Zihin, beden ve yaşam üçgeninde: Dipsiz Çukurun İçine Doğru

Bilişsel nöropsikiyatrist Anthony David, sosyal ve bilişsel psikolojiden nörolojiye kadar birçok araştırma alanını kendi uzmanlığı doğrultusunda 'Dipsiz Çukurun İçine Doğru'da bir araya getirdi.

Google Haberlere Abone ol

Müge Gülmez

Anthony David’in zihin, beden ve yaşam üçgeni arasındaki etkileşimleri, bir nöropsikiyatrist ve akademisyen olarak kariyerinde tecrübe ettiği yedi vaka ile ele aldığı 'Dipsiz Çukurun İçine Doğru: Bir Nöropsikiyatrın Rahatsız Zihinler Üzerine Notları' Mehmet Doğan’ın çevirisiyle Koç Üniversitesi Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı.

Anthony David, University College London temelli İngiliz bir nöropsikiyatristtir. Daha önce King's College London Psikiyatri Enstitüsünde bilişsel nöropsikiyatri profesörü ve dekan yardımcısı olarak görev yapmıştır. 2018'den beri University College London’da Akıl Sağlığı Enstitüsü Direktörü olarak görev yapmaktadır. Çok çeşitli mesleki ve araştırmaya dayalı çalışma alanlarına sahiptir; şizofreni, nöropsikiyatri, tıbbi olarak açıklanamayan sendromlar ve hem yapısal hem de işlevsel nörogörüntüleme üzerine yayınlar yapmaktadır. Şizofreni ve diğer bozukluklarda iç-görü araştırmalarında uzmanlaşmıştır. Kraliyet Doktorlar Koleji, Kraliyet Psikiyatristler Koleji, Tıp Bilimleri Akademisi ve Deneysel Psikoloji Derneği üyesi üyesidir. Aynı zamanda hem İngiliz Nöropsikoloji Derneği’nin hem de İngiliz Nöropsikiyatri Derneği'nin kurucu üyesidir.

Bilişsel nöropsikiyatrist olarak David, sosyal ve bilişsel psikolojiden nörolojiye kadar birçok araştırma alanını kendi uzmanlığı doğrultusunda bu kitapta bir araya getirmiş. Her bir hasta için kilit nedenin, travmatik bir hafızadan kimyasal bir dengesizliğe, sağlıksız bir düşünce tarzından gizli bir tümöre kadar birçok olgudan kaynaklanabileceğini vakalardan örneklerle aktarıyor. Bu kitap toplumda görünmez kılınan vakalardan, son derece ilerlemiş ve fark edilebilir akıl hastalıklarına kadar insan zihninin karmaşıklığını inceleyen, düşünce ve duygu bozuklukları hakkında ufuk açıcı bir okuma olarak nitelendirilebilir.

İlk bölümde, iyi bir ressam ve fotoğrafçı olan Jennifer’ın hikayesi ile, birbirinin ayna görüntüsü sayılan iki hastalık olan şizofreni ve Parkinson hakkında detaylı bilgiye sahip olma şansı yakalamaktayız. Şizofreni hastalığını tedavi etmede kullanılan antipsikotikler, dopamin blokajı ile Parkinson hastalığını andıran yan etkilere sebebiyet verebilmekteydi. Jennifer’ın Parkinson hastalığına yakalanmasının sebebi tam olarak kullandığı antipsikotik ilaçlar olmasa da kadın bu iki hastalıktan da mustaripti. Dopamin fazlalığı psikoza, azlığı ise Parkinson hastalığına sebep olabilmekteyken Jennifer’ın nasıl tedavi edileceği doktorlar arasında büyük bir soruna dönüşmüştü. Ancak bir gün evinde katatoni nöbeti geçirirken hastane ekipleri tarafından evine zorla girilerek kurtarıldı ve hastaneye yatırıldı. Katatonik bir halde hastaneye yatırılan Jennifer’ın okur tarafından daha iyi anlaşılmasını sağlayan deneyimini şu sözlerle aktarıyor David:

“Katatoniden kurtulan kişinin bunun nasıl bir şey olduğunu anlattığı örneklere rastlanabilir. Hastalardan biri bana, vücudunda nükleer bomba olduğunu sandığını, tek bir kasını dahi hareket ettirse bütün dünyanın yok olacağı hissine kapıldığını söyledi. Başka bir hasta, Tanrı’yla bir olduğunu düşünmüş ve vecd haline geçmiş. Kimi hastalar katatoniye girdiklerini çok az hatırlarlar ya da hiç hatırlamazlar.” (s.23)

