Akademisyen ve sosyologlar anlattı: Bir Başkadır’ın neyi başka?

8 bölümden oluşan Netflix dizisi “Bir Başkadır” yayınlandığı günden itibaren gündeme oturdu. Dizinin neden bu kadar çok konuşulduğunu akademisyenlere sorduk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Netflix'in yerli yapımlarından olan "Bir Başkadır" dizisi 12 Kasım'da Netflix'te yayınlandı. Yayınlanmasının ardından tarihimizin en hızlı tüketilen malzemelerinden biri haline gelen dizi hakkında birçok isim tarafından eleştiri yazıları yazıldı, röportaj yapıldı. 

Sosyal medyanın da gündemine oturan “Bir Başkadır” neden bu kadar çok konuşuluyor? Dizinin bu kadar ilgi çekmesinin sebebi nedir? “Bir Başkadır”ı akademisyenlere ve sosyologlara sorduk.

'KENDİ ARAMIZDA KONUŞMASAK BİLE ORTAK BİR KONU HAKKINDA KONUŞMUŞ OLDUK'

Akademisyen sosyolog Esin İleri: Bir Başkadır dizisinin üzerine kurulduğu ana akslardan birinin, bu memlekette düşüncelerimizi, hislerimizi içimize atmak, Ferdi Özbeğen’in şarkısındaki gibi “bir sır gibi senelerce saklamak” olduğunu düşünüyorum. Bir Başkadır, farklı “mahallelerden” insanların yaşamlarını göstererek onları yani bizi birleştiren sessizliğe dikkat çekiyor. Toplumda ya da onun en küçük formu olan aile içinde çok yaygın olan iletişimsizliğin, siyasette ya da “büyük ülke meselelerindeki” kutuplaşmanın en büyük etkenlerinden biri olduğuna ışık tutuyor. Dizi üzerine kısa bir süre içinde yaklaşık 80-90 yazı yazılmış olmasının da bu açıdan anlamlı buluyorum. Kendi aramızda konuşmasak bile, ortak bir konu hakkında konuşmuş olduk. Neyi “demediği”, neyi “eksik söylediği” üzerine bu kadar konuşulması ve yazılmasını da Bir Başkadır’ın başarısı olarak görmeliyiz.

'BU DA BENZERLERİ GİBİ GELİP GEÇİCİ BİR ÜRÜN'

Akademisyen Göksel Aymaz: Popüler olanın, edebiyattan sinemaya, televizyondan internete kadar her yerde, toplumsal hayatın (en sıradan ve en yüce) bütün kademelerindeki yayılmacı yükselişi, onu yorumlayacak olan teoriyi popüler kültürün bunu en hak etmez ürünleriyle bile ilgilenmeye sevk ediyor. Bir Başkadır dizisinin hararetlendirdiği konuşma şevkinin bununla da ilgisi var ama daha ziyade konuşma şevkini uyandıracak epeyce yeri kaşıdığı için bu kadar çok konuşuyoruz biz bu diziyi. Ama başarıyla kaşıdığı için değil, kaşınanı konuşmaya yer aradığımız için konuşuyoruz. Herkesi her taraftan boğan kutuplaşma ve kimlik çatışmasına yönelik bugüne dek dizi formatında işlenmemiş bir yüzleşmeyi konu ediyor dizi. Ve galiba bu yüzden hakkında konuşmak için birbirimizi fena halde “gaza getirdik”.

Oysa fazlasıyla klişe içeren bir dizi bu; kutuplaşma ve çatışmanın taraflarını temsilen yerleştirilmiş karakterler gerçekten çok yüzeysel. Üstelik kutuplaşma ve çatışmanın eski dizilişini görüyoruz biz orada. Burada tek tek saymanın imkânı yok ama örneğin laik elitler dizide gösterilen hallerinden epey yol aldılar; dua okuyan Ekrem İmamoğlu için mitingler yapıp bayraklar salladılar, mesela; ya da Saadet Partisi’ne bile sempati ile bakar oldular. Hatta Peri keskinliğindeki laiklerden epeycesi Perinçek gibi nasyonal sosyalistler aracılığıyla AKP müttefiki bile oldu çoktan. Üzerine hikâye kurulan karakterler eskinin imam-öğretmen çatışmasında kaldı. O imamın oğulları, kızları öğretmen oldu çoktan. Kutuplaşmanın yeni dizilişi, belki, türbanlı Peri ve iş bulamamaktan bunalmış eğitimli laik orta sınıf mensubu bir Meryem olabilirdi mesela.

