YAZARLAR

Yeniden demokrasi, yeniden halk iradesi

Ekonomik göstergeler hızlı bir iyileşmenin mümkün olmadığına işaret etse de seçim sonrası ortaya çıkacak beklentileri değerlendirmek için henüz erken. Sivil haklar ve demokratik özgürlükler açısından ise demokratik geçişin çok daha geniş çaplı kazanımlar sağlayacağı öngörülebilir. Umalım ki seçimle gelen iktidar halkın iradesini göstermesi için alan açsın. Şimdi artık, burada ve her yerde, yeni bir halk hikayesi yazmanın vakti geldi.

Latin Amerika edebiyatı, kıtanın keşfinden bugüne kadar sahne olduğu çatışmaları, mücadeleleri ve kayıpları yansıtması, bunu yaparken de kıtaya karakterini veren zengin doğasından ve köklü uygarlık tarihinden beslenmesi nedeniyle özgün bir yapıya sahiptir. Latin Amerika edebiyatı içinde büyülü gerçekçilik ya da masalsı anlatımların ötesinde siyasi romanlar başlı başına bir akım oluşturur. Başkan Babamızın Sonbaharı, Türkiye’de de çok sevilen ve okunan Gabriel Garcia Marquez’in politik romanlarından yalnızca biridir. Bir türlü ölemeyen bir diktatörün kanlı hikayesini anlatan bu kitap dışında Marquez, Labirentindeki General’de Simon Bolivar’ın mücadelesini kendi anlatısıyla okura sunar. Marquez’den birkaç kuşak önce gelen ve büyülü gerçekçiliğin de öncüsü sayılan Guatemalalı yazar Miguel Angel Asturias da yine bu akımın ilk örneklerinden biri olan Bay Başkan’da Guatemala’yı yöneten diktatör Manuel Estrada Cabrera’yı anlatır. Perulu yazar Mario Vargas Llosa’nın Teke Şenliği, Şilili şair ve yazar Roberto Bolano’nun Türkçeye de çevrilen Uzak Yıldız’ı ve belki daha başka birçok örnek kıtanın hemen her ülkesinde benzer tarihsel süreçlerin yaşandığına işaret eder. Latin Amerika edebiyatı içinde önemli bir yer tutan siyasi romanlar acımasız diktatörler, onların yamacındaki albaylar ve generallerle onlara karşı halkın sesi olmaya çalışan devrimciler, direnişçiler arasında süregelen mücadeleci siyaseti anlatırken dünyanın geri kalanını da kendi yaşadıkları hakkında düşünmek zorunda bırakır.

OTORİTER SİYASETİN DEĞİŞMEYEN ÖZÜ

Otokratik sistemler, devlet otoritesinin tek bir liderde toplanması ve onun iktidarını sürekli kılacak denetimden sorumlu küçük bir zümrenin hakimiyeti olarak tanımlanabilir. Bu hakimiyet, sosyal ilişkilere farklı araçların kullanılmasıyla inşa edilen bir baskı biçiminde yansır. Hâkim ideolojiyi bünyeye zerk eden söylemler, törenler ve başka ritüellerden, medya aracılığıyla üretilen, yayılan ve anaakımlaştırılan düşünce evrenine, nesnelliği ikinci plana itilmiş ve iktidarı meşrulaştırmaktan öte bir varlık nedeni olmayan bilimsel üretimden özünü tamamen kaybetmiş ve artık bir ezbere dönüşmüş dava savunuculuğuna uzanan zihinsel bir baskıdır söz konusu olan. Bundan daha görünür olan fiziksel baskı, dönem dönem muhalif hareketleri, öne çıkan aydınları, iktidar karşıtlarını hedef alırken, daha az görünür olan ve maruz kalanları ılık sudaki kurbağaya dönüştüren zihinsel baskı toplumun tamamını sürekli olarak hedef alır. Zihinsel baskının sürekliliği iktidarın da sürekliliğini sağlayacaktır. Zorla inşa edilen düzen ya da istikrar algısı doğrudan liderin varlığına bağlanır. Bu yüzden bu tür liderler hep “olağanüstü koşullarda”, “bir zorunluluk olarak”, “ülkenin içinde bulunduğu istikrarsızlık”, “enkaz hali” gibi söylemlerle geçici olarak güç tekeline başvurduklarını ifade eder, sonra da kendilerini vazgeçilmez gösterme çabasına girerler. Bundan sonraki süreç, “Ben olmazsam sistem çöker.”, “Sizi bugünlere ben getirdim.”, “Benden önce okulunuz, hastaneniz, çamaşır makineniz, buzdolabınız yoktu.” gibi söylemlerle uzar gider.

