YAZARLAR

Karanlık tünelin içinde

Şimdilerde hem esnek çalışma hukukunun hem de ücretsiz izin dayatmasının muhatabı olan işçiler, 2003 ve 2021 AKP’leriyle aynı anda karşılaşmakta; bu iki AKP’nin, emek karşısındaki pozisyonu açısından, aslında tek bir AKP olduğuna tanık ve kanıt olmaktadır. Üretici köylü hacizlerle, esnaf iflaslarla boğuşuyor. Bu koşullarda, başlangıç AKP’si aktörlerinin ‘demokrasi-sermaye girişi’ masallarıyla kurulmuş bir muhalefetin, işaretleri artan faşist tahkimat karşısında dayanıklılığı yok.

1987, 12 Eylül ile kurulan ve Özalcılık ile sürdürülen rejim için kritik bir yıldı. Üç yıllık askeri diktatörlük, ardından bunun doğrudan uzantısı olan dört yıllık ANAP hükümetlerinin birinci dönemi sona ermişti. ANAP, büyük sermayeyle ticaret burjuvazisinin, liberallerle taşra muhafazakârlığının, bir dönem sokakta görev ifa etmiş eski Bozkurtlarla tarikat ve cemaatlerin bir araya geldiği bir konsorsiyumdu. Sermaye sınıfının siyasal tercihleriyle Türkiye sağının siyasal ve kültürel varlığı, ordunun gözetimi ve güvencesinde güçlerini birleştirmişti onda. Türkiye’yi emekçilerin ağır kayıpları pahasına uluslararası neoliberal kapitalist düzen doğrultusunda cebren değiştiren bir yeni iktidar bloku kurmuşlardı. Bu dönemde yaşanan ve ortalaması yüzde 5’i bulan büyüme, ihracat teşvikleri, ithalat serbestisi ve finansallaşmanın yanında, emek üzerinde despotik bir baskı rejimi kurulmasıyla mümkün olmuştu. Ücretler tarihi düzeyde gerilemiş, sendikalar başta olmak üzere, örgütlenme özgürlüğü ve özlük hakları konusunda ağır kayıplar yaşanmıştı. 1987, bu koşulların çalışan sınıflar, emekçiler üzerinde yarattığı basıncın bir yüksek karşı-enerji yaratmaya başladığı ilk belirgin yıl, aslında ANAP hegemonyasının çöküşünün başlangıcı oldu. 1984 yılında ülke çapında sadece 4 grev örgütlenmişken 1987’de bu sayı 307’ye çıkmıştı. (İşçi hareketinin zirveye çıkarak Özal iktidarını yıkacağı 1990 ve 91 yılları dışında bir daha da asla bu sayıya ulaşamadı.) 1986’daki Netaş grevinde yanan fitilin ardından 1987, bir bakıma, 12 Eylül’de ensesine sopayla vurularak bayıltılan toplumsal hareketin uyanmaya başladığı yıl oldu. O yıl gerçekleşen iki grev, hem sermaye karşısında elde edilen moral üstünlük hem de sendika bürokrasilerinin aşılması açısından öncü roldeydi. İlki, Haziran 1987’de İstanbul Kazlıçeşme’deki deri fabrikalarında başlayan grevdi. Neredeyse 500 yıllık köhne üretim alanlarında, büyük sefillik içinde ve düşük ücretlere çalışan, enflasyon karşısında bu ücretleri de eriyen 3 bin 500 deri işçisi, en azgın emek düşmanı koşullarda bile grev hakkının kullanılıp sonuç alınabildiğini gösterdi. Deri grevi, 12 Eylülcü/Özalcı ihracatla büyüme stratejisinin –tekstil, gıda gibi– teşvik edilen, gözde sektörlerinden birinde olmuştu. İşçiler, yeni Özal zenginleri diye anılan dönemin yükselen sermaye çevrelerine karşı zafer kazanmıştı. Bu, Özal şahsında anılan sermaye iktidarının hegemonik gerilemesinde önemli bir işaretti.

