YAZARLAR

‘Çatışma’nın alternatif bir yüzü: TÜSİAD ve MHP

Türkiye’nin eşiğinde durduğu dönüşüm elbette tüm toplumu ve muhalefeti de etkileyecek; ama kısa vadede en etkin sonuçları iktidar unsurları için üretecek. MHP-TÜSİAD gerilimi, bu açıdan önemli işaret.

3 Kasım 1996’da Susurluk kazası gerçekleştiğinde, Türkiye zaten çoktan bir ‘yol ayrımı’na gelmişti. Siyasal düzlemde sivil-asker ‘laik’ bürokrasinin, bir tür müesses nizamın tepkisel direncine rağmen gücünü artıran ve etkili bir sınıflar koalisyonu örgütleme potansiyeli gösteren İslamcı karşı-hegemonya; ekonomi alanında ‘istikrarsızlık’ olarak kodlanan siyasal çatışmanın yol açtığı atalet ve bunun İstanbul sermayesi ile Anadolu sermayesi arasında yarattığı kısmen yapay gerilim… Ve elbette, belirleyici bir unsur olarak, 1980’den beri yoksullaşması süren işçi sınıfının, memurların, köylü ve çiftçinin, bir bütün olarak halkın, mevcut siyasal denklemden tarihsel kopuşu… Türkiye’nin ekonomik-politik idaresi için büyük önem taşıyan ‘merkez’, geri dönülmez şekilde çözülmekteydi. Radikal bazı özellikler içeren bir doktrinerliğe, ama daha önemlisi, ülkenin küresel kapitalizme entegrasyonu projesinde gereksiz zaman kayıplarına yol açabilecek bazı ‘köhne niyetlere’ sahip İslamcılar güçleniyordu. Kürt ayaklanmasının bastırılması sırasında kullanılan yöntem ve araçlar; özel harp aygıtlarını, silahlı bürokrasinin ordudan koruculara dek tüm unsurlarını, suç ekonomisinin başlıca aktörlerini, bunların genişleyen gücüne tâbi ve yardakçı olan siyasetçileri içine alacak şekilde, yarı-özerk bir güç merkezi oluşturmuştu. Bu ‘özel harp devleti’nin cüssesi, canlı yayınlanan banka ihalelerine gölgesi vuracak kadar irileşmişti. Ekonominin derin ve süreğen krizi, siyasetin ve devlet aygıtının içine nüfuz eden sonuçlar üretiyordu. Türkiye kapitalizminin idaresi açısından ‘müdahale’ kaçınılmazdı.

Emeğin (ve onun şahsında toplumun) yeteri kadar örgütlü ve güçlü olmadığı koşullarda, büyük burjuvazi, Türkiye kapitalizminin ‘maddi’ koşullar açısından bu en etkili ve kabiliyetli gücü, ülkenin artık kaçınılmaz hale gelmiş bu sosyal-siyasal değişiminin –yönünü de tayin edecek şekilde– öncülüğünü üstlendi. İşçi sınıfı ve doğal müttefiklerinin sosyal-siyasal varlığını ‘reel’ bir tehdit olarak görmeyen büyük sermaye, bir yandan çok ‘demokrat’ görünme, bir yandan da açık bir sermaye diktatörlüğü inşa etmek için gerekli koşulları sağlama konusunda avantajlı bir konumdaydı. Böylece, hem yakın zamanda ‘merkez’e yerleşecek İslamcılığın ‘ilkel’ yanlarının törpülenmesi ve o kütlenin içinden küresel kapitalizmle uyumlu, kullanışlı bir aparatın yontulması, hem de bütün o liberal söylemin arkasında bir şirket-devletin inşasının, bir tür ‘pişman İslamcıların hırsı kullanılarak güvenceye alınması sağlanacaktı. AKP iktidarını yaratan, onu yakın tarih için görece uzun ömürlü bir hegemonyaya dönüştüren koşullar böylece ortaya çıktı.

