YAZARLAR

Grev hakkı, ‘2 Mart darbesi’ ve rejimin insan hakları

28 Şubat için ortaya çıkan ‘hatırat’, insan hakları eylem planının açıklandığı 2 Mart günü için de çıksaydı, 1994’te DEP milletvekillerinin Meclis kapısında yaka paça gözaltına alınıp 10 yılı aşkın kalacakları hapse götürüldüğü de hatırlanabilirdi. Tam zamanında: Sabahında belediyelere kayyum atayıp, parti kapatma süreci başlatıp öğleninde insan hakları reformu açıklanan 2 Mart 2021 gününde…

Geçtiğimiz hafta sonu, gerek 28 Şubat’ın yıldönümü gerekse Erbakan’ın 27 Şubat’taki ölümünün 10. yılı vesilesiyle, yakın geçmişe dönükmüş gibi görünen, fakat esasen bugüne [de] ait olan tartışmalarla geçti. 28 Şubat ve Erbakan mefhumları etrafında ortaya çıkanlar, ülkenin son 20 yılda yaşadığı dönüşümün bazı sonuçlarını da sergileyen bir fuar gibiydi. İslamcı politik ajandanın, bu 20 yılda Türkiye’nin ‘resmi ideolojik’ pozisyonunu ne denli değiştirdiğini ve bu eksende bir merkez siyaset kurma konusunda epey mesafe kat ettiğini de teyit etmiş olduk. Ancak, başta CHP ve HDP’nin buradaki pozisyonları ve mesajları konusunda olmak üzere, 28 Şubat olayı ve Erbakan olgusu hakkında da yeni resmi ideolojinin çerçevesini aşan, bu çerçeveyle hesaplaşan yaygın ve çok kıymetli itirazlar geldi. Bu önemli. İtirazların önemine döneceğiz; ancak şu son dört günün filmini izlemeye devam edelim...

Pazartesi akşamı Erdoğan, alışıldığı üzere, uzun bir siyasal propaganda peşrevinden sonra ‘normalleşme adımları’nı açıkladı. Öncelikle unutmamalı ki salgın ve o kapsamda alınan önlemler, yarattığı büyük ekonomik sıkıntılara rağmen, iktidarın süreklileşmiş olağanüstülük ihtiyacına da karşılık geldi. Toplumsal yaşam, ‘çarkların dönmesi’ sözüyle sembolleşen bir üretim-dağıtım ağı dışında yaklaşık bir yıldır çok katı bir denetim ve kısıtlama altında tutuluyor. Geride kalan bu bir yılda üç nokta belirgin şekilde öne çıktı:

Birincisi, devletin mali olanaklarının ve idari tercihlerinin, toplum ve halk sağlığı değil, sermaye birikiminin devamlılığı ve genel anlamda ‘iş dünyası’ lehine kullanıldığı görüldü. AKP/MHP iktidarının sınıfsal menşeini, çok daha geniş kitleler için açık hale getirdi bu.

İkincisi, toplumun bir bölümünü salgın koşullarında yüksek risk altında çalışmaya, bir bölümünü de o risk maliyetini dengelemek üzere ekonomik faaliyetinden alıkoyarak evde oturtmaya dönük kısıtlamalar giderek büyüyen ve genişleyen sorunlar yaratırken, devlet ricali ve her türden iktidar örgütünün ayrıcalıklı olduğu, diledikleri gibi bir normalleşme içinde yaşadıkları görüldü. Büyük kentlerin meydanlarında maskesi burnunun altında diye insanlar tartaklanırken, Erdoğan kongre salonlarının hınca hınç dolu olmasıyla övündü; AKP şölenlerinde bırakın maskeyi, deve güreşi formatında tuhaf danslar edenler boy gösterdi.

Üçüncüsü, alkol satışı ve restoranlar, cami-okul uygulamaları, yılbaşı eğlenceleriyle ‘âlim’ cenazelerine gösterilen tolerans farkı gibi pek çok başlık altında, kısıtlamaların dinselleşme ekseninde bir fırsata dönüştürüldüğü görüldü.

