AKP neden savunmada?

2013’ten bu yana partinin, kendisine yönelik sol toplumsal direnişin kâbusu olarak gördüğü Gezi, AKP için, büyünün bozulduğunu gördüğü an idi. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, artık AKP efsanesi bitmiştir. Bu bitişin düdüğü Gezi Direnişi’nde öttürülmüştü. Sonrasında SP gemileri yakarak, MHP bölünerek, liberaller iki derneğe tasnif olarak, Haydar Baş ve ekibi de Hoş geldin Atatürk (İcmal Yayınları, 2017) kitabını yayımlayarak, büyünün bozulmasını deklare etmişlerdir.

Mete Kaan Kaynar metekaankaynar@gmail.com

AKP neden savunmaya geçti? AKP’nin psikolojik üstünlüğü yitirmesi, oyun kuruculuktan takipçiliğe sürüklenmesi, AKP’den Sonrası’nın tartışmaya açılması, AKP’nin yenilmezlik mitinin dağılması, 2018 öncesi sosyal medyadaki tamam ve sıkıldık eylemleriyle ve 2019 seçimlerinde kendiliğinden devşirilen Her Şey Çok Güzel Olacak sloganıyla da iyice ayyuka çıktığı şekliyle AKP’ye karşı bir toplumsal muhalefetin örgütlenmeye başlaması… adına ne dersek diyelim, partinin içerisinde bulunduğu bu durumun birçok faktörün etkisiyle ortaya çıktığını söylemek mümkün. Elbette tüm bu faktörler üzerinde ayrıntılı birtakım değerlendirmelerin yapılması gerekiyor. Bu yazı çerçevesinde böyle bir şeyi yapmamın imkânı yok; sadece, AKP’nin psikolojik üstünlüğü yitirmesi ve savunmaya geçmesinin nedenleri olarak görebildiklerimi birer paragrafla özetlemeye, kronolojik bir dizgeye oturtmaya çalışayım.

1- GEZİ'NİN BUGÜNLE BAĞLANTISI

Gezi Direnişi’ne “AKP Sonrasını Tartışmak” başlığı ile sürdürdüğüm bir seri yazının ilk bölümünde[1] de yer vermiştim ve Gezi’yi bugünkü anayasa tartışmalarının tarihsel zeminine yerleştirmeye gayret etmiştim. Aslında şimdi de farklı bir şey değil, aynı şeyi farklı bir dilden söylemeye gayret ediyorum: şöyle ki ilk yazıda bahsettiğim tarihsel zemin, Gezi ile bozulan büyü sayesinde mümkün olabilmiştir.

İlk bakışta, AKP’nin 2018’de psikolojik üstünlüğü kaybetmesi ile 2013 yılındaki Gezi Direnişi’nin bir alakası yok gibi görülebilir ancak var. 2013’ten bu yana partinin, kendisine yönelik sol toplumsal direnişin kâbusu olarak gördüğü Gezi, AKP için, büyünün bozulduğunu gördüğü an idi. AKP, sadece büyük şehirlerde değil, neredeyse Türkiye’nin tamamında başlayan protesto gösterilerini söndürebilmek için akıl sınırlarını zorlayan iftiralara, politik manipülasyonlara ve politik şiddete başvurduysa da başarılı olamadı. Gezi, öncesindeki Tekel Direnişi’nden de şaşaalı bir şekilde 2000’lerin toplumsal muhalefet tarihine yazıldı.

AKP’nin 2018 seçimlerinde takındığı tavırla, Gezi Direnişi arasındaki ilişki o kadar ayan beyan ki, partinin 6 Mayıs’ta İstanbul 6. Olağan İl Kongresi’nde Erdoğan tarafından açıklanan seçim manifestosunda dahi Gezi Direnişi’nden bahsedilmektedir: “Gezi kalkışmasıyla istikrarımıza kastettiler, şehirlerimizi talan ettiler, demokrasimizi hedef aldılar.” 2018 Seçim Beyannamesi’nde bile Gezi’nin kendi otoriter yönetimlerine karşı bir toplumsal muhalefet (direniş) değil de bir kalkışma, ekonomik istikrara yönelik bir kast ve şehirleri talan eden bir hareket olduğunu söylemek zorunda kalmak apayrı bir ruh hâli olsa gerek: AKP büyüsü Gezi ile bozulmuştur, Gezi protestoları AKP iktidarının ilk ciddi psikolojik travmasıdır. Gezi, AKP’yi bölmez, birkaç cılız “gençlerin sesine kulak verelim” eleştirisinin ötesinde hiçbir çatlak ses çıkmaz parti içinden; örgütlü bir siyasî muhalefete, bir siyasî partiye kanalize olamayan Gezi, AKP için bir seçim mağlubiyetine hatta mağlubiyet riskine bile yol açmaz ama iktidarın özgüveni Gezi ile parçalanır; şakulü Gezi ile kayar. “Çapulcuların” AKP iktidarına kaldırdıkları kazanı, Türkiye’ye yönelik bir komplo, faiz lobisinin bir komplosu olmakla, çapulcuları da camide bira içmekle ve “başörtülü kızlara başörtülü bacılara saldırmakla” suçlayıp kurtulmaya yönelir.

