YAZARLAR

Afgan Kozmonot Mohmand

İbrahim Kalın’a göre İslamofobi bir olgu değil, algı ve bundan da kötü niyetli medya mesul. İslamofobinin oluşumunun kabahati sebepsiz yere Müslümanları öteki olarak gören Batılılarmış. İslamofobinin sona ermesi için öncelikle Batılıların yanlış bakış açılarını düzeltmeleri, İslam ve Müslümanlar hakkındaki ön yargılarından kurtulmaları gerekiyormuş.

Taslakları haftalar öncesinden hazırlamama rağmen bazen yazılar gündemle kesişiyor. Mesela Fransa’daki İslam korkusu üzerine yazılarımla nümayiş-i mağribi tesadüfi olarak üst üste geldi. Böylece yazı ‘gündem yazısı’ gibi oldu. Gerçi Fransa’da ikide bir bu tür olaylar tekrar ettiği için bu çok da ilginç bir tesadüf sayılmaz ya neyse.

Dış dünyada olup biteni bir kenara bırakıp mevzumuza dönelim. Türkiye’de akademinin içinde bulunduğu krize hemen her yazıda değiniyorum. İslamofobi konusu buna mükemmel bir örnekmiş ben de geç keşfettim. Çok sayıda resmi ve yarı resmi kuruluşun bu konuda yayın yapma konusunda teşvik edildiği hemen anlaşılıyor. Ortaya çıkan çalışmalar ise bazen trajik bazense dramatik. Hepsi aynı kişi tarafından yazılmış gibi... Hemen hepsinde İslamofobinin sebebi açık ve net: “Avrupalıların İslam kültür ve medeniyeti konusundaki cahilliği, geçmişten gelen ön yargıları, ırkçı ve sömürgeci geçmişlerinin mirası”. Yani ortada bu konuda değişim yaşamaları gereken ama bunu yapma gereği duymayan bir Avrupalı tipoloji var. Onun dışında bir sorun yok.

Mesela bu konu hakkında İbrahim Kalın ve İslami hareketleri inceleyenlerin ismine aşina oldukları John Esposito’nun müşterek bir kitapları var: “Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi”.(1) Kitap aslında 2011’de daha nötr bir başlıkla, Islamophobia: The Challenge of Pluralism in the 21th Century adıyla Oxford University Press tarafından basılmış. Yani İngilizce başlığın Türkçesiyle bir ilgisi yok. İslami yayın kuruluşları neden böyle işler yapıyorlar anlayamıyorum.(2) Çoğulculuğa meydan okuyuş diye çevrilebilecek bir kitaba yazı gönderiyorsunuz. Sonra kitabınızın başlığı ilgili editörün ülkesinde “Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi” oluyor. Bilindiği üzere İslamofobi henüz evrensel düzeyde “nefret söylemi” olarak kabul görmüş değil, daha ziyade “Müslümanlardan duyulan korku” anlamında kullanılıyor. Zaten öyle görülse birçok ülkenin hukuk sisteminde nefret suçu yasası olduğu için İslamofobi bir suç olarak telakki edilebilir. İslami hareketler İslamofobinin de anti-semitizm gibi bir nefret söylemi olarak görülmesi, yani suç kapsamına alınması için mücadele veriyorlar. Kitabın Türkçe baskısı yerli ve millî okur için bu sorunu çözmüş.

Neyse Barbarlar ve Medeniler kitabından tarzına aşina olduğum İbrahim Kalın burada da okuyucusunu tutarlı tavrıyla şaşırtmıyor. Kalın’a göre İslamofobinin oluşumunun kabahati sebepsiz yere Müslümanları öteki olarak gören Batılılarmış. İslamofobinin sona ermesi için öncelikle Batılıların yanlış bakış açılarını düzeltmeleri, İslam ve Müslümanlar hakkındaki ön yargılarından kurtulmaları gerekiyor.(3) Kalın, Abdallah bin Bayyah’tan şu sözü aktarıyor: “Dünyanın problemlerini çözebilecek en önemli değerlerden bir tanesi, çeşitliliğe saygı göstermek, onu zenginlik ve güzellik kaynağı olarak ve insan tecrübesinin temel unsuru olarak sevmektir”.(4) Gerçi Bayyah aslında bu sözleri Batılılara değil Müslümanlara söylüyor. IŞİD’e ve benzer radikallere karşı verilen teolojik mücadelenin en önde gelen temsilcilerinden olan Bayyah, Batı dünyasındaki önyargılardan ziyade Müslüman dünyada yaşanan felaketleri durdurmak için uğraşan biri. 2014’te ölüm riskini göze alarak IŞİD aleyhine fetva vermişti. Ama Kalın’ın yaptığı alıntıyı yerleştirme biçiminden sanki Bayyah’ı sadece Batılıları hedef alan, onları çok kültürlülüğe çağıran biriymiş gibi algılıyoruz. Kalın önce sorunun çözümü için Batının Müslümanlara karşı daha itidalli olması gerektiğini söyleyip sonra ‘Bayyah da aynı fikirdedir’ diyerek bu alıntıyı yapıyor. Böylece alıntı cümle tüm taraflara değil de salt Batılılara söylenmiş gibi duruyor.

