YAZARLAR

Z kuşağında kan akmaya devam ediyor!

'Scream’ doğal olarak ilkinin seviyesine ulaşamasa da, ‘ekol’ yaratmış bir ustanın ‘yüzünü kara çıkartmayan’, ürpertici, kanlı, gerilimli, deyim yerindeyse ‘sevdiğimiz türden’ bir korku filmi. Filmde karakterlerden birinin de dediği gibi: ‘Şerefine Wes!’

 

Yönetmen Wes Craven 1996 yılında ‘Scream’ filmini çektiğinde aslında ‘riskli’ bir işin altına giriyordu. Çünkü kendisi başta ‘Elm Sokağı Kabusu’ olmak üzere korku/gerilim filmlerinde uzmanlaşmış hatta bütün bir jenerasyonu ‘slasher’ tarzındaki yapımlarla tanıştırmıştı. Sonrasında bu filmin birçok ‘devam’ bölümünü ve benzeri yapımları izledik ve sinemada adeta yeni bir ‘akım’ başlamış oldu…

‘Riskli’ dememiz başta biraz garip gelmiş olabilir çünkü ilk ‘Scream’ sonuç olarak bir korku filmiydi ve Craven, bir grup gencin hayatını kabusa çeviren, onları teker teker katleden ve bunu da oldukça kanlı bir şekilde yapan katillerin, ‘lanetlilerin’ maceralarını defalarca çok başarılı bir şekilde beyaz perdeye yansıtmıştı. Ancak bu sefer yönetmen adeta kendi yarattığı türü biraz ‘ti’ye alıyor, kendisi de dahil olmak üzere daha önce korku filmi çekmiş yönetmenlere nazikçe ‘laf atıyor’ ve senaryosuna bir kara mizah katmaktan geri durmuyordu. Filmin en kanlı sahnelerinde bile gülümseyebiliyor, genç kahramanların zor durumlarda kalmalarına alaycı bir şekilde bakabiliyor hatta bazılarının oldukça sinsi, aptal ve çocukça hareketlerini görünce nerdeyse ‘Hak ettiğini aldı’ duygusuna kapılıyorduk. Ama bütün bunlara rağmen yine de hikaye oldukça gerilimli, şiddetli ve ürperticiydi.

Craven’ın adeta ‘yaratıcısı’ olduğu film türüne ufak bir ‘saygısızlık’ gibi görünen bu hamlesi belki de yönetmenin korku filmlerinde her zaman izlemiş olduğu yolun bir yansımasıydı: Filmin başkarakterlerinin nerdeyse tamamı gençlerden oluşuyordu ve hedef aldığı asıl kitle ise yine yönetmenin zaman zaman oldukça ağır eleştirdiği genç kitleydi!

Ancak ilk filmde ‘tıkır tıkır’ işleyen gerilim dozu, hikayeye enerji katan ‘arızalı’ karakterler ve ‘olağan’ şüpheliler arasındaki tedirginlik duygusu, devamları ‘Scream 2’(1997) ve ‘Scream 3’de (2000) biraz yok olmaya başladı ve bu ‘saga’ da sıradanlaşmaya doğru gidiyordu. Scream 2 ve 3’de yönetmen ve ana oyuncu kadrosunun bir kısmı aynıydı ve hikaye her şeye rağmen belli ölçüde korkutuyordu ancak bizce ‘seriyi’ asıl ‘ayağa kaldıran dördüncü bölüm yani 2011 yılında çekilen ‘Scream 4’ oldu.

SCREAM 4’ÜN GETİRDİKLERİ…

Beklenenin aksine ‘Scream 4’ ‘sönüşte’ olan bir serinin arkasına ‘zorlama’ bir devam takmak yerine ona zamanın şartlarına göre ‘taze’ bir hava kattı. Daha önceki devam bölümlerinde var olan ‘ilk katilin annesi’ veya ‘saklı kalmış kardeş’ gibi yapay bağlantı noktalarını bir kenara atan ‘Scream 4’, eski tanıdık simaların yanına yeni bir kadro katarak başarılı bir ‘sil baştan’ taktiği uyguladı. Tabii ki ilk film tamamen unutulmuyor ve bazı noktalarda bağlantılar göze çarpıyordu ama senaryo bu sefer (genel anlamda kullanılan) ‘X’ kuşağını değil sonrasında gelen ‘Y’ kuşağını merkezine koyuyor, hikaye onların değerlerine ve şartlarına göre şekilleniyordu. Örneğin ilk filmin çekildiği dönem cep telefonları yeni yeni kullanılmaya başlanmıştı, ‘akıllı’ telefonlar ise henüz ortalıkta yoktu. Filmlerdeki katilin genelde evdeki, sabit telefonları arayıp taciz ve tehdit savurduğunu göz önüne alırsak, cep telefonları hikayeye ciddi bir haraketlilik katıyordu. Bu ‘hareketlilik’ ‘Scream 4’te adeta ‘zirvesini’ yaşadı. Artık katil istediği her ‘akıllı’ telefon uygulamasını kullanıyor, kurbanlarıyla istediği gibi oynuyordu. Craven artık daha da ‘yozlaşmış’ bu ‘bilgisayar önü’ gençliğini hedef tahtasına koyuyor, onları garip bir şekilde merak ettikleri ‘kabus’ dönemine tekrar sokuyordu. Filmin sloganının dediği gibi ‘Yeni jenerasyon, yeni kurallar’ ama aynı cinayetler vardı.