2- AKP'NİN METAL YORGUNLUĞU

Metal yorgunluğu tabirinin 2017 Mühürsüz Anayasa Referandumu’ndan sonra dile getirilmeye başlandığını hatırlıyorum. Hatta İstanbul ve Ankara Belediye Başkanları’nın istifaya zorlanmaları da bir metal yorgunluğu ve görev değişimi konsepti içerisinde sunulmaya çalışılmıştı. Bizzat partinin genel başkanı, partisinde bir metal yorgunluğu olduğundan bahsediyorsa bunu bir vaka olarak bir veri olarak kabul etmek zorundayız. Ancak partideki metal yorgunluğunun -dışarıdan görülebildiği, medyaya yansıyanlardan okunabildiği- hiç değilse benim görebildiğim, anlayabildiğim kadarıyla genel başkan ya da belediye başkanlarının değişmesi ile atlatılabilecek bir yorgunluk olmadığını söylemek mümkün.

2017 Referandumu öncesinde Türk Usulü Başkanlık Sistemi adı altında yürütülen tartışmaların, bir başkanlık sistemi modeliyle zerre kadar alakası olmadığını, bunun Erdoğan’ın partisinin tekrar genel başkanı olabilmek için yürüttüğü bir operasyon olduğunu dilimin döndüğünce ve defalarca yazmaya çalışmıştım. Erdoğan, partisine tekrar genel başkan olmak istiyordu. İstemek de denilemez buna, parti içerisinde gittikçe azalan gücünü telafi etmesinin tek yolu, tekrar genel başkan olabilmesiydi. Bunu başaramazsa partiyi yavaş yavaş kendi eksenine çekmekte olan ve kamuoyunda da gittikçe emanetçi genel başkan profilinden uzaklaşmaya başlayan Davutoğlu’na partiyi kaptırma ihtimali de oldukça yüksekti. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı ile parti genel başkanlığını bir araya getirerek gücünü tekrar pekiştirebildi. Ama bu, parti kadroları ve teşkilatında ciddi bir bıkkınlık ve yılgınlığı da beraberinde getirdi. Dışarıdan bakıldığında bile rahatlıkla görülebilen şey; artık AKP’de kurumsal olan bir şeyin kalmayıp sadece reise itaatin geçerli olduğudur. Bunun bir partiyi nasıl tükettiği, yok ettiği ile ilgili en güzel örnek Erken Cumhuriyet Dönemi CHP’sidir. Parti bir kamu kurumundan bir siyasî parti hâline gelene kadar yıllarını harcamak zorunda kalmıştı. Bugünün AKP’si hakkında Erken Cumhuriyet Dönemi CHP’si için kullandığım bir kamu kurumu ifadesinin bile fazla olduğunu düşünüyorum.

Metal yorgunluğunun işte burada aranması gerektiği düşüncesindeyim. Belki üzerimize vazife değil ama AKP’deki yorgunluğun, metal/makine yorgunluğundan çok, şoförün uykusuzluğu ve yorgunluğu olduğunu birilerinin hatırlatması iyi olacak gibi.

3- KURULAMAYAN MİLLİYETÇİ CEPHE: PSİKOLOJİK, KRONİK VE AKUT PROBLEMLER 

Gezi Direnişi’nin mirası AKP’nin psikolojik problemiyse metal yorgunluğu AKP’nin kronik problemi, Milliyetçi Cephe’nin teşkil edilememiş olması ise onun akut problemidir. AKP-MHP ittifakının -Müttefiklerin- DP’nin 1950'lerde Vatan Cephesi’yle; Adalet Partisi’nin 1970’lerdeki Milliyetçi Cephe’siyle yapmaya çalıştığı şeyi yapamazsa başarılı olamayacağını daha önce de dile getirmeye çalışmıştım. Seçim ittifaklarının kurulduğu günlerde yayımlanan bu yazıda[2] “AKP kurmayları da elbette ki bunun farkında. Demirel Milliyetçi Cephe’yi, bir seçim/parlamento ittifakı (ki aslında budur) olmasının dışında, sağın, komünizme karşı, devletin bekası çerçevesinde bir araya gelişi; Müslümanların, Allahsızlara karşı kıyamı olarak sunabildiği ölçüde başarı sağlayabilmişti. Menderes’in Vatan Cephesi bir partiler ittifakı değildi ama onda da Şer Cephesi’ne karşı milliyetçi, antikomünist bir ‘bir arada duruş’un izlerini rahatça görebiliriz. Sağın bu her iki girişimindeki cephe, asker, düşman metaforunu da not etmeyi ihmal etmeyelim.” demiştim. İşte Müttefiklerin yapamadıkları bu oldu. Kurulan Cumhur İttifakı, hiçbir şekilde bir Neo-Vatan Cephesi/Milliyetçi Cephe ruhuna sahip olamadı. Olamadı çünkü kurulan Cumhur İttifakı’nın karşısında yine kendisi vardı. Kürt Sorunu’nun (!) Türkiye sağını bir arada tutan, onu tanımlayan -tıpkı komünizm (ve onunla mücadele) kavramı gibi- Derridavari bir kurucu-dışarıdaki/öteki (constructive outsider) ya da Schmittvari bir hostis (public enemy) olarak tanımlanması da Türkiye sağının bu yeni Grand Allience’ını -Cumhur İttifakı’nı- berkitmeye yetmedi.

