Küresel kültürün Alman usulü 'yazlık bira göbeği'

Goethe Enstitüsü'nün Tarabya Kültür Akademisi ile yaptığı ilk kültür ve sanat festivali, Türkiye - Almanya arasındaki işbirliğini görünür kıldı. Şanlıurfa'daki UNESCO Dünya Kültür Mirası Göbeklitepe üzerinden, iki ülkeyi birleştiren en eski bağın ise, arkeoloji ve bira kültürü olduğu bir daha tescillendi. Göbeklitepe'nin ana sponsoru da, yine bir eski bira fabrikası olan Bomontiada'yı kültür sanata tahsis eden, Doğuş Grubu.

Evrim Altuğ evrimaltug@gmail.com

Mevsim (a)normalleri ve alkole yönelik özel tüketim vergisinin (ÖTV) hatırı sayılır derecede (15.5) artış yaşadığı şu günlerde, kültür sanat etkinlikleri de bu hararetle rekabet eden ilginç önerileriyle, sistemin adını 'tatil' koyduğu 'boş vakitlerin' kıymetini bilmeye, bildirmeye çalışıyor.

Bunların ilki, geçtiğimiz günlerde İstanbul Tarabya'daki, denize nâzır Almanya Büyükelçiliği Yazlık Rezidansı'nda yer aldı. Rezidans programı, Almanya'nın Ankara Büyükelçiliği tarafından yürütülüyor. Programın küratörlüğünü ise, Alman Kültür Merkezi olarak da andığımız Goethe Enstitüsü üstlenmekte.

Bu yönüyle, 2012'de Almanya Federal Meclisi'nin girişimi ile kurulan Tarabya Kültür Akademisi de, 30 Haziran'da, ilk 'Kültür ve Sanat Festivali'ni düzenledi. Türkiye - Almanya arasındaki sanatsal alışverişi destekleyen etkinlik kapsamında, yılda yaklaşık 20 sanatçı, Tarabya'daki rezidans arazisinde yer alan konutlarda konaklama, çalışma ve Türkiye'deki sanat çevreleriyle ilişkiye geçme şansını yakalıyor. Projenin altı yıllık ilişki geçmişine baktığımızda , yazar Nino Haratischiwili, fotoğraf sanatçısı Jim Rakete, oyun yazarı Marianna Salzmann, cazcı ve besteci Angelika Niescier ve güncel sanatçı Nevin Aladağ gibi isimler, bu olanaktan beslenmiş bulunuyor.

Proje ekseninde akademiye 2018/19 dönemi kapsamında gelmeye hak kazanan isimler ise bu yıl, beş kişilik bağımsız bir jürinin kararıyla seçilmişler. Bu yılki jüride, Berliner Festspiele eski direktörü, yazar Joachim Sartorius, Maxim Gorki Tiyatrosu Sanat Direktörü Shermin Langhoff, caz piyanisti Julia Hülsmann, film yönetmeni Feo Aladağ ve İslâm bilimci, gazeteci Rainer Hermann bulunuyor.

İşte, 30 Haziran Cumartesi günü 15.00'de başlayıp, gece yarısına doğru biten ilk kültür sanat festivalinde de, bu zenginliğin yeni bir yansıması var gibiydi. Almanya İstanbul Başkonsolosu Dr.Georg Birgelen ve Goethe Institut İstanbul Müdürü Dr. Reimar Volker'in 'hoş geldiniz' temalı ve rezidansın tarihsel oluşum hikâyesi eksenli ılık karşılamalarını, cazcı Defne Şahin'in, Baki Duyarlar (piyano), Volkan Hürsever (bas) ve Ediz Hafızoğlu (davul) ile kurdukları İstanbul Dörtlüsü'nün 2016 tarihli Unravel albümünden notalar devraldı.

Bilemeyip, ilk kez gelenler için İstanbul'da kayıp, mavi ve yeşilin sessizce seviştiği bir 'gizli bahçe' olarak, meraklı sincapların şahitliğinde tarif edebileceğimiz rezidanstaki festivalin ilk ayağında, bunun yanı sıra, okuma ve söyleşiler de izleyiciye sunuldu, alkollü, alkolsüz içecekler, yiyecekler tüketildi. Berlin ve İstanbullu yazar ve oyuncuların alkışlandığı, yaklaşık 500 kişinin iştirak ettiği günde, Olga Grjasnova, Katerina Poladjan, Didem Balçın ve Judith Rosmair, akademinin tatlı tabiriyle "sahne veya kitap sayfaları arasında, kadınları bugün hangi konuların ilgilendirdiğine" baktı.

