YAZARLAR

İnternet yok, patatesli peynirli gözleme verelim...

İlk gidişimde "Makarna var mı?" diye sormuştum. Delikanlı, "Abi tesis yeterli değil" demişti. Tencere, ateş ve su varmış ama! Peki nasıl bir ‘tesis’ gerekiyor sorusuna ise, çok daha Türk tipi olmakla birlikte Allah’ı var diğerinden makul bir yanıt vermişti: "Abi hiç girmedik o işe!"

bisiklet-ic

Dünyaya iki tekerlek üzerinden bakmayı anlatmayı deniyordum. Biraz daha devam etmeli, yollar, zorluk ve kolaylıklar, ilginç karşılaşmalar üzerine...

Yazı fotoğrafında gördüğünüz dört kişinin; Kemal'in, İlker'in, Dinçer'in ve Selbin'in fotoğrafını özellikle kullandım ki, iki tekerlek üzerinde gezinmenin sandığınız kadar zor bir iş olmadığını anlayın. Ezcümle, "Onlar yapabiliyorsa, demek ki biz de yapabiliriz" diyebilin!

Motorlu araç ile gidilen yolda yaşamayacağı ne varsa onu deneyimliyor insan iki tekerleğin üzerinde. Aletin adı yerine sürekli ‘iki tekerleğe’ vurgu yapmam boşuna değil çünkü yolculuğa belki de en anlam katan şey, onca deneyimi o iki incecik daireye borçlu olmanız. Sizi günlerce sırtlayacak kadar dirençli, küçücük bir çakıl taşında üzerinden atacak kadar da ayran gönüllü.

Ancak sürücüyü sırtından atıyorsa da suç onun değildir, bilesiniz. Hani belli bir yaşa gelmiş erkek ve kadınların yaşamları boyunca birkaç kez sarf ettiği ve işittiği ‘Sorun sende değil bende’ mucizevi üçkâğıtçılığı vardır ya... İşte sorun pek nadiren ondadır aslında; siz kullanmayı bilir de yormazsanız, inatla taşın dikenin, camın üzerine sürmezseniz o da vefasızlık yapmaz. Bu nedenle, belli bir yaştan sonra daha sağlıklı oluyor böylesi gezinmeler. Yok öyle, pencereden sevdiği kız bakan delikanlı cıvıklıkları yapmak. Ön tekerleği havaya kaldırayım, yokuş aşağı deli gibi ineyim, yolda sağa sola sataşayım. Hayır, sen hiç çıkma yola, sana da yazık arkadaşlarına da. Mutlu olmak için, önce disiplin ve ciddiyet gerekli. ‘Yüreğinin götürdüğü yere gitmek’ gibi bir saplantın varsa iki tekerleği alet etme, orası her neresiyse yürüyerek gidiver ne olursun...

bisikletic

Tabii ciddiyet dediğiniz de, birlikte olduğunuz grupla ilgili bir şey. Grupla mı yoksa tek başına mı geziyorsunuz, kritik soru. Tek başına gezinmek zannedildiği kadar tehlikeli değil ancak çok da tavsiye etmem. Avantajları yok mu, var tabii. Her şeye tek karar vermek, canınızın istediği yerde durmak, istediğiniz kadar dinlenmek, dilediğiniz pansiyonda uyumak vs. güzel şeyler. Yalnızlığı seviyorsanız, idare edebiliyorsanız, hani şu eşi olmadan evinin yolunu bulma vasfını kaybetmiş çaresizlerden değilseniz, tek başına gezmenin sağaltıcı bir işlevi oluyor. Gün içinde üç beş cümle, su alıp tuvaletini kullandığınız benzinciyle, gözlemeciyle ve pansiyoncuyla. Hadi bilemedin yarım saat bir saat sohbet. Kalanı senin. Gündüz daha iyi geçiyor aslında, yoldayken. Konuşacak birilerinin olması o kadar da önemli değil.

Daha sıkıcı olanı akşamı. Gerçi sıkıcı derken, yine yalnızlıktan haz alma meselesine geliyoruz. Nitekim iki tekerlek üzerinde olmanın, olan fark etse de etmese de aslında en değerli yanlarından biri, yalnız kalmak. İki üç kişinin kullanabileceği uzun bisikletler de imal ediyorlar; bana lüzumsuz görünüyor onlar mesela. Şekerim hazır tek başına kalma fırsatı bulmuşsun, ne güzel kendini dinleyeceksin, belki o ana dek bilmediğin bir huyunu fark edeceksin, hatta belki bazı irili ufaklı hesaplaşmalar yaşayacaksın, fena mı? Bir başkasıyla aynı aletin üzerinde pedal çevirmeye neden heveslisin? Ama diyorum ya işte ‘eş bağımlılığı’ çok yaygın bir hastalık. İstiyor ki hem pedal çevirsin hem de arka seleden elti dedikodusu dinlesin. Tabii elti konusu belli bir yıldan sonra; ilk zamanlar ‘aşkım ne güzel pedal çeviriyorsun aşkım’ türü makbul. Fakat bu iki üç pedallıları şehirler arası yollarda görmedim doğrusu, daha ziyade park ve bahçelerde yaygın. Bizim Eymir’de sık karşılaşırsınız...

50'sini geçmişken, işte böyle bir mutluluk 50'sini geçmişken, işte böyle bir mutluluk

Tek başına kullanmanın avantajları iyi hoş ama yine de önermem. Dünyanın bin bir türlü hali var. Yalnızca kaza değil, baş dönmesi, yaralanmalar, tek başınayken üstesinden zor gelinebilecek durumlar. Kabul etmek gerek, iki üç kişiyken, büyük şehir plakalı maganda dört çeker sürücüleri bile daha bir temkinli davranmak zorunda hissediyor. Ne bileyim, şakacı yanlarını fazla ön plana çıkarmıyorlar mesela. Ya da içi sidik dolu pet şişelerini hemen önünüze atmıyorlar, misal.

Nasıl, yanlış okuduğunuzu mu düşündünüz? Hayır, ne yazık ki böyle bir ‘gerçeği’ var karayollarının. Yol kenarında sıklıkla sidik dolu şişe görüyorsunuz. Şu çılgın Türk’ün muhayyilesini tam olarak kavramak güç olmakla birlikte sanırım, araç sahiplerinin çişi gelen çocukları için buldukları bir çözüm bu. Neden durmuyorlar, neden bir tuvalet aramıyorlar, neden o şişeyi yola atıyorlar gibi her makul insanın aklına gelebilecek bazı başlangıç düzeyi soruları, hemen hiçbir şey ifade etmiyor işte bu insanlara. Bütün inanışları, ideolojileri, aidiyetleri tam ortadan bölen ve ‘hıyarlık’ olarak adlandırabileceğimiz bir davranış biçimi var. Başka türlü yapamıyorlar belli ki ve ne yazık ki sayıları milyonları buluyor. Eh sen bir buçuk asır boyunca ‘Batı'nın kültürünü değil de teknolojisini alalım’ tartışması yaparsan, işte ortaya son model araç kullanır ve çok pahalı telefonuyla zevzeklik yaparken, sidik dolu şişeyi (ve tabii eline geçen hemen her şeyi) camdan atan bir ‘hıyar’ yaratırsın. Memleket dediğin de kaçınılmaz biçimde ‘bostana’ dönüşüverir. Neyse, şimdi konu bu değil.

Grupla yola çıkanların da tercihleri farklı olabiliyor. Kimi, benim gibi yalnızca arkadaşlarıyla, kimi daha profesyonel organizasyonlarla çıkıyor. Huy meselesi. Biraz da arkadaş çevresi tabii. Ancak birlikte pedal çevireceğiniz her kimse, mutlaka anlaşabildiğiniz biri(leri) olmalı. Derler ya, arkadaşını tatillerde filan tanırsın diye, çok doğru. Ben çok şanslı olduğum için gezinmelerim son derece zevkli geçti, çünkü iyi tanımadıklarımla çıkmadım. Yol arkadaşı dediğin uyumlu olmalı, aksi halde o güzelim coğrafya cehenneme dönüşüverir. Öyle boyluk posluk iş değil bu. Ne iri yarı, dağ gibi arkadaşlarımız oldu, o rampalarda yaşamı sorguladılar!

Sevecek, heyecan duyacak, isteyecek ve en şikayetçi olunacak koşullarda bile iyi bir şeyler bulacak iki teker üzerinde gezmek isteyen insan. Örneğin, ‘Ne iğrenç bir tuvalet bu’ yerine, ‘İnsan kaç kere görür ki böylesini’yi tercih etmek gibi! Başka türlü çekilmez o kadar yol. Bu arada tuvalet demişken; bir yazıyı yalnızca yol tuvaletlerine ayırmalı. İnsanımızın en üstün yaratıcı niteliklerini sergileyebildiği ender mecralardan biri bana kalırsa, taşra tuvaletleri...

Grupla çıkıldığında herkesin birbirini belli bir mesafeyle takip etmesi gerekiyor. Tabii bu durumda hız da yakın olacak. Birinin başına bir şey gelirse diğeri görsün. Bir düdük iyi olabilir. Cep telefonları her zaman duyulmayabiliyor. Ne kadar mesafede bir durulacağı da grup üyelerinin meşrebine, tarzına bağlı. Kimi bir günde iki yüz kilometre gitmekten yanadır, kimi ekâbir ise sohbeti bol, yolu az ister. Günde 50 ile 100 kilometre arası bir mesafe, bizim gibisine yeter de artar. Alacağınız mesafe biraz da nerelerde kalmak istediğinizle ilgili. Eğer bizler gibi daha ziyade Ege kıyılarında gezmeyi seviyorsanız zaten kalınacak güzel yer derdiniz olmaz. Çanakkale’den Kaş’a dek yolu başka bir yazıda anlatacağım için uzatmıyorum; kelimenin gerçek anlamıyla, cennet. Köyü, kasabası, ormanı, taşı, samanı, zeytini, limonu, çiçeği. Dünyanın en güzel coğrafyalarından biri. İnsana dokunan da bu zaten; böyle bir cenneti cehenneme çevirmeye ant içmiş adamlarla muhatap olmak her Allah’ın günü. Baksanıza şimdi de zeytinliklere tebelleş oldular. Oldular ki güzel, değerli, yararlı, nefes aldıran hiçbir şey kalmasın coğrafyada. Elleri değmişken her şeyin canına okuyabilsinler.