Bir an için CHP’yi dışarıda bırakarak konuşalım. AKP ve SP’yi, MHP ve İyi Parti’yi birbirlerinin aynadaki yansımaları olarak ele alabilir miyiz? Elbette ki! İşte tam demek istediğim de bu. Müttefikler, değil bir Milliyetçi Cephe ruhu inşa ederek taşra sağını maniple ve motive edebilmek; aksine, kurdukları ittifakla aynı zamanda kendi aynadaki yansımaları olan Millet İttifakı’nı da inşa etmiş oldular.

Millet İttifakı, her ne kadar CHP’nin önderlik ettiği bir girişim gibi görünse de bütün ruhunu, gücünü İyi Parti ve SP’den almaktadır. CHP, Millet İttifakı’nın, kol ve örgütlenme gücüdür, ittifakı idare eder; onun liderliğini değilse de CEO’luğunu CHP yapar; SP-İyi Parti ise o ittifakın ruhunu, manasını teşkil ederler. Sosyalist çevrelerde Millet İttifakı’nın da Cumhur İttifakı gibi bir sağ ittifak olarak adlandırılması bu açıdan doğru ama eksiktir. CHP’nin CEO’luğunda yürütülen Millet İttifakı’nı bir sağ ittifak yapan şey, HDP’nin bu ittifakın içinde olmaması değildir; tersine, AKP ile SP’nin ve MHP ile İyi Parti’nin birbirlerinin aynadaki yansımaları olmaları; Millet İttifakı’nın ruh ve manasının da bu partiler tarafından oluşturulmasıdır. AKP’yi savunmaya iten de budur.

SP de bu büyük resmin içerisinde yer alıyordu. AKP’nin kendi içinden bölünerek 2002’de iktidara gelmesi ve Necmettin Erbakan’ın vefatı ardından yaşadığı siyasî ve örgütsel beka krizini atlatana kadar, her ne kadar AKP kadrolarına kırgın olsalar da seslerini çıkarabilecek bir güce sahip değillerdi. Ancak bu krizi Temel Karamollaoğlu liderliğinde atlattıkları görülüyor. SPnin basit bir tabela partisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yakın geçmişte SP içinde yaratılmaya çalışılan (Asiltürk-Karamollaoğlu) bölünme de onun önemsiz ve değersiz bir tabela partisi olarak ele alınamayacağının, çok bilinmeyenli ittifaklar denkleminde hayli önemli bir değişken olduğunun göstergesi olarak okunabilir.

SP’deki kırılma, 2017 yılındaki Mühürsüz Referandum ile başlamıştı. Karamollaoğlu ve Parti yönetimi, “Hayır” oyu kullanacaklarını ama Hayır Bloğu’yla kampanya ve propaganda yapmayacaklarını ifade etmişlerdi. Bir partinin oy verilmesini tavsiye ettiği yönde propaganda ve kampanya yapmaması anlaşılır şey değil, değil mi? Yok, tam tersine. Eğer büyünün bozulması dediğim şeyi anlatabilirsem Temel Karamollaoğlu’nun neden 2017’de böyle davrandığını da ülkücülerin neden sürekli SP’li gençlere saldırma iştiyakında olduklarını da anlatabilmiş olacağım.

Karamollaoğlu, Hayır kampına katılmadan Hayır’ı savunuyordu. Çünkü Türkiye sağında lanetli olan şeyi yapmaya cesaret edemiyordu: Sol ile ortak hareket etmek. “CHP de sol mu canım!” eleştirilerini bir kenara koymalı. Şerif Mardin Hoca’nın Türkiye’de sağ ve solu ayıran temel çizginin sosyal ve ekonomik argümanlar değil, dinî tavırlar olduğu değerlendirmesini hatırlatıp geçeyim. Buna Türkiye sağında her solun komünizm; her komünizmin de dinsizlik, vatan hainliği ve cinsel ahlaksızlık ile eşanlamlı olduğu ön kabulünü de ekleyelim. Belki size komik gelecektir ancak CHP ile hareket etmek demek, Türkiye sağında, komünizmle hareket etmek, vatan hainleri ile, şer cephesi ile, bölücülerle, kafirlerle… hareket etmek anlamına gelmektedir.