İlki sömürü mekanizmalarını; ikincisi siyasal iktidarın devletle kaynaşması ve parti-devlet yozlaşmasına ait ayrıcalıkları; üçüncüsü dinselleşmeyi işini kolaylaştırıcı bir faktör olarak gören siyasal gericiliği açık eden bu üç nokta, birçok tepkiyi de doğurdu, doğuruyor. Ekonomik sorunlar, geleceksizliğe eklenen bugünsüzlük toplumun birçok kesiminde huzursuzluğa yol açıyor. Bunun siyasi sonuçlarına yönelik ölçümler, iktidarın güç kaybettiğine dair benzer sonuçlar üretiyor. Derinleşen maddi sorunlar baskıları da daha görünür hale getiriyor. ‘Normalleşme açılımları’ tam da böyle bir dönemde, ilgili bilim ve meslek kuruluşlarının katılımını sağlamadan, uyarılarına kulak asmadan alınmış, bu yönüyle önceliğinin halk sağlığı olmadığı bilinen, türlü yönleriyle siyasal etki şüphesi altındaki kararlardır.

Erdoğan normalleşme açıklamasında, “insan hakları eylem planını” da ertesi gün açıklayacağını duyurdu. Bu ‘plan’ın insan haklarına ilişkin bir eylem içermesini bekleyen yoktu zaten; daha önce ‘reform’ kod adıyla gündemde tutulan iç ve dış müzakerelere müzahir olduğu malumdu. Ancak zamanlama ve kapsam, söz konusu vaatlerin esas posta adresi olan o müzakereler ya da çok bileşenli egemen siyaset sahnesindeki pozisyonlar için fikir verecekti; belki bir de toplumsal tepkilere dair seçici yanıta…

Bu noktada, normalleşme ve insan hakları ‘açılım’larından kısa süre önce, çeşitli rejim kurumlarından, alışılmadık özürler geldiğini hatırlamakta yarar var. Önce 24 Şubat’ta Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, her akşam topluma maske-mesafe-vesaire nutukları atarken, bir cenaze izdihamında görüntülenmiş olduğu için özür dilemek zorunda kaldı. Ardından, Hatay’daki kongre ve davullu kutlama şölenlerinde ortaya çıkan görüntüler nedeniyle 27 Şubat’ta AKP Hatay Gençlik Kolu özür diledi. Ertesi gün de Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, okulların açılmasıyla ilgili erteme kararı için özür açıklaması yaptı. Bunlara, Boğaziçi öğrencilerine “başı ezilecek yılan” diye çıkışan Bahçeli’nin 23 Şubat’taki grup toplantısında “kızgınlığınız olabilir, ne sorununuz varsa gelin çözelim” diyerek geri adım atmasını; işkence konusundaki ‘onurlu, ahlaklı kadın’ sözlerinin yarattığı etkiyi karşı gürültüyle dağıtamayan Özlem Zengin’in “ben tekil bir olayı kast ettim” diyerek kendini tevil etmesini eklemek lazım. Bunların hiçbiri, gerçek anlamda özür dileyen, gerçek bir özrün gerektirdiği şekilde sorumluluk alan açıklamalar değildi; ama iktidarın en katı odalarında bile yankılanan bir basıncın etkisini göstermeleri açısından önemliydi.

Normalleşme ve insan hakları açılımları, bu özürleri de ortaya çıkaran toplumsal koşullarda geldi. İnsan hakları, ifade özgürlüğü, temel demokratik haklar konusunda gerçek tablo öylesine vahim ki, Erdoğan’ın ‘reform’ açıklamasından sadece birkaç saat önce, Erzurum Karaçoban’ın HDP’li belediyesi basılıp, başkanı gözaltına alınıp, yerine kayyum atanıyor. Bahçeli Meclis’te “Türkiye bir hukuk devletiyse HDP'nin kapatılması acildir, şarttır” diyor. Yargıtay HDP hakkında inceleme başlattığını duyuruyor. AKP Grup Başkanvekili Cahit Özkan, "HDP siyasi olarak kapandıktan sonra hukuken de kapanacaktır" diyor.