***

21 Ekim 1998 günü, yani 28 Şubat müdahalesinden 22 ay, Susurluk kazasından iki yıl kadar sonra, dönemin TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan imzasıyla bir basın bildirisi yayınlandı. Kayhan, birkaç gün önce ANAP grup toplantısında TÜSİAD’ı eleştiren ve mealen “karanlık ilişkilerin açığa çıkarılması için ben dostlarımı kaybetmeyi göze aldım” diyen dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’a şöyle diyordu: “Temiz toplum, temiz siyaset için her türlü mücadelenin yanındayız. Bu uğurda bir kaybımız olacaksa, bunu kayıp saymayız. […] Bunun için gerekli olan kurumlar, yasalar ve kamuoyu arzusu mevcuttur. İhtiyaç duyulan tek şey sonuna kadar gitmeye hazır bir siyasi iradedir.” Yılmaz’a, yapmak istediklerinin değil, yapması gerekenlerin öncelikli olduğunu hatırlatan muazzam bir burjuva ültimatomdu bu… Mesut Yılmaz başbakanlıkta o yılın sonunu zor gördü; 11 Ocak 1999’da DSP/Ecevit’in, Türkiye’yi seçimlere taşıyacak azınlık hükümeti kuruldu. Hemen ardından, 16 Şubat’ta Abdullah Öcalan Türkiye’ye getirildi, nisan ayında seçime gidildi.

Eski başkan Kayhan’ın bu konuşmasını, geçen 17 Haziran’daki TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu (YİK) toplantısında Tuncay Özilhan hatırlattı: “Bundan 23 yıl önceki başkanımız Muharrem Kayhan’ın dediği gibi, temiz toplum, temiz siyaset için her türlü mücadelenin, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da yanında olacağız.” (1)

Bu hatırlatma, Özilhan’ın konuşmasının genel çerçevesi düşünüldüğünde daha ‘anlamlı’ idi. Biden-Erdoğan görüşmesinden sadece üç gün sonra yapılan TÜSİAD toplantısında YİK Başkanı Özilhan, çok geniş ölçekte itirazlar içeren bir konuşma yapmıştı zira. “Geleceğe ilişkin inancımız, umudumuz zayıflıyorsa, bir yerlerde terslik var demektir” diyordu örneğin, neredeyse kendi pozisyonunu ‘toplumsal bir güç’ olarak konumlayan bir özgüvenle: “Yapılan çalışmalar, projeler ve açıklamalar, insanımızı mutlu etmiyorsa, neyi niçin yaptığımızı yeniden düşünmek gerekir.” Sizce hangi ‘projeleri’ ve ‘açıklamaları’ kast ediyor olabilir?

Sonra şöyle diyordu Özilhan: “Evet, GSYİH verilerine göre gayet iyi büyüyoruz. […] Ama bu büyüme istihdam yaratmıyor. Nisan ayı itibarıyla evine ekmek götürebilenlerin sayısı üç sene öncesine göre 750 bin azalmış.” Türkiye’de büyük sanayi-finans sermayesinin örgütünde sembol bir isim ve “eve ekmek götürmek” tabiri… Rejimin ‘sosyal eleştirisi’ büyük burjuvaziye mi kalmıştı yoksa!