Lena Alpozan, Pia Entenmann ve Çiğdem İkiışık'ın büyük emeğiyle gerçekleşen festivalde, heykelin imkânlarını bedenle mukayese eden performans sanatçısı Nezaket Ekici'den, DJ olarak etkinliğe katılan Mor ve Ötesi grubu kurucu üyesi, solist ve gitarist, aktivist Harun Tekin'e, geçtiğimiz haftalarda özel söyleşisini sizinle paylaştığım Alman şair-yazar Matthias Göritz'den, çağdaş sanatçılar Philipp Lachenmann, Yvonne Wahl ve bilhassa rezidanstaki Pop-Art ile DaDa ruhlu monokrom fotografik kolaj özgün baskıları ve tuval üzerine baskı resimleriyle aklımı başımdan alan Funda Özgünaydın'a kadar, pek çok isim yer aldı.

Etkinlikte aynı akşam, Hera Yayınevi'nce 2000'de çıkan 'Kuytumda' isimli çalışmasının ardından, Kırmızı Kedi etiketli 'Belki Sessiz' isimli ikinci kitabıyla art arda baskı yapan ve eserleri Almancaya çevrilen ödüllü şair Gonca Özmen, meslektaşları Efe Duyan ve Göritz ile sahne alarak, birbirlerinin kelimeleri ve dünyaları arasında gezindi, onları büyük bir sempati ve empatiyle seslendirdi, izleyiciyle bir araya geldi, dahası kendilerine de duduk sanatçısı Özgür Ersoy yürek keseleyen notalarıyla refakat etti.

.

Yazlık sinema, yerleştirme, performans ve stüdyo ziyareti gibi bir çok etkinliği rezidans alanına hemzeminde sığdıran ve adeta 'ilişkisel estetik' mefhumunu teneffüs ettiren bu çok samimi, karnavalesk - festivalin, gelecek yıl yine en az aynı disiplinler arasılık içinde yapılacağından kuşku duymuyorum. Hatta gelecek yıl engellilere ve böylesi bir festivali belki de hayatında hiç tatmamışlara, çocuklara yönelik pedagojik bir yaklaşım bile, niçin güdülmesin ki?

Ancak, ta İkinci Abdülhamid tarafından Alman İmparatorluğu'na armağan edilen etkinlik alanının diplomatik oluşu nedeniyle, yaşanılan olağan güvenlik koşullarından ötürü, festivalin ileri yıllarda katılım açısından daha da 'sivilleştirilmesi' yönünde birtakım yapıcı tedbirlerin de alınabilmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu konuda sözgelimi, izleyicinin etkinliğe katılımını kazandırıcı veya sağlayıcı kimi kültür-sanat ağırlıklı yarışmalar, dil ve genel kültür zemini olan anketler veya iki ülke arasındaki ortak tarihe gönderme yapan birtakım metinler üzerinden türlü çekiliş soruları pekalâ tasarlanabilir. Böylece festivale, Türkiye ve Dünyadan daha fazla sivil izleyicinin aktif katılımı sağlanabilir.

Bu söylediğim, sadece yakın gelecekteki Alman kültür faaliyetleri adına değil, Türkiye'de çalışan İspanya, İtalya, Fransa, Hollanda ve İsveç ile İngiltere ve ABD gibi belli başlı ülkelerin Türkiye'de kendi logoları altında verdikleri kültür sanat politikalarını da bağlayıcı olabilir, pekalâ..

Yeri geldi, iletelim: Tarabya Kültür Akademisi ve alanı ile ilgili daha yoğun bilgiyi, buradan da edinebilirsiniz:  Gelin, yüzde 15.5 ek ÖTV'nin insana 'abi bize iki ellilik daha, ama soğuk ver, sana zaamet' dedirten Alman usulü yazlık etkisiyle, küresel kültüre bambaşka bir açıdan bakalım. Türkiye / Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya arasındaki tarihi ilişkilerin derinliğine bir emsal de, halihazırda sürdürülen Göbeklitepe kazılarıyla kendini göstermekte.

Bilindiği gibi, dört sene evvel 53 yaşında yitirdiğimiz, merhum Alman Prof. Dr. Klaus Schmidt'in 1994 itibariyle başını çektiği bir kazı ömrü bulunan Göbeklitepe konusunda çok önemli katkılar veren Alman Arkeoloji Enstitüsü, yine İstanbul Gümüşsuyu'ndaki Alman Büyükelçiliği'nden idare olunuyor.