İkinci önemli deneyim ise deri grevi sürerken, hem patronun hem de sendikal bürokrasinin çabalarına rağmen ateşlenmesi engellenemeyerek 20 Ağustos 1987’de başlayan Migros greviydi. Bin 100 işçinin katıldığı, dört aydan fazla süren Migros grevi de kazanımla sonuçlandı. Migros, 1987’de çoğunluk hissesi Koç Holding’e ait olan bir şirketti ama ortakları arasında Et ve Balık Kurumu, Toprak Mahsulleri Ofisi gibi kamu kuruluşları, hatta İstanbul Belediyesi de yer alıyordu. Bin 100 Migros işçisi, büyük sermayenin ve onları özelleştirmeye yeminli bürokratların elinde de olsa kamu kuruluşlarının ortaklığına karşı zafer kazanmıştı. Zaten o ortaklık, 12 Eylül ve devamında Özal rejiminin özüydü. Deri atölyeleri ve Migros marketlerde, aynı yıl Seydişehir Alüminyum’da ve yüzlerce başka yerde çakan kıvılcım, 1989’dan başlayarak, tüm kamu sektörüne, metal ve maden sanayiine yayıldı. Sermayenin, emekçi sınıflar ve halk üzerinde, 12 Eylülcülerin silahları ve açık şiddetiyle kurduğu diktatörlük, bu grev ve direnişlerin ardından kısmen geri çekilmek zorunda kaldı. 12 Eylül’ün birinci fazı dağıldı. Türkiye kapitalizmi yola yeni aktörlerle devam etmek zorunda kaldı. Eski toprak Demirel’e demokrasi vaat ettirerek, sosyal-demokratlarla koalisyon kurdurarak yeni bir yol bulmaya çalıştılar. Kriz, ülke tarihinin en karanlık dönemeçlerinden biri olan 90’lar boyunca, ekonomik olarak da siyasi olarak da sürdü. PKK ile savaşın güçlendirdiği güvenlik bürokrasisi, yeraltı-mafya örgütleri, aşiret ve uyuşturucu kodamanları ile tahkim edilmiş devlet sınıfının inisiyatifi arttı. Bunların yaptığı operasyonlardan, yeni pazarlara erişmek ve AB olanaklarından yararlanabilmek için kısmi demokratik açılımlar ve Kürt sorununda çözüm talep eden –Sabancı gibi– bazı büyük sermaye temsilcileri bile nasibini aldı.

* * *

Migros’un, İstanbul başta olmak üzere Marmara Bölgesi’nin pek çok noktasına dağıtım yaptığı, Kocaeli Çayırova’daki devasa deposunun önünde de bir işçi direnişi var bir süredir. Bugün çoğunluk hissesi Anadolu Grubu’nda bulunan Migros depolarında, taşeron şirket faaliyet gösteriyor. Depoyu işleten UsGrup adlı taşeron, 46’sı sendikaya üye olan 70 işçiyi 2020 sonunda ücretsiz izne çıkardı; sendikalı üç işçiyi Gebze’den Esenyurt’a sürerek fiilen işten attı. Depo, Liman, Tersane ve Deniz İşçileri Sendikası’nda (DGD-SEN) örgütlenen işçiler kovuluyor; işyerine sendikanın yerleşmesine engel olunuyor. İşçilerin direnişi bugün 21’inci gününde. Bunun, salgın önlemleri adı altında patronlara tanınan ayrıcalıkların, Migros depolarındaki sendikalaşma faaliyetine karşı bir gözdağı da içerecek şekilde kullanılması olduğu çok açık. Patronlar, ellerine verilen bu ücretsiz izin silahını hunharca kullanıyor zaten. “Sözde” işten çıkarma yasağına karşın, “ücretsiz izin” adı altında, 39 liradan 47 liraya ‘yükseltilen’ brüt günlük ücretle fiilen işten çıkarılan işçilerin sayısı 2,5 milyona yaklaşmış durumda.