Özilhan devam ediyor: “Yüksek enflasyon satın alma gücünü azaltıyor. Pandemi koşullarında işini kaybedenler, borca girenler, hayat pahalılığı nedeniyle refahı gerileyenler, zora düşen esnaf, çiftçi ve KOBİ’ler, adil rekabet kurallarına uyarak iş yapan girişimciler, artan büyümeden kendi paylarına düşeni alamıyorlar.” Muazzam bir sınıfsal blok tarif ediyor büyük burjuvazinin sözcüsü: İşsizler, ücretleri gerileyen tüm emekçiler, esnaf ve “adil rekabet kurallarına uyarak iş yapan girişimciler…” Adil rekabet kurallarına UYMAYANLARI işaret eden bu son küme, bizzat sermaye sınıfının içindeki bir kesimi işaret ediyor; onlara son derece güncel ve elbette karşılığı olan bir argümanla sesleniyor. Özilhan ve aynı gün kürsüye çıkan TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin konuşmaları; laiklikten İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline, vergi ve maliye politikalarından ‘büyüme anlayışı’na, tarımdaki çöküşten doğanın yıkımına, dış politikadan yargının durumuna, isim vermeden de olsa Sedat Peker videolarının muhtevasından HDP’yi kapatma davasına, salgınla mücadeledeki akametten medyanın haline dek, tüm gündemleri içeren bir burjuva manifesto gibiydi. Özilhan, “Tüm bunlar, birlik olmayı, ülke olarak karşı karşıya olduğumuz zorluklara beraberce göğüs germeyi zorlaştırıyor” diyordu; içerideki krizin dayandığı noktayı işaret etmişti. Kaslowski ise uluslararası konsepti, küresel Batı karşısında varılan noktayı vurguladı: “Geçtiğimiz günlerde yapılan bir dizi zirve; Batı dünyasının yeni yönelimleri hakkında bizlere fikir verdi. Başkan Biden, ülkesinin ittifak bağlantılarını güçlendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken Batı ittifakının değer ve ilkelerini temel taşlar olarak gördüğünü vurguluyor. Birbirleriyle çeliştiği düşünülen jeopolitik öncelikler ile demokratik hak ve özgürlükler bu yeni anlayışta birbirini tamamlıyor. […] Uluslararası alandaki derin yalnızlıktan kurtulmamız gerektiğini düşünüyoruz.” Kaslowski bununla yetinmiyor ve “İhtiraslı NATO’culuk tek başına yetmez” de diyordu adeta: “NATO’nun siyasi boyutuna yapılan vurguda demokratik değerlerin ve insan haklarının ön plana çıkarılmasında yeni dönemin tüm parametrelerini görüyoruz. Türkiye’nin bu taahhütleri yerine getirmesinin ülkemizin çıkarına olacağını, dünya düzeninin yeniden kurulduğu bir dönemde çıkarlarımızın Avrupa ve transatlantik ittifakın parçası olmayı gerektirdiğini düşünüyoruz.”

Türkiye kapitalizminin en örgütlü, en ileri, uluslararası kapitalizmle entegrasyonu en gelişkin kesimleri; TÜSİAD şahsında 2019 Mayıs ayından beri, yani İstanbul yerel seçiminin iptal edilmesiyle ortaya çıkan terse dönüşün, artık maddi bir olgu haline (de) geldiği ân’dan beri, Saray rejimine karşı, daha açık ve cüretkâr, sabırlı ve temkinli olmakla birlikte daha sonuç odaklı bir tutum içinde… Bu tutum, benzer kriz ve dönüşüm anlarında büyük sermayenin üstlendiği rolün önemini ve bağlayıcılığını da hatırlatacak şekilde vurgulanıyor: Eski başkanın Ekim 1998’deki konuşmasının Haziran 2021’de hatırlanması bundan. TÜSİAD ve büyük sermaye, gündelik siyasetin basit bir enstrümanı şeklinde kullanılan “zenginler kulübü, kaymak yiyiciler vs.” etiketinin arkasındaki sahici ekonomik-politik gücü gösteriyor: Tam da kendi pozisyonuna uygun küresel ve yerel koşullar olgunlaşmışken. Toplumsal huzursuzluğu gören ve endişe duyan; bunun kontrolsüz sonuçlarına karşı rasyonel tedbirler isteyen; Türkiye kapitalizminin göbekten bağlı olduğu küresel Batı’nın doğrultusuna işaret ve biat eden; tüm bunlar karşısında artık bir restorasyonun kaçınılmaz olduğunu, kendisinin de –daha önceleri olduğu gibi– bu sürecin aktörü olduğunu/olacağını duyuran bir pozisyon almadır bu. Türkiye burjuvazisinin en gelişkin fraksiyonu, ülke siyaseti ve idaresinde, farklı sınıf ve toplum kesimlerinin rızasının da yeniden üretilebileceği bir restorasyon hamlesi için hareket halinde olduğunu göstermiştir. Bu güneşe çıkma ânı, iktidarı oluşturan çok parçalı blokun, kontrolden çıkma eğilimindeki iç çatışmalarına ve varlığının sigortası olan çoğunluk teveccühünü kaybetmesine denk geliyor. 1960’ta, 70’lerin sonu ve 1980’de, 90’lar denen sürecin bitiminde, ‘28 Şubat’lı geçiş döneminde, 2000’ler başındaki yeni hegemonya inşasında ve nihayet 2007’de yaptıkları gibi, tarihsel bir sınıf pozisyonu alıyorlar. Bunların hepsinde ‘kazanan’ ve ‘yola devam eden’ tarafta oldular. Emeğin politik gücünü bunca baskılamışken yine öyle olacaklarını biliyorlar…