Hadi bu söz Batılılara söylenmiş olsun. Sadece bir tarihçi değil; siyaset adamı olarak Kalın acaba ‘önde gelen bir Müslüman âlim’ olarak gördüğü Bayyah’ın düşüncelerini benimsemekte mi? Türkiye’de son yirmi yıllık idari tecrübe ‘çok kültürlülüğe saygı’ düsturunda bina edilmiş diyebilir miyiz? Akademik metinlerde altı çizilen doğrulara siyasetçi kimliğiyle İbrahim Kalın ve yakın çevresi de destek sunmakta mıdır? Yoksa çok kültürlülüğe saygı çağrısı bizim için salt Avrupalılara dönük bir nida mıdır? Akademi ve siyaset dünyasının temel görevi ‘elalemin’ eksikliklerini bulup ifşa etmekten mi ibarettir? Yoksa biz ‘çok kültürlülüğe saygı’ düsturunu kendi ülkemizde inşa etmiş olmanın özgüvenine mi sahibiz? Bizi sürekli Batıya ayna tutmaya iten bu özgüven midir? Bu soruların cevabını ben de merak ediyorum. Mesela aynı kitapta yazısı bulunan Mohamed Nimer, Tarık Ramazan'dan şu alıntıyı yapmış “Batıda zengin, olumlu, katılımcı değerlerin evrenselliği, küreselleşme, etik ve modern dönemde hayatın anlamı gibi tartışma konularına katkı sunabilecek bir varlık geliştirmek suretiyle kendimizi özgürleştirmek zorundayız. Buna ilaveten düşüncenin bağımsızlığını ve Batı’da İslami prensiplerin uygulanmasını ve Avrupalı veya Amerikalı bir Müslüman olmanın ne anlama geldiğini derinlemesine ele almayı teşvik eden eğitim şekillerine adanmanın vaktidir.”(5)

Neden Batıda? Her yerde böyle olunsa daha iyi değil mi? Bahsi geçen özgürleşme çabası Müslümanların kendilerini Batılılara kabul ettirmenin bir aracı olarak mı görülüyor? Batı olmasa yenilenmeye gerek yok mu?

İbrahim Kalın’a dönelim. Kendisine göre İslamofobi bir olgu değil, algı ve bundan da kötü niyetli medya mesul. Kendisi şöyle demekte: “Dünyanın her tarafında birçok şiddetli çatışma vuku bulmasına rağmen medyanın en çok dikkatini çekenler İslam aleminde olanlardır... Afrika’da, Latin Amerika’da Asya’da milyonlarca insan çatışmalarda vahşice ve trajik biçimde öldürülürken genel izlenim en kanlı çatışmaların Müslümanların topraklarında olduğudur.”(6) Yani Kalın bunları 40-50 sene önce yazsa haklı sayılırdı. Soğuk Savaş devrinde gerçekten de dünyanın dört bir yanı kan gölüydü. Ama günümüzde Müslüman dünya haricinde ‘milyonlarca insanın çatışmalarda öldüğü’ hangi ülke kaldı hakikaten bilmiyorum. Nikaragua, El Salvador, Guatemala gibi ülkelerde Marksist gerillalar silah bırakıp sisteme entegre oldular. Kolombiya bile son yıllarda bu kervana katıldı. Soğuk Savaş’ta kan gölüne dönen Laos, Kamboçya ve Vietnam günümüzde turizmin yükselen yeni yıldızları. Afganistan üzerine yazdığımız bir kitapta ‘Sovyetlerin Vietnam’ı’ terimini irdelemiş ve bu karşılaştırmanın Ruslar açısından değilse de Afganlar açısından ne denli yanlış olduğuna değinmiştik.(7) Vietnam savaşını verdi ve kurtuldu. Şimdi Amerikalı gaziler eskiden savaştıkları köyleri turist olarak geziyorlar. Vietnam halkı da Doğu Asyalılara özgü olgunlukla onları misafir ediyor. El ele verip birlikte barış çağrısı yapıyorlar. Afganistan ise bir türlü esaretten kurtulamadığı gibi 40 yıldır da durulmadı. Vietnam'da savaşı hatırlayan nesil 70 yaş ortalamasında, Afganlar ise savaştan başka bir şey hatırlamıyorlar.