Bu ve başka sebeplerden ötürü, herhangi bir popüler kültür ürünü hakkında konuşuyoruz şu anda. Benzerleri gibi gelip geçici bir ürün bu da. Popüler kültür ürünlerinin iyi olanları kalıcı da olur bazen ama belli bir temsil kabiliyeti olduğundan böyle olur. İşçi deyince Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı”, çocuk gelin deyince de Sezen Aksu’nun “Ünzile”si hemen akla gelir mesela. Ama bu dizi kısa bir süre sonra hiçbir şeyi akla getirmeyecek, unutulacak. Tıpkı geçen sene bir ara ortalığı kasıp kavuran, hepimizin çene bağını çözen “Susamam” gibi… O da bu ülkenin kanayan bütün yaralarına cesaretle parmak basmıştı, ama bir daha hiç hatırlanmadı. Benzer şekilde, kutuplaşma, kimlik çatışması, kültürel kamplaşma vs. denince de akla hiçbir zaman Bir Başkadır gelmeyecek.

Toplumsal sorunları layığınca ele almasını bekleyeceğimiz öncelikli yer popüler kültür alanı değildir, hiç şüphesiz. Diziyi bu sebeple beğenmemek hakkaniyetli bir yaklaşım olmaz. Ama diziyi bu sebeple beğenenleri eleştirmek hakkaniyetli bir yaklaşım olur; çünkü Bir Başkadır’ı bu beklentiyi karşıladığı iddiasıyla beğenmek gerçekten “gaza gelmek” demektir. Fakat bunun dışında, dizinin Türkiye’nin sosyolojik, kültürel ve ideolojik güncel sorunlarına el atma cesaretinin övgüye değer olduğunu söylememiz gerekir. Ve aslına bakarsanız, bu cesaretinden (ve Defne Kayalar’ın oyunculuğundan) başka dizinin övülecek bir tarafı da yok.

'ENDÜSTRİYEL BİR ÜRÜNLE KARŞI KARŞIYAYIZ'

Akademisyen Zeki Coşkun: Dizinin kendisi değil, aurası insanların arayıp bulamadıkları bir şeylere karşılık geldi gibi görünüyor. Memleketi, insanı, "biz"i konuşma vesilesi oldu, bu gereksinimi ortaya çıkardı.

Uzun süredir "ötekileşme - ötekileştirmeler" silsilesi yaşanıyor. En başta yıllardır şiddeti giderek yükselen "onlaaar" söylemi var. Toplumsallığın yerini alan ve giderek içe kapanan, dışarı karşı öfkeli bir cemaatler topluluğu.Gücü eline aldığında ötekini hiçleştiren, geçersizleştiren bir cemaatleşme.

Dizide bu hal ve duruma "aslında iyi insanlarız, iyi toplumuz, içimizde kötülük yok” diyen bir söylem karşımıza çıkıyor. O insanlara memleketi, insanı, hayatı, konuşma arzusunu yaratıyor. İnsanlar bunu vesile edip belgesel tadında bir şeyler arıyor sanki. Ama sonuçta bir dramayla, endüstriyel ürünle karşı karşıyayız.

