YAZARLAR

Gecelerin yargıcı

Bu nasıl bir özgüven ve kibir, halka yukarıdan bakma tavrıdır ki akşam vakti işten güçten çıkıp “yahu şurada bir kahve içeyim” diyen bir adamın başına dikilip vicdanının sesi olma hakkını kendinde görmekte. Vicdan tanrıçası/tanrısı rolüne girenler ‘biz çocukları önemseyen yüce varlıklarız; sizler ise çocukların ölümünü hiçe sayan insanlığını yitirmiş duyarsız  kişilersiniz’ mesajı veriyor.

İnternette bazı görüntüler var. Kendilerini dünyanın vicdanı veya gecelerin yargıcı olarak gören bazı insanlar İsrail’e destek vermekle itham ettikleri sosisçi, hamburgerci, kahvecileri vb gezerek orada oturan müşterilere propaganda yapıp kızıyorlar. “Hiç mi vicdanınız yok!, Çocuklar öldürülürken siz katillerin destekçisi olan bu mekanlarda köpüklü kahve içiyorsunuz” gibi serzenişlerde bulunuyor ve masada oturanların da herhalde boynu bükük biçimde bir pişmanlık krizine girip bu müdahale sonucu bilinçleneceklerini umuyorlar. Konu aslında psikologların araştırma sahasına girmekte. Bu nasıl bir özgüven ve kibir, halka yukarıdan bakma tavrıdır ki akşam vakti işten güçten çıkıp “yahu şurada bir kahve içeyim” diyen bir adamın başına dikilip vicdanının sesi olma hakkını kendinde görmekte. Vicdan tanrıçası/tanrısı rolüne girenler ‘biz çocukları önemseyen yüce varlıklarız; sizler ise çocukların ölümünü hiçe sayan insanlığını yitirmiş duyarsız  kişilersiniz’ mesajı veriyor. Aslında bu durum İslamcı cenahın halkın geniş kesimlerini kendi seçtiği gündemlere kanalize edememesinden doğan acizliği de yansıtıyor aynı zamanda.

Vicdanının sesi olan Erinyelerden kaçmaya çalışan Orestes ya da boykotlu marka müşterisi.

İnsanların ortadoğu söz konusu olduğunda yaşanan kıyımlara duyarsızlıklarını tenkitten ziyade anlamaya dönük çaba daha yerinde olur bence. Zaten sürekli kaynayan bir kazan olan coğrafyada sıradan bir yurttaş neden özellikle İslamcıların dikkat çektiği özel bir konuyla ilgilenmeli? Bu bir hegemonya meselesi olarak görülebilir. Zira her köşesinde çatışma ve savaşlar olan bir coğrafyada siz özellikle birini seçip onu gündem haline getirmeye çalışıyorsunuz. İşiniz bu nedenle zor. Üstelik toplum zaten yeterince dert dolu. Mali olarak çökmüş, elli bin insanını son depremde bir gecede yitirmiş. Kendi derdi kendine yetmekte. İslamcılar bu milletten refah toplumu standartlarını yakalamış ve dünyanın geri kalanı için de vicdani krizlere girecek hayli zamanı ve enerjisi olan İskandinavyalılar olmalarını mı beklemekte? Anlaması zor.

Öte yandan tepeden bakıcı ahlaki tavırların verdiği mesajlar iyiye alamet değil. Bunlar zamanla hoşlaşılmayan marka mekanların müşterileri ve çalışanlarına dönük garabet hareketler doğurabilir. Bu türden hareketler zaman zaman parlar, ilk örneklerinden biri Avusturya’ya dönük 1908 boykotuydu. Sonra Osmanlı Rumları ve Ermenilerine dönük iç boykotlar da oldu. Önceleri kibar yoldan halkı beğenmedikleri dükkanlardan alışveriş yapmamaya davet eden gecelerin yargıçları, halk onların dediklerini yapmayınca zor kullanmaya başlamışlardı. Buna dair çok sayıda Osmanlıca şikayet telgrafı okumuştum. 1913‘te Güney Marmara’da Rumların işlettiği değirmenler boykot ediliyor. Başka değirmenci de olmadığı için Türk ahalli boykota aldırmadan Rum değirmencilere buğday götürmeye devam ediyor. Bu sefer yolları boykotçularca kesilip dayak yiyorlar, unları yerlere saçılıyor vb. Meraklısı için Y. Doğan Çetinkaya tarafından hazırlanmış iki önemli kaynağı dipnotta veriyorum.(1)

Biz de kuşak olarak İtalya’ya karşı meşhur 1999 boykotuna tanık olmuştuk. Narenciyeler yerlere dökülüyor insanlar portakalları eziyor, İtalyan marka arabalar benzin dökülüp yakılıyordu. Hava olsun diye İtalyanca bir isim kullanan yerli bir mobilya mağazası saldırılar nedeniyle ‘Vallahi billahi biz İtalyan markası değiliz gösteriş olsun diye böyle bir isim aldık’ mealinde bir açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Benzer görüntülere oldukça zorlama yöntemlerle çıkarılan Hollanda  krizinde de rastladık. Bundan sonra da rastlayacağımız kesin. Çarşıda gezerken şu ürünleri kullanmayın tarzı imzasız bir afiş gördüm. Sanırım yüzlerce marka vardı ve birleşerek bir Davud Yıldızı şeklini almıştı. Boykot edilecek markalar sıradan bir vatandaşın şahsi temizliği ile banyosu ile mutfağında kullandığı hemen her markayı kapsamaktaydı. Yani bu boykota uyduğunuzda elinizde temizlik ve hijyen için arap sabunundan başka bir şey kalmadığı gibi dişlerinizi de misvakla fırçalamanız gerekiyor. Durum o denli vahim.