Yani İbrahim Kalın’ın iddiasının aksine son on yıldır bu konuda dünya gündemini meşgul eden ve kanlı çatışmalar denilince akla gelen ülkeler belli. Afganistan, Suriye, Irak, Somali, Sudan, Yemen, Libya, Nijerya vb. Uzak Doğu’da ve Latin Amerika’da artık iç savaş falan kalmadı. Bir vakitler solcu gençlerin adlarını ezbere bildikleri Farabundo-Marti Kurtuluş Cephesi (FMLN), Sandinistler (FSLN), MRTA, FARC unutulup gittiler. Çoğu zaten yasal parti oldu. Ama el-Kaide, IŞİD (İngilizce okunuşu ISIS yüzünden dünyaca ünlü bir makyaj markası adını değiştirmek zorunda kaldı), en-Nusra, Boko-Haram, HAMAS, Hizbullah, Taliban ve türevlerini hayatında hiç siyaset bilmez milyonlarca adem tanımakta.

Ayrıca İbrahim Kalın’ın kaçırdığı asıl nokta çatışmaların Müslüman dünyada yoğunlaşması değil. Çatışmanın gerekçesi olarak seçilen ideoloji meselesi. Elbette savaş sadece Müslüman dünyada değil. Ruslar ile Ukraynalılar da savaşıyor. Ama onların savaşına dinsel söylemler yön vermiyor. İbrahim Kalın’ın ve benzer düşünenlerin sürekli örnek olarak verdikleri ETA, IRA gibi örgütler örneğin(8)... Bunlar dini örgütler değil, ulusal örgütler.  IRA’nın maksadı Katolik Kilisesince yönetilen Vatikan’a bağlı bir İrlanda değil. ‘Neden IRA eylemlerine Katolik terör denmiyor da söz konusu Müslümanlar olunca hemen İslami terör deniyor’ diye kendince bir çelişki yakaladığını zanneden İslami entelijansiyanın (Ahmet Davutoğlu da bunu sürekli tekrarlayıp durur) temel hatası bu. IRA militanları Katolik olabilirler, dindar da olabilirler ama örgütün program ve hedefleri, derdi başka. Tıpkı Ortadoğu’daki her silahlı hareketin de ‘İslami terör’ olarak görülmemesinde olduğu gibi.

Avrupa seneler boyunca el-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, Ebu Nidal,  Halk Cephesi-Genel Komutanlık (Cibril grubu) gibi örgütlerin uçak kaçırma, suikast, bombalı eylemlerine sahne oldu. Hiç kimsenin aklına o senelerde ‘İslami terör’ tanımı gelmiyordu. Zira mezkur nümayiş grupları Arap milliyetçiliği ile Marksizm arasındaki enteresan bir yelpazede yer almaktaydılar. Bu hareketlere katılan militanların bazıları namazında niyazında olmasına rağmen ana hedef ve programları ‘İslami’ değildi. Doğal olarak el-Fetih eylemi ‘İslami terör’ olarak görülmüyordu. Ama bunların yerini Hamaslar, el Kaideler, IŞİD’ler alınca iş değişti. Zira bunların hedef ve programları ‘İslami’ iddiada. Bu hareketlere katılanlar da tersinden dindar olmayabilirler. Hayatında hiç namaz kılmamış IŞİD militanlarından söz edilip duruluyor. Bunun bir önemi yok hareketin programı ve hedeflerindeki iddialar bağlayıcıdır.