Bu zorbalığa karşı ilk direnç işaretlerinin görüldüğü yerlerden birinin depolar olması da şaşırtıcı değil. Tedarik zincirleri bünyesinde çalışanlar, bugünkü çalışma rejiminin tüm düşmanca uygulamalarının muhatabı: Düşük ücret, taşeron sistemi, geçici işçilik, esnek çalışma, fazla mesai zorlamaları, 14-16 saate varan iş günleri, fiili sendika yasağı, mobbing ve cinsel taciz… Salgının ilk günlerinde bir pembe büyüme hayali olarak tedarik zincirlerinin adı sık sık anılırken, bu despot emek rejiminin avantajlarıyla göz kırpıyordu iktidar patronlara. AKP iktidarı, bir kalıt söz olarak ileride de hep hatırlanacak olan “OHAL’le grevleri yasakladık” itirafından uluslararası pazarlara açıktan ‘esnek’ ve çok ucuz emek vaat etmeye varana dek pek çok durumda emekçi karşıtı bir iktidar olduğunu gösterdi. 2002’den beri en ‘istikrarlı’ olduğu, hatta belki de tek istikrarlı olduğu konu bu oldu. AKP hükümetinin ilk icraatlarından biri, 1971’den bakiye 1475 sayılı İş Kanunu’nu kaldırıp, 4857 sayılı kendi iş kanununu getirmektir. Tamamen esnek çalışma hukukuna geçiş anlamına gelen bu yasa, AKP henüz 5 aylık iktidarken çıkarılmış, o vakit kimilerince “rejimin sigortası” olarak görülen “laik” Anayasa Mahkemesi de ona “günümüzde birçok nedenle değişen ticari ve ekonomik koşullar, iş idaresi yönünden esnek çalışma yöntemlerini gerekli kılmaktadır” gerekçesiyle onay vermiştir. (1)

AKP ilk iş olarak yeni bir iş kanunu yapmakla kalmamış, genellikle büyük sermayenin talepleri doğrultusunda bu kanun üzerinde onlarca değişiklik yapmıştır. (2) Bu bakımdan, şimdilerde hem esnek çalışma hukukunun hem de ücretsiz izin dayatmasının muhatabı olan işçiler, 2003 ve 2021 AKP’leri ile de aynı anda karşı karşıya gelmekte; bu iki AKP’nin, emek karşısındaki pozisyonu açısından farksız, aslında tek bir AKP olduğuna tanık ve kanıt olmaktadır. AKP emek rejimi konusunda 18 yıldır ne gömleği ne şalvarı değiştirmiştir. Üstelik ‘reform’ söylemiyle güven tazelemek istediği sermaye kesimlerinin talepleri de bitmiyor. TÜSİAD bir süredir “güvenceli esneklik” adı altında esnek çalışmanın kural haline gelmesini dile getiriyor. İşçileri her noktada atomize etmek, kendi aleyhlerine olacak şekilde birbirleriyle rekabete sokmak istiyorlar. Migros patronu Tuncay Özilhan’ın TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı olduğunu da buraya not edelim.

* * *

Türkiye bir süredir kendi yakın geleceğine dair karanlık işaretlerin çoğaldığı olaylarla karşılaşıyor. Gelecek Partili siyasetçi Selçuk Özdağ ile MHP’yi eleştiren bazı gazetecilerin açık ve giderek şiddetlenen saldırılara maruz kalması, güpegündüz kaçırılan insanlar, tüm bunlara dair siyasal iktidar bileşenlerinin, güvenlik güçleri ve yargının, bir bütün olarak devletin tutumu, uluorta konuşulan felaket senaryoları, tehditler, gözdağları… Temmuz 2016’dan itibaren KHK düzeni ve hemen ardından gelen başkanlık sistemiyle süren baskı rejiminin, ‘sıkıştığı’ koşullarda neler yapabileceği konusundaki endişeli tahminler de iktidar etrafında kümelenmiş bazı grupların özgeçmiş bilgisi de –kimi zaman atalete varan bir karamsarlık üretiyor. Diğer yandan “ilk seçimde gidecekler” diye özetlenebilecek iyimserlik de bir başka atalet yaratıyor.