Sonraki bölümde sağlıklı yaşam ve spor tutkunu olan, geçirdiği kaza sonucu vücudunun sol yanı işlemeyen ve bir tür kafa karışıklığı ile yaşamak zorunda kalan Patrick’e tanıklık etmekteyiz. Patrick zamanı, kim olduğunu, terapistlerini zaman zaman unutmaktaydı ve kazadan sonra bazı şeyler Patrick’e bir hayli sıra dışı gelmekteydi. Sağ olduğundan bile emin değildi; bir çeşit arafta kalmıştı. Zihninde belirgin bir farklılık oluşmuştu ve gerçeği yadsıma içerisindeydi. Bir gece sinek ilacı içerek intihara teşebbüs etti. Ağır depresyon teşhisiyle psikiyatri hastanesine yatırıldıktan sonra Doktor David ile tanıştı. Doktor, Patrick’in hastalığını çözümlerken onun içerisinde bulunduğu sanrılı hali sanrının ne demek olduğunu tartışarak en basit hali ile okura sunmayı ihmal etmiyor:

“Sanrı sabit, asılsız bir inançtır, kişinin kültürel çevresinin ortak bir inancı değildir, bireyi olumsuz etkiler (belki başkalarını da). Mantıken imkânsız olabilir de olmayabilir de. Olgulardan ziyade değerler meselesi olabilir de olmayabilir de. Elde edebileceğimiz en iyi tanım budur.” (s.35)

Dipsiz Çukurun İçine Doğru, Anthony David, Çevirmen: Mehmet Doğan, 176 syf., Koç Üniversitesi Yayınları, 2021.

Patrick aslında beyin zedelenmesi sonucunda etrafındaki kişilerin gerçekte tanıdığı veya bildiği kişiler olmadığını, birilerinin o kişilerin yerine geçerek kendisiyle kötü bir oyun oynadıklarını düşünmekteydi. Sadece kişiler de değildi bu hissiyatı uyandıran: Çevresindeki eşyaların ve mekânların da sahte olduğunu düşünüyordu. Bir mantık yürütememe kusuruna sebebiyet veren beyin hasarının ardından yapılan tetkikler sonucunda yüzleri tanımada zorluk çektiği anlaşılmıştı. Yüzleri er ya da geç tanısa dahi “güven verici aşinalık hissi” ona yaklaşmıyor olabilirdi. Anılarını otomatik güncelleyemiyor, belleği tam işlemiyor olabilirdi. Ancak Patrick öğrenebiliyordu. Terapistlerin yardımıyla “ne zaman bir şeyden şüphe etse, bir şeyler gözüne tuhaf, yanlış, sahte görünse, bunu kâğıda dökmeyi, alternatif açıklamalar bulmak için kendini zorlamayı öğrendi, mesela dünyanın gerçek dışı ve sahte olduğu düşüncesine kapıldığında.” (s.47)

Üçüncü bölümde, bir kamyon şoförü olan Thomas’la birlikte depresyon ve intiharın detaylarına vakıf olmaktayız. Aşırı dindar bir Hristiyan olan Thomas depresyona giriyor, umutsuzluk içinde inancını terk ediyor ve bu da onun hayat amacını kaybetmesine yol açıyor. Bu bağlamda David, İngiltere’de intiharın suç kapsamından çıkarılmasının Avrupa’nın geneline kıyasla epeyce geç oluşunu, ‘kendi canına kıymak’ ve ‘intihar suçu işlemek’ tabirlerinin arasındaki farkı ve depresyonun en belirgin özelliği olan ‘aşırı genelleştirme tepkisi’ni anlatıyor. Émile Durkheim’ın intihar üzerine yazdığı denemeye referansla, dinin yaşam amacı oluşturmada önemli bir etken olduğunu aktarıyor doktor. Durkheim’ın araştırmasında Protestanlar ile Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı olanlar arasındaki intihar oranlarının gözle görülür ölçüde farklılaştığını ve Protestanların intihar oranlarının Roma Katoliklerine nazaran üç kat fazla olabildiğini aktarıyor:

“Aslında, inançları ve uygulamaları aracılığıyla din, ‘yoğun kolektif yaşam’ ürettiği ölçüde intiharı engellemede gerçekten önemli oluyordu. Doğası gereği Protestanlık daha bireyciydi ve intihar konusunda aynı giderici etkiyi göstermiyordu.” (s.57)