Gelelim asıl meseleye, vicdan tanrısı ve tanrıçası rolüne soyunmuş olan bu arkadaşlar gerçekten söyledikleri gibi yeryüzündeki bütün acılara duyarlı mazlumlardan yana kişiler mi? Mesela Suudi Arabistan 6 senedir Yemen’i bombalıyor. Yemen’deki ölümler Gazze’yi kat be kat aştı. Suudi Arabsitan elçiliğine yürüyen oldu mu? Elçiliğe havai fişek atılıp maytap fırlatıldı mı? Yemenli çocuklar çocuk değil mi? 21. yüzyılın en büyük kitlesel kırımı Sudanlı el-Beşir tarafından Güney Sudan halkına yapıldı. 250.000 kişinin öldürüldüğünden söz edilmekte. Sudan elçiliği önünde, mazlum-mağdur hakları literatürüne bolca katkı yapan İslamist dernekler bir açıklama yaptı mı? Bu katliamın sorumlusu olan el-Beşir ikide bir Türkiye’ye gelip giden bir adamdı ve bu mağdurcuların liderleriyle de arası pek iyiydi. O halde Sudanlı çocukların hakkı ne olacak? Vicdan tanrıçaları bu esnada neredeydiler? Sudan’ı protesto etmediler, tam aksine Sudan hükümetine destek verdiler. Çünkü bu olayda katliama uğrayanlar Hıristiyan katledenler Müslümandı, bu kadar basit.

Yüzlerce kelimeyle uzatabilirim. 2015 yılında Batman’da arkeolojik bir kazıdaydım. IŞİD’in Ezidi Kürtleri ve  Şii Türkmenleri acımasızca katlettiği binlerce Ezidi kızını kaçırıp cariye yaptığı günlerdi. Binlerce insan da Türkiye’ye kaçmıştı. Bir Ezidi baba, bana şunu anlattı; sınırdan geçerken bizim Türk sınır görevlileri iki küçük kızının geçmesine izin vermişler ama 12 yaşından büyük üç oğlunun geçmesine izin vermemişler. Neden? Çünkü onlar Müslüman değildi. Halbuki açık sınır politikası yürürlülükteydi. Sınır savaştan kaçan tüm mazlumlara (siz Sünni Arap olarak okuyabilirsiniz) sonuna kadar açıktı ve aslında kevgire dönmüş durumdaydı. Ama Ezidiler söz konusu olunca şartlar değişmişti. Ben bunu bizzat o ailelerden dinledim.

Gecelerin yargıçları öyle bir hava vermekteler ki sanki ortadoğu denilen enlem ve boylamlar Hollanda-Belçika ama bir de şu İsrail çıbanı olmasa... Bütün sorunlar hallolacak. Afganistan’da da aynı demogojiye sarılmışlardı. Afgan cihadının ulusal bir karakteri olduğu ve Sovyet işgali yüzünden mücahitlerin mecburen silaha sarıldığı söylenip durulmuştu. Şu Sovyet işgali bir bitse Afganistan’a barış ve huzur gelecekti.  Halbuki 1988’de Pravda Türkiye temsilci A. Stephanov şöyle demekteydi. “Mücahitler için savaş bir araç değil amaçtır. Sovyet ordusu çekilse de onlar savaşmaya devam edecekler. Onlar savaşsız duramazlar. Bunu bir gün bütün dünya anlayacak”.(2)

Nitekim öyle de oldu. Sovyet ordusu çekileli 30 sene oldu ama Afganistan’da İslamcı yapıların savaşı bir türlü bitmedi. Önce Hizb-i İslam’la Cemaat-i İslam çarpıştı. Ardından Taliban hepsini ezdi geçti. Şimdi de İŞİD ile Taliban çarpışıyor.