***

Bu çok yönlü yeni hegemonya girişimi iktidarın tüm unsurlarında ‘alarm hali’ yaratıyor. MHP/Bahçeli’nin performansı ise bu noktada özel olarak dikkat çekiyor. Devlet Bahçeli’nin TÜSİAD toplantısından beş gün sonra, 22 Haziran’da yaptığı grup konuşması, biraz da doğal olarak, HDP İzmir binasında katledilen Deniz Poyraz hakkındaki sözleriyle gündeme geldi daha çok. Poyraz’ı bir ‘milis-terörist’ ilan etmesi öne çıktı ve “saldırıyı üstlendiğine” dair yorumlar yapıldı. Oysa Bahçeli, İzmir saldırısından yaklaşık dokuz saat sonra, Erdoğan ve Soylu halen açıklama yapmamışken, bir dizi tweet ile konuya mesafelenmeye çalışmıştı.(2) Grup konuşması, saldırının kurbanı Deniz Poyraz şahsında HDP’ye yönelik bildik pozisyonun kati bir teyidini içermekle birlikte, aynı ‘mesafe’ arayışını da sürdürüyordu. Katilin bozkurt işaretli ve silahlı fotoğraflarının “hazırda bekletiliyormuş gibi anında servis edildiğini” öne sürüyor ve şöyle diyordu: “Yani bir taşla birden fazla kuşun vurulması hedeflenmiştir. Altını kalın şekilde çizerek soruyorum; bu katil gerçekte kimdir? HTS kayıtları çıkarılmış mıdır? Bağ ve bağlantıları nereleri işaret etmektedir?”

Bu sözler, kapıyı çalan değişim karşısında MHP’nin yaşadığı tedirginlik ve ‘güvensizliğin’ açık işareti olarak okunabilir. “HDP’yi masumlaştırıp partimizi, Cumhur İttifakı’nı ve Türk devletini suçlamak üzerine bina edilen bu cinayetin önü arkası sonuna kadar araştırılmalıdır” diyen Bahçeli, ‘terörist’ olarak gördükleri kurbanı önemsediklerinden değil, saldırıyı kendi denetimlerinde olmayan bir faaliyet olarak tekinsiz bulduklarından söz ediyordu aslında, bir kez daha. Ve bu tekinsizliği, 17 Haziran TÜSİAD toplantısındaki, yukarıda da değinilen konuşmalara atıf yaparak ‘daha büyük çerçeveye’ oturtuyordu:

“NATO’nun 2030 Vizyon Belgesi’ne atıfla, ittifakın siyasi boyutunun önümüzdeki süreçte güçlendirileceği, yolsuzlukla mücadelenin NATO için önem taşıdığı ifade edilmiş, nihayetinde demokrasinin destekleneceği kayıt altına alınmıştır. AB-ABD Zirvesi’nde ise, yine demokrasinin sahiplenileceği, otoriterliğin her türlü şeklinin reddedileceği hususuna temas edilmiştir. Hiç kimse ne var bunlarda demesin, zarfa değil mazrufa bakmak, söylenenden ziyade maskeli küresel senaryonun devreye alınma niyetine odaklanmak milli bir siyaset marifetidir. Bu gelişmelerden sonra TÜSİAD Başkanı hemen pozisyon almış, kulağına üflenen yalan yanlış bilgilerle hükümeti, ekonomiyi, hukuk ve demokrasi konularındaki eleştirilerini sıralamıştır. Bize göre zamanlama ilginçtir.”

Belli ki MHP, Türkiye’nin önündeki restorasyonun kendi hilafına gelişmesi riskini görmüştür. Bir yandan anti-küreselci tonla statükoya tutunmaya çalışmakta ve tüm siyasal gericiliğe bu istikameti göstermektedir; diğer yandan AKP’yi de “Cumhur İttifakı” denen terkip olmadan iktidar şansı kalmadığı konusunda uyarmaktadır: Yolsuzluklar, demokrasi, otoriterlik diyorlar, tek başına NATO’culuğa güvenme…

***

İç siyasette “Millet İttifakı” denebilecek konfederasyonda; devlet içinde ve mücavir alanlarında çok uçlu bir bölünmüşlüğün, sonuçları giderek güçlenen kırılmasında, çözülmesinde; uluslararası alanda küresel kapitalizmin biraz da can havliyle giriştiği yeni dayatmalarda maddileşen ve toplamda bir bileşke kuvvet haline gelen basıncın altındaki Türkiye, kaçınılmaz olmuş bir ‘dönüşüm’ün de eşiğinde. Bu dönüşüm, elbette tüm toplumu ve muhalefeti de etkileyen sonuçlar yaratacak; ama kısa vadede en etkin sonuçları, iktidarı oluşturan unsurlar için üretecek. MHP ve TÜSİAD arasındaki, gündemin debdebesinde kaybolan gerilim, bu eksendeki bir çatışmanın izdüşümlerinden biridir.

Elbette Erdoğan da bu zoraki dönüşümün sezgisine sahiptir. Ama “Cumhur İttifakı” olarak çizdikleri sınırların içinde, bu dalgaya karşı tutarlı ve yaratıcı bir direnç ve/ya uyum üretmekte çok zorlandığı da açık. Cumartesi günü Kanal İstanbul’un temel atma töreni olarak lanse edilen etkinlikte konuşurken, uluslararası tahkimle ilgili söylediği ‘gerçekçi’ sözlerle [“parayı söke söke alırlar”]; kuşandıkları ‘yerli-milli’ post arasındaki tezat, içinde olduğu açmazın ışıklı tabelası gibiydi.

Bu gecikmiş yazı çok uzadı. 2013-15’ten sonra güncellenen iktidar matrisinin tüm bileşenleri açısından sarsıcı sonuçlar üretebilecek yeni gelişmeleri de (Korkmaz Karaca, Deniz Baykal vs.) bu çerçevede ele alacak bir başka tartışmayı kısa sürede yapmak üzere burada duralım.

NOTLAR

1- 17 Haziran 2021’deki TÜSİAD toplantısında Tuncay Özilhan ve Simone Kaslowski tarafından yapılan konuşmaların metinleri ve videolarına şu linkten ulaşılabilir.

2- Bahçeli’nin İzmir saldırısından saatler sonra twitter üzerinden verdiği mesajlardan biri şurada

3- Devlet Bahçeli’nin 22 Haziran tarihli MHP TBMM Grubu toplantısındaki konuşma bu linkten okunabilir/ izlenebilir.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.