On senenin ardından gelen ‘Scream 5’ ise bazı ön kusurlar ve dezavantajlar taşıyor. Öncelikle ilk dört filmin yaratıcı, büyük yönetmeni Wes Craven ne yazık ki aramızdan ayrılmış ve yerine Matt Betinelli-Olpin ve Tyler Gillett ikilisi geçmiş. İlk filmin senaryosunu yazan, o dönem genç ve tanınmamış bir senarist olan Kevin Williamson ise hikayeyi Guy Busick ve James Vanderbilt’e emanet etmiş.

Baştan belirtelim: Bizce film, selefi ‘Scream 4’ kadar başarılı değil. Ama bağlı olduğu kökleri utandıracak, hayal kırıklığı yaratan bir yapım da kesinlikle değil. Hatta asli görevini layığıyla yerine getiren, yani korkutmayı beceren ve bazı tekrarlara ‘ayağı takılsa’ da hızlı bir şekilde ayağa kalkmayı beceren, ilgi çekici bir film…

Hikayeye genel olarak değinecek olursak: Yalnız yaşayan bir genç kız olan Tara, tıpkı Woodsboro kasabasının kanlı geçmişinde olduğu gibi önce esrarengiz biri tarafından telefonla aranır sonra da saldırıya uğrar. Saldırıdan ağır yaralı bir şekilde kurtarılan Tara’yı hastanedeyken hem okul arkadaşları hem de uzun zamandır ‘kopuk’ olduğu ablası Samantha görmeye gelir. Ancak cinayetlerin devam etmesi ve her birinin geçmişte olduğu gibi görünmesi yeni bir seri katil endişesi yaratır…

ZAMAN GEÇİYOR…

Bu filmin öncelikle göze çarpan özelliklerinden biri kendisini yenilemesi daha doğrusu yenilemek istemesi oluyor. Çünkü biz her ne kadar alışkanlık olarak ‘Scream 5’ desek de film, ismiyle bile bu ‘beş’ sayısını kullanmıyor. Üstelik bu ‘tazeleme’ gayreti sözde kalmıyor zira ana karakterler bazında da ciddi bir ‘devri daim’ mevcut. Örneğin daha önceki filmlerde, ‘kurtulanlardan’ Sidney Prescott (Neve Campbell), şerif Dewey David Arquette) ve Gale Weathers (Courtney Cox), kadroya ne kadar yeni karakter katılırsa katılsın kendilerine hikayede önemli bir yer buluyor, senaryoyu şekillendiren kişiler oluyorlardı. Özellikle ‘Scream’ serisinin asıl ‘kurbanı’ Sidney’in sırasıyla lise, üniversite ve sonrası dönemlerini izlemiş hatta son olarak yazarlık kariyerine başladığını bile görmüştük. Bu filmde ise bu karakterler tamamen ortadan kaybolmamış olsalar da hikayeye ‘ucundan kıyısından’ bulaşıyorlar, senaryoya geç ve kısa süreliğine katılıyorlar, adeta birer ‘konuk oyuncu’ gibi yer alıyorlar. Senaryo, merkezine Tara (Jenna Ortega) ve Samantha (Melissa Barrera) kardeşleri koyuyor ve hikayesini onlar üzerinden kuruyor. Bu arada evlenmiş olan Gail ve Dewey karakterlerinin ayrılmış olması, Dewey’in emekli olup hayattan çekilmiş olması, Gail’in hala ilk günkü gibi sansasyonel haberler peşinde koşması ama eski formu ve hızının kalmaması ve Sidney’in ise artık geçmişini unutup tamamen yeni bir hayata geçmiş olması hikayede fazla yer almamalarına sağlam bir dayanak noktası sağlıyor. (Bu arada meraklısına hoş bir paralellik olarak Courtney Cox ile David Arquette’in Scream setinde tanışıp evlendiğini sonra yine filmde olduğu gibi (!) ayrıldığını hatırlatalım)

Filmin izlemediği klasik ‘sonraki bölüm’ konusuna dönecek olursak, belki de bu filmi bir ‘reboot’ (sil baştan) ile ‘sequel’ (devam) arasına koyabiliriz.

