YAZARLAR

Muasır medeniyet seviyesi tam olarak neresi?

Bu insanların boğulmakta olduğu kibir denizinin pis suları, üstümüze sıçrıyor bazen. Mutsuzlukları etrafa bulaşıyor. Yeterince gerginliğimiz varken, bir de onlarınki ekleniyor hayatımıza. Bize, bunu yapmaya hakları yok.

Ülke olarak, “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaştık mı, ulaşamadık mı bilemiyorum ama çevremizde o seviyeye çoktan ulaşmış insanlar var. Hem muasırlık hem de medeniyet bakımından, çok ilerideler. O kadar ilerideler ki, bizim onlara ulaşmamız mümkün değil pek.

Böyle hem muasır hem medeni hem de ulaşılmaz insanları tespit ettikten sonra, onları bir tür belgesel izler gibi, izlemeyi seviyorum. Her zaman, ne yapacaklarını (daha çok, ne yapmayacaklarını) içimden tahmin ediyorum. Tahminlerim doğru çıktıkça, gülümsüyorum. (Bazen içimden, hiç de kibar olmayan şekillerde, söylendiğim de oluyor tabii. İnsanlık hali.)

Bu türün ortak özelliği, “medeniyet”e çok hızlı ulaştıkları için, orada duramamış olmaları. (Otobanda hızla giderken, mola yerini kaçırmak gibi bir şey.) Onlar da o kadar hızlı gitmişler ki, “medeniyet”i geçmişler; küçücük bir nokta gibi kalmış arkada. Sonra, devam etmeye devam ettikleri için de artık hiç görünmüyor “medeniyet”.

Sabahları size “Günaydın” dememeleri bundan. Yolda karşılaşınca ağızlarından “Merhaba” çıkmaması bundan. Selam verdiğinizde, o selamınızın bir süre havada kalıp sonra yere düşmesi bundan. Hiçbir zaman, hâl hatır sormamaları bundan. Küçük dağları yarattıklarını düşünmeleri bundan. Gülümserlerse, öleceklerini zannetmeleri de bundan.

Bu insanlarla her yerde karşılaşabilirsiniz. Apartmanınızda, sokağınızda, marketinizde bu tarz ne cevherler vardır kim bilir.

Karşılaşma ihtimalinizin en yüksek olduğu yer ise, çalıştığınız yer. Girişte, çıkışta, yemekte, asansörde, koridorda, merdivende, tuvalette ya da toplantıda çevrenize iyi bakın. Mutlaka göreceksiniz.

Mesela, sabah iş yerinizin kapısında karşılaşacaksınız. Size hiçbir şey demeyecek. Sizinle birlikte kapıdaki görevliye de hiçbir şey demeyecek. Kimseyle göz göze bile gelmeyecek hatta. Çok değerli “günaydın”ını ya da gülümsemesini, daha “etkili ve yetkili” insanlar için saklıyor olabilir, o kadarını bilemeyiz.

Bazı günler, selam vermediği o görevliye, “Asansörü bekletsene asansörü!” diye bağırabilir ama. O bekletilmesini talep ettiği asansöre, ondan önce bindiyseniz, orada sinsi sinsi bekleyin.

Ben bazen yapıyorum öyle... Bütün ihtişamımla asansörün tam ortasında, sırıtarak duruyorum. Bindiğinde de günün saatine uygun bir “Merhaba” ya da “Günaydın”ı ortaya atıyorum hemen. Bazıları, gerçekten hiç cevap vermiyor. Öyle bön bön bakıyor. Sonra da (bütün o ihtişamımı görmezden gelerek) bana sırtını dönüyor. Asansör durunca da hiç arkasına bakmadan (ihtişamımı son kez görme fırsatını teperek) sessizce iniyor.

Benim sevdiğim tür bu değil. Bu, sıradan ve eğlencesiz bir “medeni” insan davranışı.