İbrahim Kalın ayrıca “Müslüman dünyada iyi bir gelişme olduğunda söz edilmez. Ama kötü gelişmeler hemen haber olur” demekte. Mesela 2006’da ilk Müslüman kadın astronot Ansari uzaya gittiğinde haber olmamış. Haber olduğunda ise bunun İslam diniyle bağı kurulmuyormuş. Kendisi bu durumu şu serzenişle özetliyor: “Her nedense Müslümanlar söz konusu olduğunda her kötü şey din sebebiyle olmaktadır ve olan her güzel şey ise başka sebeplerden kaynaklanmaktadır”.(9)

İyi de bunda suç sadece Batılıların mı? Mesela 1988 yılında Soyuz TM-6 ile uzaya çıkan Afgan kozmonot Abdul Ahad Mohmand Müslüman dünyada haber olabilmiş miydi? Bugün de Müslüman dünyada adını bilen var mı? İslami medya o yıllarda Afgan mücahitlerin adını ezberletmekle meşguldü. Hikmetyar, Sayyaf, Rabbani, Şah Mesud vb hepsi ezbere bilinmekteydi. Her biriyle yüzlerce mülakat yapılıyordu, her biri idol haline getirilmişti ki bu idol arkadaşlardan biri gençliğinde kadınların yüzüne asit atarken öbürü, sinema ve fotoğraf çekmeyi yasaklamakla meşguldü. Biri Hazaralara etnik kırım uygularken, öbürü kızlara okumayı yasak etmekteydi. Biri Kabil’e füze yağdırıp 50.000 sivilin ölümüne yol açarken, öbürü solcu olduğu için kendi öz oğlunu öldüren annelere övgü düzmekteydi vb. Tüm bu figürler de bizim İslami ve sağ medyada her gün idealize ediliyordu

Gazeteci Mehmed adlı çizgi romanda Rabbani, komünist olduğu için kendi öz oğlunu elleriyle öldüren anneyi överken.

Kozmonot Abdulahad Mohand, Afgan jeolog Isatullah Ahmed haber olmuyordu. Neden; çünkü onlar Sovyetlerde eğitim almış ‘ilerici’ kişilikler olarak tanınmaktaydılar. İslami basın-yayın o yıllarda uzaya çıkan Afganlara değil sinema ve müziği yasaklatanlara sempati duymakta onları haber yapmaktaydı. Afganistan sadece cihatçılardan ibaret bir ülkeymiş gibi davranmaktaydı. Tıpkı İslamofobikler gibi.

Afgan Kozmonot Mohmand (1988)

Örnek bol, bildiğim kadarıyla Nobel Edebiyat Ödülü alan ilk Müslüman yazar olan Necib Mahfuz, Müslüman Kardeşler sempatizanı bir militan tarafından bıçaklanmıştı. Nobel Fizik ödülü alan –ve Pakistan'ı nükleer güç yapan- ilk Müslüman bilim insanı olan Muhammed Abdüsselam da bağlı bulunduğu Ahmedi mezhebi resmen ‘kafir’ ilan edildiği için Pakistan’ı terk etmişti. Nerede başarılı bir Müslüman varsa onun karşısına dikilen bir tutucu çevre, onu şu ya da bu gerekçeyle mahkum eden bir radikal muhalefet de var gibi. Bu nedenle ‘her iyi şeye’ gözleri kapalı olanlar sadece Batılılar değil sanki.

NOTLAR:

(1) İbrahim Kalın ve John Esposito, Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi, çev. İsmail Eriş, İnsan, 2020.

(2) Bu konuya daha önce de değinmiştik. Yine tanımış bir İslamcı tarihçinin üçüncü baskıda kitabın adını değiştirerek tüm katkı sunan yazarlar kendisiyle aynı fikirdeymiş havası yarattığından söz etmiştik. 

(3) İbrahim Kalın, “İslamofobi ve Çokkültürlülüğün Sınırları”, Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi, İnsan, 2020, s.38-39.

(4) Kalın, a.g.e. s.39.

(5) Mohamed Nimer, “İslamofobi ve Amerikan Karşıtlığı: Önlemler, Dinamikler ve Sonuçlar” Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi, içinde. s.139

(6) Kalın, a.g.e. s.53.

(7) Ahmad Jawid Türkoğlu ve U. Töre Sivrioğlu, Afganistan (1978-1992) Soğuk savaşın Sıcak Cephesi, Paradigma Akademi, 2021.

(8) Kalın, a.g.e. s.53-54.

(9) Kalın, a.g.e. s.55.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.