İlk kez 1963 yılında İstanbul ve Chicago üniversitelerinden görevlilerinin yüzey araştırmaları sırasında fark edilen Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarını, 1995 yılından bu yana Şanlıurfa Müzesi ve Berlin Alman Arkeoloji Enstitüsü ortaklaşa yürütüyor.

Ve yine bilindiği gibi geçen hafta, - ABD ve İsrail'in bir sene önce 'yapısal reform' talebiyle çekildiği - Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü UNESCO, Bahreyn'de düzenlediği 42'nci birleşiminde, Göbeklitepe'yi Dünya Kültür Mirası Listesi'ne aldı. Bölge bundan önce geçici olarak aynı sıfata sahipti. UNESCO'nun küresel listesi için bu kaynağı kullanabilirsiniz:

Böylece Türkiye'deki UNESCO Dünya Kültür Mirası varlıklarının sayısı da 18'e ulaştı. Ancak anımsatalım, aynı UNESCO'nun, Türkiye'deki İstanbul (tarihi yarımadası) ve Diyarbakır (Kalesi ve Hewsel Bahçeleri) özelinde öne çıkan kültür tahribatına yönelik kayıtsızlığı da, 'Karşı Forum' adı altında iki sene önce düzenlenen sivil-akademik bir girişimle ağır eleştiri alarak, ete kemiğe bürünmüş idi. Bu konudaki haberleri de İnternet ve basın kaynaklarında bulabiliyoruz.

Tabii şimdi bunun zamlı alkol özel tüketim vergisi ve Almanya ile ne alâkası var, diyebilirsiniz.

Naçizane zannım o ki, Şanlıurfa yakınlarındaki, - Alfa Yayınları'ndan çıkan Andrew Collins imzalı kitaba göre - 2000'de Dünya ile tanıştırılan Göbeklitepe'yi asıl 'göbekli' kılan, bölgede binyıllar öncesinden yetiştirilen buğday ve üretildiği de, tüketildiği de bilimsel olarak ileri sürülen, bira idi. Malûm, Almanya ve bira ilişkisi de ülkedeki bira markaları ile Oktoberfest gibi bir festival üzerinden, yeterince sempatikçe, ortada, değil mi? Türkiye ve Almanya, birbirine bira göbeğinden de bağlı yani.

Bu yönüyle, İnternet üzerindeki harikulade bilgi kaynağı, Göbeklitepe araştırmacısı arkeologların e-gazeteleri 'Tepetelegrams'dan öğreniyoruz ki, yörede haznesi 160 litreye varan, kalker bira yapım 'fıçı- kazanları' keşfolunmuş. İngilizce bu kaynak ve dahası için meraklıları şuraya alalım:

Kebabı, sıra geceleri ve çok kültürlü dinsel-evrensel mirasıyla güçlü Şanlıurfa'nın hemen 20 km. yakınlarında bulunan Göbeklitepe'nin ne demek olduğunu, Doğuş Grubu da İsviçre'nin Davos kenti Dünya Ekonomik Forumu'nda bu alanı Dünyaya tanıttığı 2015'ten bu yana epey anlamış görünüyor.

CEO'luğunu kendisi de Şanlıurfalı olan Hüsnü Akhan'ın yaptığı, yönetim kurulu başkanlığı ise Ferit Şahenk'e ait grup bu yönüyle, bölgenin arkeolojik kazı ve tanıtım desteğini 20 yıl boyunca üstlenmiş durumda.

UNESCO'nun tarifiyle Göbeklitepe, şöyle özetleniyor: "Türkiye'nin güneydoğusunda bulunan Germuş Dağları'nda yer alan Göbeklitepe'de, tarihi MÖ 9600-8200 yıllarına dayanan anıtsal, dairesel ve dikdörtgen megalitik (taşların harçla değil geçmeli olarak birbirine tutturılması) yapılar yer alıyor. Bu yapıların mezarlık ritüelleri ile bağlantılı olarak yapıldığı düşünülüyor. 11 bin 500 yıl önce yapılan T biçimindeki sütunların üzerinde, Mezopotamya'da yaşayan insanların inançlarına ve yaşam biçimlerine ışık tutacak vahşi hayvan figürleri bulunuyor."