28 Şubat günü için ortaya çıkan ‘hatırat’, insan hakları eylem planının açıklandığı 2 Mart günü için de çıksaydı, 2 Mart 1994 günü hatırlanabilirdi. Dönemin DEP milletvekilleri hakkındaki dokunulmazlık oylaması o tarihte yapılmış ve Leyla Zana ile Orhan Doğan aynı gün Meclis kapısında yaka paça gözaltına alınarak götürülmüştü. Tutuklu DEP vekili sayısı sonra 6’ya yükseldi. 2 Mart 1994’te girdikleri hapisten 10 yıl 3 ay sonra (AİHM kararıyla) çıktılar. İki ay sonra, Mayıs 1994’te DEP kapatıldı. Kürt sorununun barışçıl çözümü konusundaki tüm seçenekleri imha eden devlet stratejisinin parçasıydı bu ‘darbe’; sahada “Susurluk çetesi”nin eylemleriyle birleşiyordu… 28 Şubat telin edilirken demokrasi mücahidi olarak yüceltilen Erbakan ve partisinin bu konuda ne ‘tutum’ aldığını İrfan Aktan dün Duvar’da hatırlattı. DEP’li vekillerin tarihe kazınacak görüntülerle derdest edildiği günün yıldönümünde açıklanan insan hakları eylem planı da aynı 2 Mart günü HDP’li seçilmişlerin derdest edilmesi, kapatmaya yönelik inceleme başlatılmasıyla esas anlamını kazanıyor.

Kapsamı itibariyle insan hakları planının ‘içeriye’ yönelik bir anlam taşımadığı, inandırıcılıktan uzak ve giderek geçiciliği artan zaman kazanma hamlelerinden biri olduğu ortada. Bu haliyle rejimin Türkiye toplumuna vaat edebileceği anlamlı bir iyileşmenin söz konusu olmadığı da... İşte burada, yazının başında vurgulanan itirazların önemi ortaya çıkıyor. 28 Şubat-Erbakan konusunda CHP ve HDP’ye yöneltilen eleştiriler; pragmatik gerekçelerle kurulan resmi söylemlere, neredeyse bir AKP fonksiyonu olan bu tercihli demans haline yüksek itiraz önemli. Benzer bir durum İstanbul’daki belediye grevlerine dair tartışmalarda da görüldü. Bu grevler karşısında genellikle orta sınıf mahreçli tepkiler çok dikkat çekti. Bir kısmı doğrudan işçilerin olası kazanımlarına karşı sınıfsal hınç içeren, bir kısmı ‘AKP’ye karşı uyanık olma’ postuna bürünen bu tepkilerin yaygınlığı sabır taşırdı, yer yer usandırdı belki. Ama ben bardağın dolu tarafına da bakmayı öneriyorum. Önemli sayıda insan işçilerin, grev hakkının, bunun toplam siyasal mücadele içindeki anlamının yanında durdular. Sadece CHP’li belediyeler değil, tümü ve elbette sermaye sınıfı, halkı grevlere karşı kışkırtmanın kolay olmadığını görmüş olmalı. Ama belki daha mühimi, sermayenin her renkte çeşitlenmiş sayısız aracına ve devasa olanaklarına karşın son derece sınırlı araçlar ve imkânlarla sesini duyurabilen işçi sınıfıyla, grev alanı da sosyal medya da dâhil her yerde dayanışma gösteren, usanmadan dert anlatmaya çalışanların gücü, meşruluğuydu. Burada, Erbakan ve grev başlıklarında ortaya çıkan umut verici bir güç var –Boğaziçi direnişini de unutmamalı... Türkiye belli ki keskin ve sert bir süreçte, önemli değişimlerin eşiğinde. Öncelikli sorun, ülkeyi bu karanlık tünellere sokan iktidar elbette. Ama toplumun, bir restorasyon ittifakının pasif destekçisi, oy havuzu olarak kalması halinde ‘muhalefet’in de bir yenilik vaat etmediği açık. Bu koşullarda toplumun içinden yükselen itirazın gücünü önemsemek, onu beslemek, usanmadan dayanışma içinde olmak daha da anlam kazanıyor. Zira biliyoruz ki demokratik kazanımlar, sandık cilvesiyle değil, işçi, Kürt, kadın, LGBTİ+ ve tüm ezilenlerin, haklarını kaynar kazanın içinde çıplak elle arayanların gücü nispetinde elde edilecek.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.