ESİNLENME VE TAKLİT ETME…

Aslında yeni ‘Scream’ filminin açılış sekansı hiçbir yenilik taşımıyor hatta biraz hayal kırıklığı yaratıyor: artık önceki filmlerden süper aşina olduğumuz üzere yalnız yaşayan bir genç kız, gece vakti esrarengiz biri tarafından aranıyor, önce normal başlayan konuşma giderek sözlü taciz ve tehdide varıyor ve sonrasında bu genç kız (artık hepimizin tanıdığı) maskeli bir katil tarafından hunharca bıçaklanıyor. Bu sekansın öncekilerden tek farkı sadece bu sefer kurbanın ölmesi değil ağır yaralı kurtulması oluyor.

Bu beklenmedik ‘kurtulma’ hamlesi filmi ilkiyle (Scream 1) benzer bir girişten sonra ayrışan bir noktaya taşıyor çünkü bu karakter bir ‘ilk kurban’ değil adeta hikayenin asıl kahramanı olacak…

Her ne kadar kendine belli ölçülerde bağımsız bir hava verse de ilk filme ‘selamlarını’ asla eksik etmeyen ‘Scream’ aslında benzer gözüken ama tamamen ayrı sonuç veren iki yoldan ilerliyor: esinlenme ve taklit etme. Her ne kadar iki yol da eski ‘zafer’ günlerini yaşatmak için kullanılıyorsa da etkisi farklılık gösteriyor. Artık ‘Z’ kuşağına gelmiş gençlerin vurdumduymazlığı, ‘imaj’ yaratma çabaları ve ‘sarkastik’ yönleri ne kadar ilk filmdeki gençlerle hoş bir paralellik taşıyorsa, biraz önce değindiğimiz giriş sahnesi gibi hiçbir yenilik taşıyorsa, biraz tembelce ve sakarca konulmuş ‘tıpatıp’ aynı sahneler de o derece rahatsız ediyor.

Yönetmenler kamera tekniğinde Wes Craven ustalığına ulaşmasa da ‘samimi’ bir yaklaşım sergiliyorlar. Beraber çalıştıkları görüntü yönetmeni Bett Jutkewicz ile beraber 1990’lı yılları hatırlatan bir görüntü ayarı tutturuyorlar. Özenli hareket ederek bu seriye tekrar o eski Woodsboro havasını getirmeyi başarıyorlar.

ARAMIZDAKİ MESAFELER…

Filmde bizce biri bilinçli olarak yapılmış ama sonucu şüpheli, biri ise bilinçsizce yapılmış ama sonucu kesin iki nokta var: ilk olarak filmdeki yeni karakterler yani gençler ilk filmdeki kadar iyi çizilmiş değil. Hatırladığımız üzere ilk filmdeki ana karakterlerin her biri farklı özellikler taşıyor ve senaryoya bir zenginlik katıyorlardı: Sidney’in can arkadaşı cesur ve mantıklı Tatum, onun her şeyi ‘gırgıra alan’ uçuk sevgilisi Stu, Sidney’in gizemli ve karizmatik erkek arkadaşı Biily (bu arada onu kısa süre de olsa tekrar görmek bir zevk!), grubun ‘korku filmi’ uzmanı Randy vb. Burada ise Tara ve Samantha dışındaki gençler pek kendilerini açık etmiyorlar, birkaç diyalog dışında özel bir karakter çizmiyorlar. Ancak bir zayıflık gibi görünen bu taraf hem her ‘olağan’ şüpheliyi aynı seviyeye çekmek ( her biri zaman zaman ‘Belki de katil benim!’ diyor) hem de gelişen teknolojiyle ‘Z’ kuşağına ait gençlerin arasında ne kadar ‘sanal’ bir yakınlık kurulduğunu göstermek için kullanılıyor.

İkinci olarak yine hatırlanacağı üzere filmdeki katil(ler) genelde gece vakti, evlerinde yalnız kalan ve merkeze uzak yaşayan kişilere saldırıyordu. Genelde taşrada gerçekleşen bu saldırılar daha çok iç mekana yöneliyordu. Bu filmde ise saldırılardan biri geceleyin bir hastanenin bekleme odasında, diğeri ise güpegündüz bir evin önünde gerçekleşiyor. Tabii ki iki mekan da insan ‘kaynayan’ yerler değil ve katilin görülmeme şansı var ama özellikle bir hastane bizce, gece vardiyasında da olsa bu kadar ‘başıboş’ bizce bırakılmaz.

Sonuç olarak bu yeni ‘Scream’ doğal olarak ilkinin seviyesine ulaşamasa da, ‘ekol’ yaratmış bir ustanın ‘yüzünü kara çıkartmayan’, ürpertici, kanlı, gerilimli, deyim yerindeyse ‘sevdiğimiz türden’ bir korku filmi. Filmde karakterlerden birinin de dediği gibi: ‘Şerefine Wes!’


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .