YAZARLAR

AYM kararlarının bağlayıcılığı

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını, ifade özgürlüğünü keyfi biçimde engellemenin yolu haline gelmiş sulh ceza mahkemelerinden 'Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamıyorum' diyen Yargıtay’a giden yol ne kadar uzun olabilir?

Hollanda seçimlerinin hemen sonrasında verfassungsblog adlı anayasa bloğunda bir yazı yayımlandı. Amsterdam Üniversitesi’nden Niels Graaf’a ait yazıyı okurken Avrupa Konseyi’nin ve Avrupa Birliği’nin resmi raporlarında kullandığı ve artık biraz da alay konusu olan “endişe duymaktadır” ifadesini bir “Doğulu” kulağıyla duyarak alaycı bir Doğulu ağzıyla tekrarladım. Hollanda’da hukuk devleti kurumunu bekleyen ciddi tehlikelere işaret eden yazının ana teması, konsensusa dayandığı varsayılan Hollanda demokrasisinde hukuk devleti ilkesini askıya alabilecek bir iktidarın ortaya çıkması endişesinden kaynaklanan kurumların inşa edilmemesinin; daha açık biçimde anayasal kuruluşun mücadeleci bir demokrasi anlayışını benimsememesinin yaratacağı sorunlardı. Hollanda’da hukuk devletini koruyan değişmez anayasal ilkeler ya da anayasaya aykırı yasaları önlemek için kurulmuş bir anayasa yargısı yoktu. Hatta Anayasa’nın 120. maddesiyle anayasaya uygunluk denetimi yasaklanmıştı. Sadede gelirsek, yargıyı yürütme lehine zayıflatmayı, Avrupa Birliği’nden çıkmayı, Kur’an’a yasak getirmeyi, Müslüman okullarını kapatmayı ve çifte vatandaşların seçme haklarını kaldırmayı vaat eden Wilders seçimleri kazanmıştı ve Hollanda’da hukuk devleti, özellikle de kurumsal ve anayasal güvencelerin yokluğunda tehlikedeydi. Elbette yazıyı okuyan “Avrupalılar” gibi ben de kendimi “deeply concerned” olarak buldum. Bunu durumun vehametini hafifleten değil, aksine ağırlaştıran bir deneyim olarak paylaşıyorum. Türkiye’nin anayasal demokrasi ve hukuk devleti ilkesi bakımından özellikle 2015 yılından beri izlediği seyrin içinden konuşarak ve Avrupa’daki uzlaşmacı demokrasi gelenekleri dahil olmak üzere sağcı dalganın yayılma ve anayasal demokrasinin liberal kurumlarını tasfiye etme potansiyelini görerek ağırlaşan bir deneyimden söz ediyorum.

Niels Graaf, yazısında hukuk devletinin kurumsal güvencelerinin yokluğunda hukuki ve kurumsal olarak alınabilecek önlemlere odaklanıyor. Türkiye’de ise artık anayasacılardan çok daha geniş bir okur yazar kitlenin bildiği bir şey var: Kurumsal önlemler, ancak ona uymayı taahhüt eden, anayasaya bağlılığın meşru iktidarın tek kaynağı olduğu siyasal rejimler bakımından anlamlı sonuçlar doğuruyor. Böyle bir siyasal rejime ilişkin ana güvence ise liberal demokrasi, ya da anayasal demokrasinin demokrasi ayağı. Liberal kurumlar, kendi kendini savunmuyor, bu kurumlara artık ihtiyacı kalmayan toplumsal güçler tarafından da savunulmuyor, hatta egemenliklerinin önünde engel olduğu düşünülüyor. Liberal-anayasal kurumlardaki gerileme ise asıl olarak uzun zamandır süren halkın kapasitesine, dolayısıyla demokrasiye ilişkin gerileme. Neoliberal siyasal düzenlemeler içinde, halkın örgütlü kesimlerine karşı başlatılan ve onu atomize ederek yönetime katılma kapasitesini sınırlamaya dönük önlem/baskılar; ücretlerin ulusal gelirden aldığı payın sürekli olarak düşürülmesi ve işin örgütlenmesinin kişinin yaşamını sürekli bir belirsizlik içinde tutacak biçimde düzenlenmesi; halkın siyasal ve iktisadi katılım araçlarının tamamıyla uzmanlara ve elitlere, “herkes için rasyonel” kararlar alacak kişilere bırakılması halkın kapasitesini ortadan kaldıran ve demokrasinin sahibini güçsüzleştiren temel etkenler. Bugün liberal-anayasal kurumların, burjuva demokratik rejimlerin gerilemesinden, içlerinin boşaltılmasından bahsediyorsak bunun nedeni bu kurumların artık sahibinin olmamasıdır. Türkiye’de çok iyi gördüğümüz gibi, kurumlarla güç dengelenmez; gücü ancak güç dengeler ve siz halkın elinden sosyal ve siyasal kapasitesini alırsanız; onun ihtiyacı olan hakları ve bu haklar için güvenceyi oluşturan hukuk devletini savunacak gücü de zayıflatmış olursunuz.