İki tekerlek üzerinde geçirilen günlere devam edeceğim nasıl olsa, şimdi yazının başlığına gelelim.

Tek başına, Datça’dan Marmaris’e doğru yola çıktım. Bilen bilir, 10-15 kilometre kadar düz yoldur, sağ tarafında yazlıkların ve güzel kokulu ağaçların olduğu bir yol. Ardından bir yokuş başlar, önce inişli çıkışlı, sonra yalnızca çıkışlı! Marmaris düzlüğünden önceki son rampa orası. Allah için sert sayılabilecek bir eğim. Kan ter içinde kalıyorsunuz ortalarında ve kilometrelerce yolda, durup dinlenecek bir gözlemeci, ayrancı yok. Bisikletçinin en sevdiği mekân, sediri ve gölgesi bol gözlemeciler. Öğle sıcağında sığınacak en konforlu yerler. İşte o kilometrelerce devam eden yolun yaklaşık yarısına denk gelen rampanın tam ortasında son derece ilginç bir ‘tesis.’ Görmek çok zor olduğu için geliş ve gidiş yönündeki kayaların üzerine esprili uyarılar yazmışlar, her an kaçırabilirsiniz. Ne yazık ki geçen yıl kapandı ve çok yazık oldu. Nasıl bir yerdi? Kaya oyuğu gibi ama devasa bir oyuk. Tam ortasında gözleme yapıyorlar, solunda oluk oluk su akan bir çeşme ve sağında sedirli dinlenme yerleri. Ağaçlarla çevrili. Sıcakta, başka hiçbir yerin olmadığı bir rampada vaha görmüş hissi yaratıyor insanda.

Kırdım dümeni! Nasıl bir mutluluk anlatamam. Sedirlere uzan, gözleme söyle, ayran, soda, su. Uzanınca ağaç dalları görmek kadar güzel bir duygu var mı? Sessiz bir yer. İlk gidişimde "Makarna var mı?" diye sormuştum. Delikanlı, "Abi tesis yeterli değil" demişti. Tencere, ateş ve su varmış ama! Peki nasıl bir ‘tesis’ gerekiyor sorusuna ise, çok daha Türk tipi olmakla birlikte Allah’ı var diğerinden makul bir yanıt vermişti: "Abi hiç girmedik o işe!" Her neyse... Sedire uzanmış ve kuşlarınkinden başka bir sese maruz değilken siyah bir dört çeker geldi, Ankara plakalı. İndiler. Anne, baba, ergenlik çağında bir kız çocuğu ve ne yazık ki bir süre sonra o çağa girecek olan oğlan çocuğu. İkincisi biraz gürbüzce. Her halleriyle ziyadesiyle şehirliler. Ufaklık mızmızlanıyor. Baba biraz mutsuzca, anne neşeli görünmeye çabalıyor ama yalnız gezenlerin ‘şükrederek’ izlediği mutsuz çift anıları başka yazıya kalsın! Bizim ‘müessesenin’ sahibi gelip sedirlere kurulmaya çalışan 06 ailesinin siparişini almak istedi. Muhterem okuyucu, sözünü ettiğim yerde aklınıza gelme ihtimali olmayan kavramlardan biri, teknoloji olabilir. İnsanın iki tahtayı sürterek ateş yakıp çevresinde dans edesi geliyor, öylesine ilkel. İşte bu ortamda gürbüz oğlan çocuğu kafasını kaldırıp şu soruyu sordu: Vayrlıs var mı burada? Bizimkinin elinde bir kalem ve kâğıt, öylece kaldı. Ama Allah için yanıtı muhteşemdi: Patatesli peynirli gözlememiz var! Ben yan sedirde içimde fırtınalar kopar ve şehirli insanın doğal yaşama uyum sürecini tarifsiz zevkle izlerken, oğlan çocuğu sinirlenip aynı soruyu yineleyince, ergenliğe adım atmış ve her haliyle kardeşinden daha akıllı görünen kız çocuğu, müdahil oldu: ‘Ya internet soruyor işte.’ Müessese sahibi kardeşimiz, yalnızca 06 ailesine değil modern yaşama meydan okuyan tepkisini yapıştırdı: ‘E burada elektrik yok ki.’

İşte böyle, çok çeşitli insan tanıyorsunuz, iki tekerlek üzerinde...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.