Neden böyle oldu? Çünkü Afgan cihadı ‘ulusal’ hedefleri ve örgütleri olan bir hareket değildi. Para kaynakları  dış ülkelerden sağlanıyordu, hepsi çeşitli gizli servislerin kontrolü altındaydılar, silahları  ve paraları onlara veren ülkeler Sovyetlere karşı savaşın durmamasını talep etmekteydiler (bu arada Afgan cihatçıların en önemli silah tedarikçilerinden biri de İsrail’di).  Bu nedenle Cihatçı liderler BM’nin barış için yaptığı çabalara asla destek vermediler. Müzakereleri baltaladılar. Sovyet ordusunun çekilmemesi için ellerinden geleni yaptılar. Çekilme sırasında saldırılarını bilhassa arttırdılar. Hava bombardımanlarını tahrik etmek için esirlere inanılmaz işkenceler yaptılar. Sovyet ordusunun çekilmesi onların en büyük kabusuydu zira bu durumda milyonlarca dolarlık para desteğinden, silahtan, medya araçlarından ve dünya başkentlerinde adam yerine konulmaktan  mahrum kalacaklardı. Bu nedenle Sovyet ordusu çekilse de savaşmaya devam edeceklerini savaşı Tacikistan’a, Kafkasya’ya hatta Moskova’ya taşıyacaklarını deklare ettiler. Yaptılar da... Afgan cihadı bittikten sonra binlerce mücahit artık Kafkasya ve Tacikistan’da savaşmaya devam etmekteydi.

En ilginci de 1980’lerde sabah akşam Afganistan’daki Sovyet zulmünden bahsedip duran mazlumcuların Sovyetler çekildikten sonra mücahitlerin iç savaşında harab olan (sadece başkent Kabil’de 50.000 kişinin Hikmetyar kuvvetlerinin attığı roketler yüzünden öldüğü tahmin ediliyor) Afganistan’la artık hiç ilgilenmemeleriydi.  Çünkü artık çeşitli İslami gruplar birbiri ile savaşmaktaydılar ve bundan siyasi bir rant çıkarmak mazlumluk türetmek mümkün değildi. Afganistan aslında Sovyet işgalinden ziyade İslamcı iç savaşında yıkıldı; ama artık mazlumcular bu ülke için bir yardım toplama seferberliğine bile girme gereği duymamaktaydılar.

Filistinlilere dönük en büyük katliam Ürdün Krallığının işiydi. 1970 eylülünde 30.000 Filistinliyi öldürdüler. Irak binlerce Kürdü kimyasal silahla yok etti. Irak-İran savaşında bir milyon insan öldü. Mazlumcular kol kırılır yen içinde kalır dedi geçti. Bugün de Afrika’da Boko Haram denilen hareket her yıl yüzlerce köyü basıyor. Binlerce kadını kaçırıyor ve köle pazarlarında satıyor öyle ki Afrika’da köleciliğin yeniden hortlaması söz konusu. Libya’da iç savaş var, Somali’de de. Irak’ta Türkmenlerin, Şiilerin, Pakistan’da Ahmedilerin camileri bombalanıyor. Pakistan’da İslami radikallerin bombalama eylemlerinden dolayı yılda ortalama iki bin masum insan ölüyor. Arabistan Yemen’e bomba yağdırmaya devam ediyor. Peki, gecelerin yargıçları ve vicdan tanrıçaları bunları önemsiyor mu? Bu konuları bildiklerini bile sanmıyorum. Neden? Çünkü bu işleri yapanlar Müslümanlar ama Filistinlileri öldürenler Müslüman değil Yahudi. Konu bu kadar basit.

İsrail’in temel hatası da bu. İsrail’in suçu ne işgal, ne de çocuklara kıymak. İsrail’in asıl suçu Müslüman olmaması. İsrail bir an önce Müslüman olmalı. Netanyahu canlı yayına çıkıp, ‘Bugüne kadar bâtılın yolunu tuttuk, ama  artık hak yolunu bulduk’ deyip Kelime-i Şahadet getirmeli. Ardından İsrail İslam Cumhuriyeti ilan edilip tüm sinagoglar camiye dönüştürülmeli. Böylesi güçlü bir devletin İslam’a kazandırılması Müslüman dünyada büyük bir çoşkuya yol açar. İsrail İslam’a geçtiğini açıkladığı gün Fas’tan Jakarta’ya tüm İslam dünyasında şükür namazları kılınır bayram ilan edilir. İşte o vakit İsrailliler artık canları ne isterse yapabilirler. Nereyi isterse bombalayabilirler. Artık Fırat’tan Nil’e kadar mı nereyi isterlerse alabilirler. Filistinliler de ‘iyi de bizim topraklarımız ne olacak’ diye sorduklarında ‘durun bakalım şimdi, adamlar daha yeni Müslüman olmuşlar, huzursuz etmeyelim’ diyeceklerdir. Hatta genelde Kürtlere söyledikleri gibi, ‘Yahu Müslüman ülkelere sataşmayın, demedik mi, birliğimizi, düzenimizi bozmayın’ diye Filistinlileri hepten bile dışlayabilirler. Böylece Filistinlilerin yanında bir kaç solcu grup dışında kimse kalmaz. O zaman gecelerin yargıçları da sosisçisi, kahvecisi de rahat bir nefes alacaktır.


NOTLAR:

(1) Y. Doğan Çetinkaya, 1908 Osmanlı Boykotu, İletişim, İstanbul 2014; Osmanlıyı Müslümanlaştırmak, İletişim, İstanbul 2015.

(2) Türkiye Pravda Temsilcisi A. Stephanovla Röportaj, Dış Politika, Sayı 2, Temmuz 1988, s.232.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.