'BU DİZİ İLE ÜLKENİN BİRBİRİNİ DİNLEMEYE İHTİYACI OLDUĞU ORTAYA ÇIKMIŞTIR'

Akademisyen Ali Murat Yel: Mathieu Kassowitz'in 1995 yılında gösterime giren filmi "La Haine" filmini İstanbul'da ertesi sene ancak bir festival dahilinde izlediğim geceyi hiç unutamam, sinemadan çıkarken kafama bir balyoz yemiş gibi hissetmiştim. Sonradan video player ile seyredince ya da derslerde 'ethnicity and religion' konusunun olduğu hafta sınıfta gösterdiğimde aynı etkiye sahip olmasa da genç arkadaşlardan Fransızca siyah-beyaz bir filmi İngilizce altyazı ile seyredebilen birkaç kişi gösterimden sonra biraz konuşabiliyordu. Filmin Paris'in banliyölerinde yaşayan üç gencin 24 saatlik bir gününü anlatmasının aslında 1990'larda Paris'te farklı etnik (Arap - Siyah) ve farklı dine (Yahudi - Müslüman - Hıristiyan) mensup olmalarından yola çıkarak marjinalleştirilmeleri anlatılmaktaydı. Gerçi film daha sonra meydana gelebilecek çatışmalara da işaret etmesi bakımından önemliydi ama pek fazla dikkate alınmamıştı. Yönetmenin (herhalde 25 yaşındaydı o zamanlar) sinemadaki tüm teknikleri başarılı bir şekilde kullanması, arada saati göstererek en başta anlatılan gökdelenden düşüş hikayesinin sonuna yavaş yavaş gelindiğine işaret edilerek bir gerilim yaratılması falan ayrıca konuşulabilir. Ama beni en çok etkileyen husus, farklı kesimlerin hayat tecrübeleri ve beklentilerinin birbirine ne kadar yakın olduğunun yalın bir biçimde beyazperdeye aktarılabilmesiydi. Paris'in banliyölerine sıkıştırılmış ve problem çıkarmamaları için oraya dondurulmuş ve "merkez"e gelmelerine ses çıkarmalarına engel olunan kesimlerin sesi olmuştu. Bu filmden sonra elbette başarılı yapımlar izledik ama benzer bir temanın bu kadar yalın anlatılabilmesine şahit olmadık. Dizinin adını ilk duyduğumda bir başkadır benim memleketim tadında bir şeyler olabilir diyerek pek umursamamıştım. Fakat yönetmenini duyduğumda benim all-time favorite dizim olan “Son” isimli dizinin senaristi Berkun Oya olduğunu öğrenince ve artık sosyal medyada üzerine bir şeyler söylemeyenin kalmadığını görsem de (popüler olandan kaçındığım için Orhan Pamuk'un kitaplarını da üzerinden zaman geçip hiç kimse bahsetmediği dönemde okumayı tercih ederim) seyretmeye karar verdim. Tabii başarılı oyunculuklardan ve yönetmenin becerisinden çok bahsedildi, beni etkileyen husus bu ülkenin farklı kesimlerden oluşan ama en önemlisi de bir arada hiç bir problem yokmuşçasına yaşamaya devam ettikleri bir mozaik olduğu öteden beri aşılanmaya çalışılmasına bireysel -ve tabii içsel- karşı duruşumu dışa vurmasıydı. Mozaik zaten donuk bir maddedir ve farklı unsurlar bir araya getirilerek "siz bundan böyle birlikte yaşayacaksınız"  denilerek sabitlenmiştir. Halbuki toplum, değerler, bakış açıları ve görüşler değişken ve daha önemlisi akışkandır. Unsurlardan birisi akışkan olmaya çalışınca veya biraz özgürlük talep edince onları donmaya mahkum eden sistem rahatsız olmakta. Halbuki ta en baştan beri aralarında konsensüs sağlanmış ve sosyal mutabakat  üzerine anlaşılmış olsaydı Carl Gustave Jung'un Sigmund Freud karşıtlığında "birey" olmanın önemine vurgu yapmasının varoş kahvelerinde tekrar edilmesine gerek kalmayabilirdi. Diziden herkesin bu kadar etkilenmesinin sebebi olarak da bu donukluktan toplumun her kesiminin bıkmış olduğu ve bir arada yaşanacaksa herkesin talebinin dikkate alınarak karşılıklı bir saygıya dayanan yeni bir sözleşmeye duyulan özlem olduğunu düşünüyorum. Yani, bu dizi ile ülkenin bir kakafoniye değil birbirini dinlemeye ihtiyacı olduğu da açıkça ortaya çıkmıştır.

