bu harabe nasıl kalkacak? Tüm yıkıntının onarılması, harabenin, makyajlanıp ön cephesi değiştirilerek değil, böyle kolay yıkılmayacak şekilde yeniden yapılması için toplumun mukadder değişime aktör olarak katılması gerekiyor. Yalıkavak’tan İkizdere’ye: Tek devlet, tek şirket "Felaketler asla yalnız gelmez" kehaneti, ekonomik kriz ve salgının yanında bir devlet kriziyle yüzleştirerek bu rejim için de gerçekleşiyor. Susurluk-kriz-deprem döngüsü, benzer şekilde kuruluyor. Kara para, ‘aşırı sağ unsurlar’ ve kokain 1987 ve 1997’deki gibi, yine bir kavganın başına değil ‘sonuna’ tanık oluyoruz belli ki. Rejim, damarlarında kan yerine dolaşan bu irin aktığı için ölmüyor, ölmekte olduğu için bu kirli nehir akıyor. ‘Mağlubiyetin arifesi’ mi, ‘bozgunun ertesi’ mi? Toplum karşısında giderek, devletin baskı olanaklarından başka bir hükmü kalmayan siyasal iktidar, yıllar önce yaşadığı yenilgiyi zor yoluyla inkâr ede ede nihayet kendi bozgununa dönüştürmüş durumda. Kavga: Türkiye kapitalizmini kim, nasıl yönetecek? Ne ilk seçimde giderler iyimserliği ne de bunlar gitmez karamsarlığı. Bu tarihsel anda, en karanlık ihtimali gören ama ona teslim olmayı reddeden, krizde kendi fırsatlarını gören bir mücadelede ısrar. Kavara: Reform, büyük kongre, manifesto vs... Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz; onu siyasal olarak yönetmeyi de giderek zorlaştıran, sınıf ittifakları ve koalisyonlarını aşındıran bir noktaya vardıkça rejim, kendi bekasına yönelik tehdit hissediyor ve tehlike anında kabuğunun içine saklanan bir kaplumbağa gibi, destek çevresinin sadık katmanına, ‘dava neferleri’nin sert ama dayanıklılığı tartışmalı kabuğuna doğru çekiliyor. Tüm toplumu, propagandadan kışkırtmaya varan yollarla tehlikeli şekilde geriyor. Harun Çetin’i hatırlamak ve Gergerlioğlu Gergerlioğlu'na parmak sallayanlar hem devlet geleneğinin en geri, en canavarca âdetlerini hem de Türkiye sağının tüm fraksiyonlarında mevcut, insani değerlerden ve ilke’den yoksun acımasızlığı, o soğukkanlı pişkinliği neşrediyor. 90’larda berkitilen bu şiddet devleti, o günlerde bir embriyon halindeki AKP iktidarının da geleneğidir. 28 yıl önce bugün katledilen Harun Çetin’i ve işkence kurbanlarını hatırlamak, o doğrusal hattı gözden kaçırmamak; tüm bunlarla mücadelede ‘yanılmamak’ için önemli. Grev hakkı, ‘2 Mart darbesi’ ve rejimin insan hakları 28 Şubat için ortaya çıkan ‘hatırat’, insan hakları eylem planının açıklandığı 2 Mart günü için de çıksaydı, 1994’te DEP milletvekillerinin Meclis kapısında yaka paça gözaltına alınıp 10 yılı aşkın kalacakları hapse götürüldüğü de hatırlanabilirdi. Tam zamanında: Sabahında belediyelere kayyum atayıp, parti kapatma süreci başlatıp öğleninde insan hakları reformu açıklanan 2 Mart 2021 gününde… Gare şoku ve rejimin Vişne Bahçesi İktidar daha önce, başarısız sonuçları da milliyetçi bir ajitasyona tevil edebiliyor ve muhalefetin önemli bir bölümünü hizaya çekebiliyordu. Riskli hamleler bir tür ‘milliyetçilik sigortası’ ile korunuyor, olumsuzlukların faturası gündeme bile gelmiyordu. Ancak Türkiye’de siyasi alanı da etkileyecek şekilde hızlanan iktisadi ve sosyal gelişmelerin geriye böyle bir imtiyaz da bırakmadığı Gare operasyonuyla birlikte ayyuka çıktı. Ay’a çıkış, Dünya’ya düşüş Etraflarındaki kat kat koruma çemberlerine rağmen, halkın arasına karışır gibi yaptıkları her anda “açım”, “eve ekmek götüremiyorum” diyen insanlar o duvarları aşıp karşılarına çıkıyor. Uygulanan yüksek dozlu güce rağmen birinci handikap gerçeğin bu resmidir. Ay’a çıkma vaadi, henüz 20’li yaşlardaki anne-babanın canına kıydığı Zeytinburnu’ndaki yoksul evde ‘Dünya’ya çakılıyor. Anayasal diktatörlük ve Boğaziçi kavşağı Öğrenci eylemleri, bu fiili kayyum rejiminin, Kürt belediyelerinden ibaret olmayıp, tüm ülkeye teşmil ettiğini gösterdi, ne tür bir yol ayrımında olduğumuzu daha anlaşılır hale getirdi. Gençlerin eyleminde vücut bulan siyasal-toplumsal itirazın sokaktaki meşruluğu, Türkiye’nin önündeki bir kavşak artık. İktidarda kalmanın yolu olarak bu fiili rejime ‘anayasallık’ kazandırılacaksa, sokaktaki itirazın ezilmesi şart. Peki fiziki gücü bunu kolayca başarmasını sağlayabilir mi? Karanlık tünelin içinde Şimdilerde hem esnek çalışma hukukunun hem de ücretsiz izin