Şüpheci ve inançsızlar için ise Durkheim şöyle yazar: “Mümin, şüpheleri olduğu ölçüde… mensubu olduğu dini imanla daha az dayanışma hisseder, kendini o imana azat eder ya da birey, ailesine ve siyasi topluluğuna yabancılaştığı ölçüde, kendini anlamakta güçlük çeker, asap bozucu ve acı veren şu sorudan kaçamaz: Tüm bunların anlamı ne?” (s.57) Dahası, intihar riskleri arasında “erkek olmak, daha önce intihar girişiminde bulunmuş olmak, akıl hastalığından mustarip olmak, umudunu yitirmek, ayrıca aşırı uyuşturucu ve alkol kullanmak” gibi etmenlerin bulunduğu klinik araştırmalar tarafından kanıtlanmıştır. (s.58) Öte yandan, toplumsal etkenlerden de bahsedilmekte: İşsizlik, boşanma, ekonomik durgunluk vb. Ancak ilginç olan, savaşların intihar oranlarını yükseltmediği, aksine ortak amaç duygusunu beslediği gerçeği. Son olarak “aşırı genelleşmiş bellek” depresyona sahip olan çoğu kişinin sergilediği bir özellikken, yaratıcı düşüncenin geçmişten yeni dersler çıkararak ilerlemeye neden olduğunu; yani aşırı genellemeye ket vurduğunu söylüyor David. Alternatif bir çıkış yolu görülemediği durumlarda başkahramanın aşırı genelleşmiş bellek olabileceğini izah ederken okura bir çıkış noktası da sunuyor:

“…dünyanız çöktüğünde, başka bir dünya yaratma umudunuz yoksa, aslında bir geleceğiniz, umudunuz, uğruna yaşanacak bir şeyiniz yok demektir. Geçmişimize bakalım ve kaç farklı kişi olduğumuzu görelim; yaşamak istediğimiz geleceği kafamızda canlandırmanın anahtarı işte budur: Neler olup bitebilir, nerede olmak istiyorum, hayatım nasıl daha farklı olabilir.” (s.65)

Sonraki bölümde manik depresif tanısı konulan Junior ile, moralin epeyce yüksek olduğu ama aşırı bir hale vardığı ‘mani’, maniye kıyasla daha yumuşak ve kısa geçen ‘hipomani’ ve nöbetler arasında kişinin girdiği olağan ruh halini betimleyen ‘ötimi’ kavramlarıyla tanışıyor okur. ‘Kendilerine düşkün olmaları ve başkalarını umursamamalarını’, nadiren mutlu olmalarını, ‘Hemen şimdi istiyorum’ diyerek hükümranlık kuran bir zihin yapısına sahip olmalarını bu hastalıktan mustarip kişilerin bazı ortak özellikleri olarak betimlenmekte. Kontrollü iki uçluluk olan ‘siklotimi bozukluğu’nu açıklanırken, manik depresif hastalıkta uyku döngüsünün önemine de vurgu yapılmakta.

Her bir vaka örneğini tek tek ele almak bu yazının sınırlarını aşsa da yedi bölümden oluşan bu kitap psikiyatri, nöroloji, psikoloji, sosyoloji, tarih ve zaman zaman müzik, edebiyat ve sinema alanlarından da bilgiler sunmakta. Öğretici bir metin olmasının yanı sıra, kitapta yer alan vakaların her birinin merkezindeki zihin-beden bağlantısının birbirinden bağımsız olduğuna dair geleneksel tıbbi varsayımlara kafa tutan bir izlek söz konusudur. Bu vakalar tıbbın henüz yeni yeni keşfetmekte olduğu bir dizi nörolojik bağlantının kesişim noktasında bulunmaktadır. Vakalarının çoğu o kadar olağandışı bir semptom[lar] ve sendrom[lar] karışımı sunuyor ki, ne kadar araştırılsa da tıbbi-psikiyatrik literatürün bu vakalara rehberlik edecek birkaç emsal içerdiği görülmektedir. Yani yazar büyük resme bakmaya çalışarak, hem zihinde hem de bedende iyileşmeye ihtiyaç duyan hasarlı yönlerin sağlam takibini yapmaya özen göstermektedir. Ona göre, “asıl mesele, doğru açıklama seviyesine biyolojik, psikolojik ve toplumsal süreklilik üzerinden ulaşmaktır.” (s.150) Aslında yazarın disiplinlerarası bir özgeçmişe sahip olması ve bu özelliği ile vakaları sıradan olmayan bir iç-görü ile hareket ederek çözümlemesi günümüz dünyasında gerek bireysel gerek toplumsal olguları açıklamada disiplinlerarası bir bakışın ne kadar önemli bir kriter olduğunu ortaya koymakta. Dahası, geleneksel ikili tıp zihniyetinin, yani zihin ve bedeni birbirinden bağımsız mekanizmalar gibi inceleyen geleneğin henüz tam olarak keşfetmediği veya kavrayamadığı ikilemlere dair genel bir bakış sunmaktadır. Kendisinin de ifade ettiği gibi: “tıbbın tüm bu sahaları kapsaması, sorunu biraz olsun anlama yolunda bizi o dipsiz çukurun karşı yakasına taşıyabilir, güvenimizi yeniden tesis edebilir hatta zaman zaman insanların yaşamını tamamen değiştirebilir.” (s.150)