TÜSİAD ‘daha çok reform’, dış siyasette yumuşama ve uluslararası piyasalara tam entegrasyon talebini sürdürürken (3) TOBB sermayesi yüksek faizden; esnaf enflasyondan ve dövizdeki gerilemeye rağmen yapılan zamlardan şikayet ediyor. (4) Sermaye sınıfının büyükten küçüğe talep ve beklentilerinin farklılaştığı, esnafın tahammülünün kalmadığını gösteren örnekler artıyor. Tarım Kredi’den aldıkları kredileri ödeyemeyen çiftçinin hayvanlarına, traktörlerine haciz yağıyor; üretici köylü sözcüğün gerçek anlamıyla ağlıyor. Tüm bunlara işçi sınıfının, emeklilerin, gençlerin karşı karşıya kaldığı durum ekleniyor. Bu tablo, Erdoğan’ı bugünlere taşıyan tarihsel blokta, lekesi genişleyen bir çözülmeyi gündeme getiriyor. Ve tam da böyle bir anda, devletin bir süredir genişleyen ve sertleşen rolünün de etkisiyle palazlanmış bir başka odak başını uzatıyor dışarı. Emniyet, yargı, bürokrasinin tüm kademeleri, üniversiteler, eğitim, medya ve kültürde iktidarın tahakkümü ve baskısı koyulaşıyor. Bakanlıklar, bakanlıktan üstün bir statüde davranan Diyanet, partizanca kurulmuş mülki idare, yerel yönetimlerden rektörlüğe dek bir dizi noktada kayyum sistemiyle oyuna dâhil olan organik kadrolar, açık birer aktör olarak devreye giren mafya babaları, ‘gücünü’ ilkesiz cüretinden alan güdümlü medya ve RTÜK, parayla beslenen sanal ve gerçek militanlar ülkeye musallat olmuş durumda. Rejim, bir yandan kendi blokunu toparlamaya çalışırken bir yandan da ‘başka macera’ aramaya kalkacaklara fiziki gözdağı veriyor.

Tüm bunlara karşılık “bunlar neler yapmaz ki” karamsarlığı ile “bunlar bitti” iyimserliği arasındaki alanda şuursuz bir ‘bekleme hali’ var. Kölece bir emek rejiminde, asgari ücret adıyla tespit edilen sefalet ücretinin bile altında yaşamaya mahkûm edilmiş milyonlarla, varını yoğunu kaybetmekte olan üretici köylü başta olmak üzere, memurun, iflastaki esnafın, küçük üreticinin siyasal bir program etrafında birleşmesine ihtiyaç var. Ekonomik kriz bir sosyal krize dönüşmekteyken, en koyu siyasal gericiliğin, kapitalizmin ihtiyaçlarını en kısa yoldan gidereceğine dair vaadi inandırıcılığını artırabilir. Faşizm, işçi sınıfının güçsüz ve mücadele kapasitesinin düşük olduğu koşullarda daha güçlü bir seçenek haline gelir. Türkiye’de giderek bir faşist tahkimata dönüşmekte olan mevzuat ve sokak uygulamaları da, emek hareketinin zayıflığını, dağınıklığını fırsata dönüştürmektedir. 2003’ten itibaren yenilenen despot emek rejiminin 18 yıllık serencamını yaşayan işçilere, “demokrasi-sermaye girişi” masalları anlatan eski AKP zihniyetine saplanmış bir ‘muhalefet’ o tahkimat karşısında dayanıksızdır.


(1) AYM’nin konuyla ilgili kararı şurada 

(2) AKP’nin emek rejimi konusundaki ‘istikrarı’nı göstermek açısından önemli bir kaynağa dikkat çekmek istiyorum: Bağımsız Sosyal Bilimciler, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, Yordam, 2015

(3) TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin, daha önce de sıklıkla yaptığı gibi “ABD’deki değişime işaret ederek” Türkiye’nin ‘yeni duruma’ uygun davranması gerektiğini söylemeye devam ediyor. Son olarak şurada.

(4) TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun faiz sorunuyla ilgili olarak banka sermayesini de suçladığı değerlendirmeleri şuradan; TESK Başkanı Bendevi Palandöken’in ‘döviz kuru bahane edilerek yapılan zamlara şiddetle karşı çıktığı açıklama buradan okunabilir. Palandöken’in “başta enerji ve akaryakıt fiyatları olmak üzere, tüm kalemlerde indirim yapılmalı” sözleri bizzat hükümete yönelik. Zaten Palandöken, bu çıkışının ardından Erdoğan tarafından davet edildi ve geçtiğimiz cumartesi günü yapılan görüşmede 6 maddeden oluşan taleplerini ilettiğini söyleyerek “ilk kabinede olumlu gelişmeler bekliyorum” dedi.

 


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.