Eğlenceli olan şu: Asansörde, merdivende, koridorda filan karşılaştığınızda, görmemiş gibi davranan ama siz “Merhaba!” dediğiniz an, “Haa, merhaba!” diyen tür. Bu “Haa”nın içinde, anlayana nice muhteşem anlamlar gizli.

Bazen, “O kadar meşgulum ki, kimseye selam verecek zamanım yok ama madem çok istedin, al sana selam.” demek olabilir, bazen “Seni fark etmemişim yahu, sen orada mıydın? Şimdi fark ettim ve selam veriyorum.” olabilir, bazen de “Yine mi sen ya?” olabilir. Bu anlamların hepsi de birbirinden güzeldir.

Bazıları, biri selam verince almamanın kabalık olduğunu bilir. Bu nedenle karşılaştığınızda, dudaklarını içeri doğru büzüp, yanaklarını hafifçe şişirerek selam verir. (Şu anda bu hareketi yapmayı deniyorsanız, fazla alışmayın. Güzel bir hareket değil.) Bu hareket, normalde “Hay Allah, çok üzüldüm!” hareketidir. Selamlama alanında geçerli kabul edilebilecek bir hareket değildir.

Yemekte karşılaşırsanız, “Afiyet olsun” demeyi deneyin. Genellikle kafa sallama şeklinde bir cevap alırsınız. Size de afiyet olması konusunda bir yorum yapılmaz. Çok dikkatli bakarsanız, bazılarında “anlık gülümseme ve sonra çok hızlı bir şekilde yeniden suratsız olma” sürecini bile takip edebilirsiniz.

Hastalık sonrası, karşılaştığınızda “Geçmiş olsun” demenin de bir anlamı yoktur. Geçmiştir ki, işe gelmişsinizdir. Artık, konuşacak bir şey kalmamıştır. Zaten geçenlerde başka birilerine “Geçmiş olsun” demişti. İstiyorsanız, ondan yararlanabilirsiniz.

Biraz da “Günaydın”dan korkanlara bakalım. Sanırım en sevdiklerim bunlar.

Düşünün ki, koridorun bir ucunda siz, diğer ucunda o var. Yürüdükçe birbirinize yaklaşıyorsunuz. Ortada buluşmanız, an meselesi. Selam vereceğinizi biliyor. İşte onun, gittikçe yaklaşma anındaki o panik ve ne yapacağını bilmeme hali, gerçekten hassas kalpleri yaralayan cinsten.

Göz göze gelmemek için duvara bakabilir, görünmez bir hedef varmış gibi çok ileri bakabilir, derin düşüncelere dalmış gibi yere bakabilir, hatta panikten açmayı unuttuğu telefonunun simsiyah ekranına bakabilir. Sonuç olarak, size bakmaz.

Siz de durur musunuz? Hemen patlatırsınız bir “İyi akşamlar”. O an, bu dediğinizi duyduğunu ve onayladığını belirtmek için, kafasını sallar ama adımları hızlanır. Konuşmaya kalkabilirsiniz çünkü. Sizden her şey beklenir.

Bu tarz insanlar, hep mutsuz, hep kibirli, hep gergin. Bu tarz insanlar, bize “Günaydın” dediklerinde, günümüz aydın olmuyor. Demediklerinde de yan yan koşarak eve gidip, yatakta hıçkırıklara boğulmuyoruz. Demiyorlarsa, demesinler canım.

Sorun burada değil.

Sorun şu: Bu insanların boğulmakta olduğu kibir denizinin pis suları, üstümüze sıçrıyor bazen. Mutsuzlukları etrafa bulaşıyor. Yeterince gerginliğimiz varken, bir de onlarınki ekleniyor hayatımıza. Bize, bunu yapmaya hakları yok.

İstiyoruz ki, bu insanlar kendilerini başka bir şey(ler) zannetmekten vazgeçsin. Hepimizin alt tarafı birer “insan” olduğumuzu hatırlayalım ve buna uygun davranalım. Belki o zaman gerçekten “muasır medeniyet seviyesi”ni de görürüz.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.