Demokratik bir toplumun varlık koşullarını oluşturan haklardan toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkını siyasi iktidar tarafından özüne dokunulacak biçimde yasaklama imkanı sunan bir İl İdaresi Kanunu hükmü altında yaşıyoruz. Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını, ifade özgürlüğünü keyfi biçimde engellemenin yolu haline gelmiş sulh ceza mahkemelerinden 'Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamıyorum' diyen Yargıtay’a giden yol ne kadar uzun olabilir? Tüm bu hakların artık asıl olarak büyük bir yoksulluk ve yoksunluk cenderesine sıkıştırılmış halk için anlamlı olduğunu, bu hakları kullanacak olanın, dolayısıyla sahibinin halk olduğunu biliyoruz. Fakat rejimlerin demokrasizleşmesi, uzmanlaştırılması ve elitlerin rasyonel kararlarına bırakılması, elitizmle kol kola bir aşırı sağcı nasyonalizmi besledi. Aşırı sağcı lider etrafına dizilen atomize, yalnız, sosyal ve ekonomik olarak ihtiyaç sahibi, aidiyetsiz ve örgütsüz kitleler, elitizm ve kurulu düzen karşıtlığı adı altında halka ait haklara saldırıyorlar ve bunu dünyanın her yerinde yapıyorlar: Hollanda bu dalgaya dahil olsa şaşırtıcı olur mu? Yanıtım hala biraz da olsa evet! Şaşırtıcı olur. Ama şaşırmak artık kelimenin anlamıyla ters düşecek biçimde sıradanlaştı.

***

Evet bizde Hollanda’nın aksine anayasa yargısı var. Anayasaya uygunluk denetimi, hem de norm denetimine ek olarak bireysel başvuru hakkı da düzenlenerek güçlendirilmiş bir ülke Türkiye. Bugün Anayasa Mahkemesi’nin Şerafettin Can Atalay (3) başvurusu hakkındaki gerekçeli kararı 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderildi. Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru hakkının ihlaline ilişkin kararı oy birliği ile verdi. 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği gerekçede, Mahkemenin anayasa ve kanunlar gereğince yapması gerekeni tane tane anlattı. Bunun hukuk devleti ile ilişkisini açık açık ve paragraf paragraf gösterdi.

***

Türkiye’deki hukuk devletine ilişkin kurumsal güvencelerin, anayasal demokrasiye ilişkin ilke ve kurumların altı yasal, yargısal ya da idari düzenleme ve kararlarla sürekli olarak oyuldu. Dünyadaki eğilimlere paralel olarak; anayasa, anayasal görünen araçları kullanarak askıya alındı. Fakat bu kurumlar ve güvence altına alınmış temel hakların büyük bir mücadele geçmişinin kazanımları olduğu akıldan çıkmasın. Bunlar birilerinin uygun gördüğü, kağıt üzerinde de şık görünen kurallar değil; büyük insanlığın mücadelesinin sonucudur.

***

Bu yazıyı gönderdiğimde 13. Ağır Ceza Mahkemesi vermesi gereken yeniden yargılama; yargılamanın durması ve tahliye kararını vermemişti. Umuyorum, vekilimiz henüz yazı yayımlanmadan halkın onu haklarını savunması için seçtiği yerde, TBMM’de olacak!


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.