Otoriter rejimlerin sürekliliğini sağlayan bir başka mekanizma ise devletin tüm kurumlarına yerleşen ve sistematik biçimlerde işleyen, hatta başlı başına bir kurum haline gelen yolsuzluk ilişkileridir. Yolsuzluk basitçe yasadışılık, kuraldışılık ya da mevki sahibinin kişisel çıkarlarına göre karar alması olarak düşünülmemeli. İhale yolsuzluklarından küçük rüşvetlere, akraba kayırmacılığından torpile, seçim yolsuzluklarından basit muhbirlik faaliyetlerine kadar çeşitli biçimler alan bu yolsuzluk ağı aslında tek bir şey için çalışır: İktidarın sürekliliğini sağlayacak sadakati satın almak için. Dolayısıyla otoriter lider, mevkiini korumak için, belli bir hiyerarşi içinde cülus dağıtır. Ancak bu yolsuzluk ağının ayarı kaçtığında, yolsuzluk ağına dahil olanların sayısı artıp arpası azaldığında işler değişmeye başlar, sadık kullar yavaş yavaş daha yüksek sesle konuşurlar.

Otoriter rejimler liderin gücüyle, hatta çoğu zaman ömrüyle sınırlı olsa da liderin seçimle veya ölümle siyasetin dışında kalması birdenbire her şeyin değişeceği, hakların ve özgürlüklerin yeniden tesis edileceği ya da temiz siyasetin adil bir mücadele alanına dönüşeceği anlamına gelmez. Değişim irade gerektirir. O irade kitlesel bir biçimde harekete geçene kadar, toplum kolektif gücünü yeniden fark edene kadar eski sistemin kalıntıları ölü bir doku gibi toplumsal hayatın üzerini kaplamaya devam eder. Eski söylemler beklenmedik yerlerden pörtler, sistemdeki imtiyazlarını kaybeden eski seçkinler yeni mücadele alanlarına yönelir, bir başka direniş biçimine dönüşür. Dolayısıyla otokrasiden, liderin gölgesinden ve otoriter siyasetten kurtulmanın tek yolu lideri, siyasi otoriteyi ya da denetim mekanizmasını değiştirmek değil, asıl mesele toplumun tamamını etkin aktörler olarak güçlendirmektir.

DEMOKRATİK GEÇİŞ, AMA NASIL?

İçinde bulunduğumuz bağlam ve önümüzdeki seçimler bir tarafıyla köklü bir değişimin arifesinde olduğumuzu hissettiriyor, diğer bir tarafıyla ise aslında olası yeni siyasi denklemlerin kitlelere demokratik bir yönetimden ve adil bir bölüşüm anlayışından beklediklerini verme konusunda kuşkuya düşürüyor. Liberal demokrasinin krizi Türkiye’ye özgü bir durum değil. İktidar partilerinin devletin imkanlarını kullanarak seçimlere yasal ve maddi kısıtlar koyması, muhalefetin kitlelerin taleplerini siyasete yansıtamaması, seçmenlerin bilinçli ve akılcı seçimler yapmaması, seçimlere katılımın düşük seyretmesi gibi birçok sorun aslında seçimlere haddinden fazla bir anlam yüklendiğinin işareti. Seçim sonrasında demokratik geçiş için yapılması gerekenler üzerine kafa yormakta fayda var. Abraham Lowenthal ve Sergio Bitar, 2015 yılında yayınladıkları araştırmada Brezilya, Şili, Gana, Meksika, Polonya gibi demokratik geçişi deneyimleyen ülke örneklerine bakıyor ve demokratik geçiş için gerekli koşulların altını çiziyor.