Gelin, Göbeklitepe'nin Dünyadaki belki de ilk kültür ve inanç turizmi merkezi olabileceğini düşündüren ve günümüz açgözlü kapitalizminin ezelden ebede doğaya ettiklerini ironik biçimde çağrıştıran, Andrew Collins imzalı, 'Neolitik Devrim' başlıklı şu satırlara da (s.17-18) bir bakalım:

"Göbeklitepe'deki kazılardan sorumlu olan ileri görüşlü Alman arkeolog Prof. Klaus Schmidt, Neolitik devrimin, arkeologların 'triangle d'or', yani altın üçgen olarak söz ettiği bölgenin bir kısmını oluşturan Güneydoğu Türkiye'de bulunan bu türden megalitik yapıların bir sonucu olarak ortaya çıktığına inanır. Schimdt, Göbeklitepe'deki yapıların inşasında ve bakımında rol alan yüzlerce insanın yerel olan mevcut gıda kaynaklarını kısa sürede tüketmiş olması gerektiğini savunur.

Bu rakama, klan toplantıları ve diğer türden tören faaliyetleri için bu mekâna gelen binlerce 'hacı' eklenince, yeni ve daha bol bir gıda kaynağına ihtiyaç duyulduğu ve yıllar yılı, sonsuza dek sürmesinin gerekli olduğu anlaşılır. Dolayısıyla geçimlik tarım, buğday ve çavdarın yabani türlerinin evcilleştirilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır.Bunun için bu bölgenin avcı ve toplayıcılarının, sonradan Neolitik Çağ'ın ilk köy ve kasabaları halini alacak olan daha kalıcı ortamlarda yerleşik çiftçilere ve göçebe çobanlara dönüşmesi gerekliydi.

Genetik bilimcilerin, Göbeklitepe'nin seksen kilometre kadar kuzeydoğusunda bulunan sönmüş bir yanardağ olan Karacadağ'ın yamaçlarında günümüzde bile yetişen 'einkorn' adı verilen yabani bir tahıldan 68 modern tahıl türünün türemiş olduğuna dair keşfi, Türkiye'nin güneydoğusunda avcılık toplayıcılıktan, yerleşik çiftçiliğe geçişin kanıtlarını oluşturur.

Bütün bunlar, Yakındoğu'da, günümüzde Türkiye'nin merkezi bölgesinde bulunan Çatalhöyük ve Aşıklı Höyük gibi yerlerde ilk büyük şehirlerin gelişmeye başlamasından 2 bin yıl kadar önce yer alıyordu. Bu şehirler, Neolitik devrimin Orta Anadolu ovasından Doğu Avrupa'ya kadar ulaşmasına izin veren hızlı yayılma süreci dahilinde ortaya çıkmıştır. Devrim güneye, bazı proto-tarım biçimlerinin zaten var olduğu Doğu Akdeniz'e ve doğuya, İran'a, Orta Asya'ya ve zamanla İndus Vadisi uygarlığının beşiği olan Hindistan ile Pakistan'a ulaştı. Schmidt, Göbeklitepe'nin, Neolitik devrimin doğduğu ilk önemli merkezlerden biri olduğundan kuşku duymamaktadır, yani günümüz uygarlığının tarihi burada başlamıştır."

Bir kültür varlığının Dünya Kültür Mirası listesine alınması ne ifade ediyor? Bu konudaki UNESCO kriterleri, üçe ayrılmış durumda. Birinci olarak ilgili kültür varlığının insan elinden yaratıcı bir deha ile temsil edilmesi, ikincisi, Dünyanın belli bir kültürel bölgesinde, belli bir süre ekseninde, insan değerleri arasındaki etkileşime dair, diyelim mimarlık, teknoloji, anıtsal sanat, yerleşim planlama yahut peyzaj tasarımı ya da mimarî veya teknolojik bütünlük adına sıra dışı bir örneği yansıtabilmesi ve son olarak da, belli bir mimarî ya da teknoloji, veya peyzaj bağlamında insanlık tarihinin bellibaşlı dönem veya dönemlerini yansıtan, sıradışı bir yapı örneği olması öngörülüyor.

Peki Türkiye, başta temsil ettiği tüm değer ve estetik ile ritüel çeşitliliği ile barındırdığı tüm kültür miraslarına samimiyetle sahip çıkıyor mu? Eğer bu alanlar ilan edilmiş ise, her ülkenin koşulsuz ve pazarlıksız biçimde onları tüm detayları ve bilgisiyle, sonuna kadar tanıtması, koruması ve paylaşması gerekiyor.

Bu konuda ülkemizde yaşanan ilginç ve kaygı veren gelişmelerden biri de, merhum Bay Schmidt'in eşi, Çiğdem Köksal-Schmidt'in bölgeyle ilgili duyarlığı ve twitter ile Instagram üzerinden sosyal medyada gösterdiği tepkisellikte kendini belli ediyor. Hatırlanacağı gibi bu yılın Mart ayı sonunda, Doğuş Grubu'nun bölge için 'Dünya Taşı' / 'Earth Wall' metodu ile hazırladığı Göbeklitepe Ziyaretçi Merkezi için yapıldığı ileri sürülen 'fizibilite' çalışmaları sırasında, aslen SİT alanı olan, Schmidt'in sağlığında herhangi bir yanlış dönüşüme itiraz ettiği ve henüz kazı yapılmamış arkeolojik bölgeye ağır iş makineleri ve kamyonlar aracılığı ile beton dökülmüş, Bn. Köksal Schmidt'in yaptığı sosyal paylaşımlar ise şaşkınlık ve tepkiye neden olmuştu. Nitekim bu konuda da Gazete Duvar adına Sn. Nuray Pehlivan'ın hazırladığı özel haberini (bilhassa tavsiye ediyorum.

Bunun yanı sıra, Doğuş Grubu'nun ilgili merkez hakkında hazırladığı katalog-rehberde ise şu ifadeler, birer vaat niyetine şöyle yer alıyor:"Türkiye'nin kültürel mirasına duyduğumuz saygıyla, tarihin en büyük arkeolojik keşiflerinden biri olan Göbeklitepe'nin kültürel bir ikona ve bir dünya markasına dönüşmesi için Doğuş Grubu olarak görevimizin bilinci ile, elimizi taşın altına koyduk."

Bu yönüyle AB mali destekli iki ayrı çatı projesinin de 'Şanlıurfa'da tarihin yeniden hayata geçirilmesi' başlığı altında yükseldiğini ve bu projede Brandenburg Teknik Üniversitesi ile Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün Kültür Bakanlığı ile birlikte çalıştıklarını kaydedelim.

'Kültür turizmi' demişken, Bu yıl 4 ve 8 Ağustos arasında 14'ncüsü yapılacak Bodrum Müzik Festivali'nin tanıtımı vesilesiyle bir araya geldiğim Doğuş Holding CEO'su Hüsnü Akhan, Dünyaya tanıtılması gerekli Göbeklitepe'yle ilgili bir soruma yanıt verirken, artan turist sayısına sevinçle 'sıra geceleri'ni ihmal etmeyeceklerini de gülerek vurguluyor.

Kimbilir belki sıra, 'anıtsal Bira gecelerine' de gelir... Şarabın ve biranın İnsanlık hafızasına etkisi, hepimizin malûmu. Alkolsüz tarih olmuyor. Bu arada yine Doğuş Grubu bünyesindeki İstanbul Bomontiada'nın da, ta 1890'da Feriköy'de kurulmuş tarihi Bira Fabrikası'nda yer aldığını not düşelim. Yani 'Bomonti Kültür ve Eğlence Merkezi'nin kurucusu Doğuş Grubu'nun bira ile kader ortaklığı bununla da kalmıyor. Hatta ilgili alanda salt biraya odaklı 'Populist' bir yer de bulunuyor. Öte yandan, ilgili arazinin hemen tam karşısında yer alan bir diğer eski fabrika yapı alanının ise, T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı'na devir olduğu şeklinde bir duyumum olmuştu, bu da bana yine dikkat çekici göründü. Buradan duyurmuş ve varsa bunu da teyid talebinde bulunmuş olalım. Ancak Akhan, ilgili alanın özelleştirme kapsamında olduğunu ve Bomontiada'nın kendilerine yeterli geldiğini, Ara Güler Kültür ve Sanat Müzesi-Merkezi'nin de yine bu bölgede - halen 'Alt' başlığıyla varlığını sürdüren alanda - önümüzdeki aylarda açılacağını vurguluyor.