'DİZİDE BİZZAT KENDİ DÜŞÜNCELERİMİZİ BİLE NETLİKTEN ALIKOYAN BİR ŞEY VARDI'

Akademisyen Sevilay Çelenk: Bence bunun iki temel nedeni var. Birincisi görece teknik, estetik, anlatısal diyebileceğimiz nedenler: Güçlü oyuncu kadrosu ve yönetmenin Masum dizisi gibi önceki çalışmalarıyla bilinen beğenilen bir isim olması ve kısmen izleyicilerin “doğru dürüst” bir televizyon hikayesine duyduğu açlık nedeniyle, yayınlanır yayınlanmaz hızla yoğun biçimde izlenmesi. İlk yayından bugüne sadece on gün olduğuna inanabiliyor musunuz? Netflix’in Türkiye’de 1.7 milyon civarında abonesinin olması ve bu sayıyı aile üyeleri ya da diğer yakınları düşünerek 4 ya da 5’le çarptığımızda 7-8 milyon izleyiciye ulaşılması. Daha evvelde başka bir yerde söylediğim gibi abonelerden diziyi hemen izleyenlerin sosyal medyada hızla görüş ve düşüncelerini paylaşmasıyla yeni izleyicilerin teşvik edilmesi. Netflix gibi bir dijital platformda uzunca bir film gibi neredeyse kesintisiz izleme imkanının, hikayenin tüketilmesini birkaç günlük kısa bir zamana sıkıştırması. Böylece hakkında konuşma da yine aynı hız ve yoğunlukla birkaç günde oldu. Çok beğenen, az beğenen hiç beğenmeyenlerin olması ve onların her birinin de düşüncesini sosyal medyada iletmesi çarpan etki yarattı.

İkinci neden de izleyici beğenilerinin derin biçimde farklılaşması. Yani bir İkinci Bahar değil mesela, herkesin yüzünde mutlu bir tebessüm ve bir gevşeme haliyle dışa vurulan bir beğeninin konusu olmaması. Daha karışık duygulara yol açması. Aşağı yukarı aynı eğitim arka planına sahip, aynı sosyokültürel katmandan izleyicileri bile karşı uçlara savurdu. Aynı alanda çalışan iki akademisyen bile birbirinden çok farklı şeyler söyledi ve beğenileri farklılaştı. Bu da insanlara şaşırtıcı geldi ve merak uyandırdı sanırım. Bana kalırsa bizzat kendi düşüncelerimizi bile zaten netlikten alıkoyan bir şey vardı dizide -ki bunu Gazete Duvar’a yazdım-. Bu ikircim hali, aynı zamanda dizinin güncel politik çatışmalara odaklanmış olması nedeniyle bir de onlar üzerinden kararsızlaştı. Bu karasızlık da çok farklı yorumlara yol açmasıyla izlemeye dönük bir merak oluşturdu. Tabii bu ifrat hali nedenle izleyeceği varsa izlemeyi reddedenler de olmadı değil.

'MEMLEKET KÜLTÜR TARİHİNDE BU KADAR KISA SÜREDE BU KADAR ŞİDDETLE TÜKETİLMİŞ BAŞKA BİR MALZEME OLMAMIŞTIR'

