YAZARLAR

Hak, hukuk, kamu ve devlet

Bugün Türkiye’de yaşam hakkı dahil, devletin anayasasında yazan hiçbir hakkın uygulanmaması değildir tehlike. Bu hakları güvence altına alacak kurumların ve kurumsallığın ortadan kalkmasıdır.

Devlet şiddetle kurulur ve kurulduktan sonra şiddeti kendine saklar; kendine alternatif olarak şiddet kullanımını gayrimeşru kılar. Bunu da modern hukuk ile yapar. Dolayısıyla modern devlet, şiddeti hukuksallaştıran devlettir. Modern hukuk, bu bağlamda bireylerin şiddete maruz kalma pahasına elde ettiği hakları güvenceye alır.

İlginçtir, hem totaliter hem de liberal düşüncenin kaynağı olarak gösterilen siyaset felsefecisi Thomas Hobbes’un eseri Leviathan devletin kuruluşunu bir hakka kadar indirger: Barış hakkı. İnsanlar devletsiz durumda, onun terminolojisi ile doğa durumunda cebri ölüm korkusu ile yaşarlar. Herkes, herkes tarafından öldürülebilir durumdadır. Fiziksel olarak bir kişi diğerinden üstün olsa bile kurnazlıkla öldürülebilir. Bu nedenle insanlar doğa durumuna son verecek bir barışı ararlar. Barış kişilerin yaşam hakkını güvenceye alacaktır. Böylece Hobbes bütün bir devlet bilimini tek bir hak üzerinde inşa eder: Yaşam hakkı. Yaşam hakkını güvenceye almak arzusuyla insanlar egemene, bütün haklar da bir deniz canavarı olarak düşünülen (İngiltere) devlete devredilecektir.

On yedinci yüzyılın bu büyük filozofunun düşüncesi, elbette çağının ürünüdür. Kapitalizmin eski düzeni altüst ettiği bir çağda, bir iç savaş döneminin ürünüdür Leviathan. Devlete ilişkin evrensel bir kurgu değil.

Yirminci yüzyıl Fransız düşüncesinin belirleyici isimlerinden Althusser, tam da bu nedenle Hobbes’un da aralarında olduğu sözleşme kuramcılarını devrimci bir misyonla tanımlamıştır. Onlar devletin insan yapısı, yapay bir kurum olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Devlet bir kurumdur, kişi değil.

DEVLET VE 'HERKES'

Pratikte bu kurumun ortaya çıkması, devletin hükümdarın bedeninden ayrılmasıyla başlar. Hükümdarın hazinesi ile kamunun bütçesi birbirinden ayrılır. Devlet, kişiden ayrı bir beden olarak, kamu ile yani herkes ile ilişkilenir. Marx’ın deyişiyle ‘egemen sınıfın çıkarlarının bekçisi’ olan devlet bu görevini ancak herkese ait olduğu inancını yayarak meşrulaştırabilir. Sahihliği şüpheli olsa da iki meşhur söz bunu çok iyi anlatır. On dördüncü Louis’ye atfedilen "Devlet benim" ifadesi ile Fransız devrimi ile birlikte gelişen "Fransa Fransızlarındır" sözü.

Türkiye’de uzun bir dönemdir, ‘artık devlet yok’ düşüncesi hakim olmaya başladı. İronik biçimde devletin sönümlenmesi, sınıfsız bir toplumun oluşması ve egemen sınıfların çıkarlarının bekçiliği görevinin gereksizleşmesiyle ortadan kalkması arzusunu taşıyan komünistler bile -şaka yollu- da olsa “Türkiye’de devlet mi var?” sorusunu sormaya başladılar. Fakat ilk defa belli bir azınlıkla sınırlı kalacak biçimde değil, toplumun çok geniş kesimlerinde, kendilerinin, ailelerinin uğradıkları haksızlıkları devlete yakıştıramama, insanların yaşamları ile alenen oynamayı devlet olmaya aykırı bulma hissi var.