dayatmasının muhatabı olan işçiler, 2003 ve 2021 AKP’leriyle aynı anda karşılaşmakta; bu iki AKP’nin, emek karşısındaki pozisyonu açısından, aslında tek bir AKP olduğuna tanık ve kanıt olmaktadır. Üretici köylü hacizlerle, esnaf iflaslarla boğuşuyor. Bu koşullarda, başlangıç AKP’si aktörlerinin ‘demokrasi-sermaye girişi’ masallarıyla kurulmuş bir muhalefetin, işaretleri artan faşist tahkimat karşısında dayanıklılığı yok. Geçmişten bugüne: Piyango, sermaye ve devlet Sermayenin ekonomik gücü, devleti elinde bulunduranların politik gücünden daha dayanıklıdır. Devlete ve onu yönetme siyasetine er geç nüfuz eder. Ve burjuva anlamda bir ‘demokrasi’ ve ‘özgürlükler’ çerçevesi bile, ancak alt sınıflarla pazarlık (savaş) ediyorsa, onların soluğunu hissediyorsa gündemine gelir. Burjuva reform, ‘liberal sağduyu’dan değil karşı mücadelenin gücünden kaynaklanır. Bir çatışma parolası: ‘Milli güvenlik’ vesayeti Bugün saray rejiminin milli güvenlik kavramına sarılması –güncel tabirle söylersek– bir vesayet hamlesidir. Rejim, bir yeni vesayeti, yine milli güvenlik alışkanlığıyla savunma telaşında. Bu vesayet, rejimi oluşturan siyasal terkibin şu ya da bu kanadından değil, bütünlüklü uygulamalarından kaynaklanıyor. Türkiye yönetici sınıfları, yeni bir siyasal bunalım anında, ‘milli güvenlik’ kavramının da yeniden çatışma alanı olarak öne çıkacağı bir gerilim momentindedir. ‘Yerli-milli’ rejim, yabancı sermaye ve Türkiye işçisi Yüzde 100 İspanya sermayeli Baldur ile yüzde 90 İsveç sermayeli Systemair HSK, dün Gebze’den Ankara’ya yürümek isterken polis şiddetine maruz kalan işçilerin atıldığı ya da ücretsiz izne çıkarıldığı üç fabrikadan ikisidir. Bu fabrikalardaki işçiler, Birleşik Metal İş sendikasında örgütlenme yetkisini bakanlıktan aldıkları günün ertesi sabahında kovulmuştur. Türkiye’nin gerçek yarılması, safların sahici ayrışması budur… Piyasaya tatlı dil, topluma acı reçete Ekonomi hakkında birdenbire “muhaliflerinin diliyle” konuşmaya başlayan iktidarın bu kabuk değişimi, ekonomi ile sınırlı kalamayacak kadar keskin bir ‘dönüş’tür. Yargıda, sosyal politikalarda, toplumla ilişkilerde, siyasal ittifaklarda sonuçlar ve çözülmeler üretecek bir yola, gönülsüz ama zorunlu şekilde giriyorlar. Piyasalar için tatlı dil, toplum için acı reçete vaadi ile çıkılan bir yol bu ve kaçınılmaz siyasal sonuçları olacak. Tasfiyenin iki yüzü - 1: Sermayeye diyet Saray yönetimi ve memurları, sermayenin eleştirel çerçevesine doğrudan karşılık gelecek kavramlarla konuşarak, ÖNGÖRÜLEBİLİRLİK, ŞEFFAFLIK, KURUMLAR diyerek; sadece toplumsal açıdan değil, sermaye desteği açısından da eriyen gücüne pansuman yapmaya çalışıyor. Kendisine ‘alternatif’ aranmasına gerek olmadığını, aklını başına toplayabileceğini söylüyor. Bu uğurda, uzun ve zorlu bir dönem boyunca inatçı bir kırmızıçizgi olarak korunan, ‘aile dolgulu’ rejim mimarisinden taviz veriyor. Krizden çıkış stratejisi: Emeğe taarruz Saray yönetimi, hem ekonomik krizden hem de onunla doğrudan bağlı siyasal krizden çıkış yolu olarak açık bir sınıf taarruzunu görüyor. Depremle yıkılmış mezar binaların üstündeki sakar bürokratik şovlar, askıda ekmekler, “eve ekmek götüremiyoruz” diyen esnafa pişmanlık metni okutmalar ise bu taarruz esnasında işlerinin ne kadar zor olduğunu gösteren yol işaretleri. Erdoğan’ın siyaset minderi ve ‘mızmız solcular’ ABD seçimlerini şu ya da bu adayın kazanmasının kendi gündelik yaşamlarını doğrudan iyileştireceği yanılgısına sahip olmayanlar; Somalı madenciler, Denizli esnafı, toprakları çalınan köylüler, çok daha yaygın bir sigortasız ve esnek çalışma dayatmasıyla karşı karşıya olan tüm emekçiler ‘anaakım’ siyasetin dışında kalıyor. Bazı liberal yorumların aksine, Erdoğan’ın en büyük avantajı, ‘onun rakiplerine mızmızlık eden solcular’ değil, bu siyasi minderin kendisi. Aşınmış bir patika: Yoksullara cennet Rejim, ekonomiyi, kurumları ve tüm toplumu kuşatan; ideolojik temelinde din ve dinselleşmenin politik temelinde bu sömürü düzenini sürdürme ihalesini kazanma gayretinin yer aldığı topyekun bir huruca kalkışmış durumda. Bu noktada ‘resmi muhalefet’ de, Anayasa Mahkemesi de, Sayıştay da, hatta belki giderek ‘içeriden’ bazı kişi ve gruplar da çeşitli doz ve biçimlerle hedef olacak gibi görünüyor.