Akademisyen Besim Can Zırh: Sanıyorum memleket kültür tarihinde bu kadar kısa sürede bu kadar şiddetle tüketilmiş başka bir malzeme olmamıştır. O nedenle içeriği yorumlamak, kimin kimi temsil ettiği ya da edemediğini tartışmak kadar neden böyle oldu sorusu da önem kazanıyor. Söz gelimi, 2006-2008 yıllarında yayımlanan "Hatırla Sevgili" dizisinin bir anlamda devamı olarak 2009 yılında yayımlanan "Bu Kalp Seni Unutur mu?" dizisi de bir terapist koltuğunda başlıyor ve "her kesimi" temsil eden danışmanlarıyla bir anlamda açılımlar dönemin(d)e bir tür yüzleşme amaçlıyordu. Dizi öngörüldüğü gibi tamamlanamamış olmasına karşın bu kadar gündem olmamıştı. Bana öyle geliyor ki o dönem insanlar ülkeye dair beklentilerini, görüşlerini dile getirebiliyor, siyasal birer özne olarak kendilerini konumlandırabiliyorlardı. Fakat sonrasında yaşanan savrulma, Gezi (2013) ve 10 Ekim Katliamı (2015), kendimi de parçası saydığım bir kuşağın kuşak olabilme ihtimalini ağır bir biçimde sakatladı. Dizi, içeriğinden bağımsız ama içeriğinde kullandığı referanslarla, uzun süredir -mış gibi yapıyorken belki de bize bunu anımsattı. Ve unutmamak gerekiyor ki bu anımsatma, otoriter bir siyasal muğlaklık içine kapandığımız uzun bir sürecin bitmesini bekliyorken kendimizi öngörülemez başka bir belirsiz kapanma içinde bulduğumuz bir döneme denk geldi. Son olarak da söylemek istediğim, belki biraz da sosyal medya bombardımanına maruz kalmış olarak gecikmeli izleyebildiğimden, ben diziyi bir tür veda olarak gördüm. Memleketin andığım kuşak olabilme ihtimali sakatlanmış bu kuşakla vedalaşması anlamında. Fakat dizinin bu bağlamla olan ilişkisini kurmak için biraz zaman geçmesi gerekecek sanki. Belki de bugün (bize) ne olduğunu bizden sonra gelecek kuşaktan dinlemek gerekiyor.  

'BİZİ DİZİYE ÇEKEN KENDİ HATIRLAMA BİÇİMİMİZLE YÜZLEŞMEMİZ'

Akademisyen Evren Balta: Dizinin Türkiye’nin bugünüyle ilgili olmadığını düşünüyorum ben. Büyük oranda Türkiye’nin özellikle 2007-2008 sonrası Türkiye’sinde bu dizinin anlattığı bu çelişkilerinin, bu karakterlerin, adaletsizliklerin, yaşantı biçimlerinin vs. çok değiştiğini düşünüyorum. Dizinin de zaten bu çelişkileri çok yansıtmaya çalışmadığını düşünüyorum. Dizi, daha ziyade büyük oranda Türkiye’nin Ak Parti öncesi dönemine ait bir hatırlama denemesi ya da nasıl hatırladığımıza dair bir deneme. Dizideki bütün sembolleri de böyle okuyabileceğimizi düşündüm, otobüs duraklarından sosyal medya kullanmayan karakterlere kadar. Eğer diziye gerçekliğin bire bir temsili olarak bakarsak eksiklik, hata bulabiliriz ama ben gerçekliğin temsili olarak baktığımızda ya da gerçeği nasıl hatırladığımız şeklinde baktığımda pek çoğumuzun hatırlama biçimiyle dizinin örtüştüğünü düşündüm. Dolayısıyla bizi de diziye çeken biraz da o kendi hatırlama biçimimizle yüzleşmemiz diye düşünüyorum. Yani Türkiye’nin geçmiş travmalarını, 90’ların, 80’lerin nasıl yaşandığına dair hepimizin hafızasında bir model var ya da hepimiz belirli bir şekilde hatırlıyoruz. Bu dizi aslında gerçeği temsil etmekten ziyade bir hatırlama biçimi olarak önümüze geldi. Ve hepimiz kendimizden bir şeyler bulduk, bazı karakterlere kızdık “o öyle olmaz” dedik, bazı karakterlerle kendimizi özdeşleştirdik, bazılarıyla yakınlık kurduk vs. Bir tür kendi hatırlama biçimime ilişki kurabildiğim bir dizi olduğunu düşünüyorum.