Asıl meselemize dönüş yaparsak, Doğuş CEO'su Akhan'ın Göbeklitepe'ye bakışı ve Gazete Duvar için yaptığımız özel görüşme, özetle şu şekilde:

"Göbeklitepe bildiğiniz gibi, 'İnsanlığın sıfır noktası' diye tariflenen ve 11 bin 500 seneye tarihlenen bir oluşum. Dolayısıyla tabii, bunun bir şekilde gün yüzüne çıkarılması, Türkiye'nin tarihi mirası açısından çok önemli. Biz de bu anlamda, buna bir katkımız olması anlamında özellikle Alman Arkeolojisi Enstitüsü Başkanı ve ilk kazı başkanı Prof. Schmidt'in vefatı sonrasında, esasında biraz da ortada kalan böyle bir projeyi Türkiye'ye maletmek anlamında T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı ile de anlaşma yaptık. Tabii ki orada uluslararası standartlara uygun bir ziyaretçi merkezi yaptık ve merkez ile kazı alanları arasında da insanların toz toprakta yürümeyeceği, ama 'shuttle'larla taşınacağı bir yer haline getirdik. Tabii bunun, ulusal ve uluslararası düzeyde de bir tanıtımının yapılması lâzım. Bu çerçevede arkadaşlarımız, Mayıs ayında hem ulusal, hem de uluslararası basını davet ederek orada iki gün geçirdiler. Resmî açılışı henüz yapılmadı ama, şu anda Göbeklitepe ziyaretçi kabul ediyor. Resmî açılış için haliyle, bakanlığımızdan bir tarih bekliyoruz. Ama resmî açılış için hazırız.

Tabii ki, Türkiye'nin böyle bir tarih mirasına sahip çıkmamız, bizim bu konuda bir köprü görevi görmemiz, ama onun ötesinde Dünya Miras Listesi'ne alınması ve bunun da uluslararası düzeyde tanıtılması tabii ki de çok önemli. Bugün sadece, ulusal ziyaretçilere değil, yüz binlerle ifade edilen uluslararası ziyaretçilere, özellikle de tarih ve kültür ziyaretçilerine çok önemli bir varış noktası / destinasyon olması çok önemli. Biz de, ana sponsor olarak önümüzdeki 20 yıl buna çabalayacağız.

Burada aslında insanlığın yerleşik düzene geçmesi, Göbeklitepe bulunmadan önce izahı, tamamıyle barınma, korunma ve gıdayı bir şekilde toplayıcı, avcı toplumdan yerleşik düzene geçişte yetiştirme amaçlı olduğu varsayılıyordu. Göbeklitepe ile birlikte, insanlığın yerleşik düzene geçmesinin inanç temelinde olduğu insanlık tarihinde yazılmaya başlandı. Bu anlamda da bizim için çok önemli. Umut ediyorum, Bakanlık'tan gelecek açılış tarihi ile birlikte, kültür ve sanatı da içine alacak bir programı Bahar Hanım ve ekibi şu anda zaten hazırlıyor. "

Biz T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı ile birlikte kazı alanının ve tanıtımın ana sponsoruyuz. Şu ana kadar gün yüzüne çıkarılan Göbeklitepe yerleşkesinin toplam içindeki payı, yüzde 10 -15'lerde. Esasında bunun çok hızlanması lâzım. Ama çok meşakkatli, uzun süreçli bir iş, biz de bunun bir parçası olduğumuz için mutluyuz ama kazı çalışmaları eskiden olduğu gibi devam ediyor.

Biz orada bir ziyaretçi merkezi inşa ettik ve bunun da uluslararası standartlara uygun olması açısından uluslararası bir mimarlık grubu ile birlikte çalıştık. Orada özellikle, 'Deneyimleme Merkezi' dediğimiz, 360 derece bir odada, bölgenin tarihçesini izleme imkânı sağlarken, hediyelik eşya satışı, kafe ve ofis düzeni dahi var. Yine, ziyaretçi merkezi ile kazı alanı arasındaki 1,5 km.'lik yol, eskiden çok patikaydı ve biz onu 'shuttle' ile gidilebilir hale getirdik. Çatının ise üst tarafı Kültür ve Turizm Bakanlığı'mız tarafından yaptırıldı. Kazı alanını hava koşullarına karşı korumak amaçlandı. Mevsimini de düşünürsek, sekiz ila 10 ay bölge gezilebilir hale geldi, diyebilirim.

Milli Eğitim Bakanlığı ile, bir program çerçevesinde Türkiye'deki tüm okullardan, özellikle de bölgeden başlayarak geziler düzenlenmesi çok anlamlı olur tabii ki."

Bilgi için

Tüm yazılarını göster