Bu büyüyü, sadece SP değil MHP de bozdu. Nasıl mı? Bölünerek! Ayrıca hatırlatayım ki İyi Parti’yi kuran Meral Akşener ve ekibi, hiç de öyle CHP’den ayrılarak Anadolu Partisi’ni kuran Emine Ülker Tarhan gibi değillerdi. İyi Parti-MHP bölünmesi sadece gidenin partinin ne kadarını kopardığı ile alakalı bir süreç de değildir -ki öyle olsaydı bile Akşener’in MHP markasının çok büyük bir kısmını alıp götürdüğünü de söyleyebiliriz. MHP-İyi Parti bölünmesi de bir büyü bozulması sürecidir.

Siyasal bitkisel hayattaki Devlet Bahçeli’nin, sağın 1950’lerden bu yana değişmeyen algılarına karşı çıkmasını ve her ne olursa olsun sağda kurulan bu Vatan/Milliyetçi/Cumhur cephesini elinin tersiyle itmesi beklenemezdi. Ama hiç olmaz denilen şey oldu ve bir kadın, maskülinist bu siyasî geleneği ortadan ikiye bölebildi.

Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, artık AKP efsanesi bitmiştir. Bu bitişin düdüğü Gezi Direnişi’nde öttürülmüştü. Ama AKP, orada sağın geleneksel ittifak desenini korumayı geç de olsa başarabilmişti. AKP’nin Gezi Direnişi’nde neyi tahkim etmeye çalıştığını bir hatırlayalım mı? “Camide içki içtiler!” suçlaması o tarihlerde çatırdamaya başlayan sağdaki büyüyü devam ettirme çabasından başka nasıl okunabilir ki? Artık o saatten sonra, AKP politikalarını beğenmemekle kendini sağda, hele hele muhafazakâr olarak tanımlayan birinin Gezi Direnişi’ne sempati beslediğini açıkça ifade edebilmesinin imkânı var mıdır? AKP’ye karşı çıkanlar “Türbanlı bacımın üzerine işeyenler”, “Camide içki içenler” ise, ya o dinsiz/ahlaksızlarla ya da “Faiz Lobisi”’nin düşürmeye çalıştığı Vatan/Milliyetçi Cephe(si) saflarında yer almak gerekiyordu. Sağ da öyle yaptı. Gezi, sol ile başlamıştı ama Anadolu’ya yayılan gösteriler, Gezi’nin gittikçe sağa, milliyetçi muhafazakâr insanlara da yayılmakta olduğunu işaret ediyordu. Ancak bu başarılamadı; AKP, Gezi sürecinde elinden kaçırmaya başladığı sağı, yine o süreçte toparlamayı bildi. Geziciler de sağa doğru açılmakta, büyük şehirlerin ikliminden kopmakta zorlanıyorlardı zaten. Büyük şehirlere sıkıştırılıp kriminalize/terörize edildikten sonra da Gezi’nin bilindik şiddet yöntemleri ile bastırılması hiç de zor olmadı.

2018 Seçimleri, işte en başta bu büyünün bozulduğuna işaret etmektedir. Artık Cumhur İttifakı’nın karşısında tam da kendi benzeri vardır. Büyü bozulmuştur. AKP, Gezi’de elinden kaçırmak üzere de olsa yeniden yanında saf tutturabildiği; Mühürsüz Referandum’da Hayır oyu vereceğini açıklasa da o yönde propaganda yapmasını engelleyebildiği diğer sağ parti/kitleleri artık elinde tutamamaktadır. SP, gemileri yakarak, MHP bölünerek, liberaller iki derneğe tasnif olarak, Haydar Baş ve ekibi de Hoş geldin Atatürk (İcmal Yayınları, 2017) kitabını yayımlayarak, büyünün bozulmasını deklare etmişlerdir. DP ve Mühürsüz Referandum’da bile “Hayır” cephesinde yer alan ve bu yönde propaganda yapan Anavatan Partisi’ni (ANAP) de unutmayalım.

Keyifli günler…

[1] Mete Kaan Kaynar. (2021), “AKP Sonrasını Düşünmek – I Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi Hangi Zeminde Gündeme Geldi” Mukavemet, 13 Haziran.

[2] Mete Kaan Kaynar. (2018), “AKP-MHP İttifakı Milliyetçi Cephe Olmadıkça… Sağda İttifak ve İtilaf Partileri” Nokta Haber Yorum, 08.04.2018.

Tüm yazılarını göster