İnsanların karşılarında devlet olarak gördükleri yargıçların kararlarının nasıl oluştuğunu yaklaşık beş yıldır televizyonlardan izliyoruz. Devletin en cisimleşmiş hali olan asker ve polislerin nelerle uğraştıkları sayfa sayfa ortalara saçıldı. Çocukları emek vererek devlet memuru olmaya çalışanların haklarının nasıl gasp edildiği, tarikatlara açılan kadroları, mülakat sistemini, ayrımcılığı artık herkes derinden hissediyor. Tek parti yönetimi, otoriterleşme gibi modern siyaset bilimi kavramlarının ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Artık devlet bütçesinde cumhurbaşkanının örtülü ödenekteki payının artmasından bahsetmiyoruz. Artık varlık fonu olarak adlandırılan devletin şirketleşmesi ve bir kişinin ticari siciline kaydedilmesinden bahsediyoruz.

TÜRKİYE DEVLETİ VE HAKLARIMIZ, HAYATLARIMIZ

Türkiye devleti her kapitalist devlet gibi uzun vadede burjuvazinin çıkarlarını kollayan bir devlet oldu. Elbette sadece bu dikey ilişki değil, devletin şiddeti her zaman halkın belli kesimlerine yöneldi. Alevilerin çocuklarını Sünni eğitim sistemi içerisinde var etmek zorunda olmaları, Kürtlerin çocuklarının ancak Türkçe eğitim alarak yurttaş çemberinin çeperinde var olabilmeleri, kadınların erkeğin şefkatine muhtaç edilmesi, hakkını ararken biraz sesini yükselten kesimlerin cezaevleri ile tanışması hukukun üzerine çarşaf olduğu devlet şiddetinin ürünüydü. Fakat azınlıkların hak arayışlarının kriminalleştirilmesi devletin varlığını bu kadar sorgulatır hale hiç getirmemişti geniş halk kesimlerini. Bugün de sadece bu şiddetin yaygınlaşması ile açıklanamaz. Bunu açıklayabilecek temel neden kurum olmanın gerektirdiği güvenirliğin kaybolmasıdır.

Modern kapitalist devlete güvenirliğini sağlayan kurum ise kamusallık inancıdır. Devletin herkesin çıkarını sınırlı bir biçimde de olsa, gizli saklı da olsa koruyacağı, devlet içinde bir yerlerde Pierre Bourdieu’nun deyişiyle ‘devletin sol eli’nin bulunacağı inancı... Bu yüzden kamusal mekanlarda hak aranır, bu yüzden özgür basın vardır ve sözünü söyler, bu yüzden insanların haklı beklentilerinin karşılanacağına ilişkin inançları umut yaratır.

Bugün Türkiye’de yaşam hakkı dahil, devletin anayasasında yazan hiçbir hakkın uygulanmaması değildir tehlike. Bu hakları güvence altına alacak kurumların ve kurumsallığın ortadan kalkmasıdır. Hukuk kurumları devlet şiddetinin boyutlarına karşı bir güvence olmaktan çıkmıştır, adalet alanı ciddiyetsizliğin en açık görüldüğü yerdir. Polis hiç olmadığı kadar taraftır, öğretmenden aşçısına devletin her kademesi ‘herkes’e, kamuya kapatılmıştır. Özgür basın ya cezaevinde ya da cezaevi sırasındadır. Evet artık Türkiye’de devletin varlığına ilişkin bir inancı yaratacak hiçbir kurumsallık yoktur.

Kişiselleşmiş, aileleşmiş çıkar örüntüleri devlet denen kurumu, cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar kuşatmıştır. Bu koşullarda, başkentin ortasında altmış üç gündür süren bir hak arama eylemi, kendi hukukunu yok sayan bakanlar kurulunun icraatı olan KHK’lerle işlerinden atılan kamu emekçilerinin açlık grevleri herkese seslenmekte, yaşam hakkını en radikal biçimde sorumluların karşısına koymaktadır. Nuriye ve Semih’in yaşaması için adım atılmalıdır, sorumlular devletin kuruluşunun gerekçesi olarak sunulan insanların yaşam hakkına ses vermelidir, adım atmalıdır. Kamunun sesine kulaklar tıkanmamalıdır.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.