Demokratik geçişin belki de en önemli koşulu demokrasiye geçme kararlığı gösteren geniş ve kalıcı bir koalisyon oluşturmak. Millet İttifakı bu koalisyonu oluşturdu, Emek ve Özgürlük İttifakı’nın Kılıçdaroğlu’nun adaylığına yönelik desteği de bir genişleme çabası olarak okumak mümkün. Ancak partilerin seçim bölgelerinde ve seçim listelerindeki sekter yaklaşımları söz konusu koalisyonun kalıcılığı konusunda şüphe uyandırıyor. İkinci bir koşul, söz konusu koalisyonun eski sistemin demokratikleşmeye açık bileşenleriyle müzakerelerde bulunabilmesi. Daha açık bir biçimde söylemek gerekirse, AKP’nin konsolide olmuş seçmenine demokrasiyi hatırlatmak gerekiyor, bunun için de belki AKP içinden gelen ve demokrasiye geri dönüş iradesi gösteren aktörlere ihtiyaç var, bu yaklaşım da altılı masada Gelecek Partisi ve Deva Partisinin varlığını açıklıyor.

Üçüncü bir unsur ise, otoriter rejimlerin sıklıkla bel bağladığı ve iktidarın garantisi olarak gördüğü güvenlik güçlerinin hukuk sınırları içinde kalmasını sağlamak ve olası çatışmaları bertaraf etmek. Bütün güvenlik güçlerinin sivil yönetimin kontrolüne alınmasının yanı sıra silahlı kuvvetler, emniyet güçleri ve istihbaratın birbirinden ayrılması gerekir. Bunun dışında, olası paramiliter grupların, özel birliklerin ve benzeri yapıların denetimi sivil çatışma olasılığını önler. Bu noktada Kılıçdaroğlu’nun SADAT ziyaretinin çatışma senaryolarını açık etme konusunda stratejik bir çıkış olduğu söylenebilir. Güvenlik güçlerinin etkinliğini hukuki bir zemine çekmenin yanı sıra, güvenlik güçleri ve siviller arasındaki ilişkiyi de güvenli bir zemine çekmek önemli bir ayrıntı. Son on yılda, gözaltılar, gizli tanıklar, orantısız güç kullanımı, gösteri yasakları ve farklı baskı unsurlarıyla temel sivil haklarında yoksun kalanların güvenlik güçlerinin varlığında güvende hissedebilmesi için hukuki bir zeminin tesis edilmesine büyük bir ihtiyaç var. Bu hafta Diyarbakır’da gazetecilere ve sanatçılara yönelik operasyon da dönüşüm ihtiyacının aciliyetini gösteriyor.

Sivillerin güvenliği için gerekli olan hukuki zemin, ancak ve ancak hukukun doğru anlaşılmasıyla mümkün. Sürekli Cuma akşamları mesai saatlerinden sonra, hatta gece yarıları ilan edilen genelgeler, kanun hükmünde kararnameler, olağanüstü hal ilanları, gerekçesi belli olmayan ve itiraz mekanizmasının işlemediği düzenlemelerle yürütülen bir idare, kurumlar arası işbölümü ve yetki paylaşımının belirsizleştiği bir bürokratik sistem, kararların tek bir merkezden ve tek bir kişinin imzasıyla alındığı bir hükümet anlayışına karşı hukukun üstünlüğünü kabul eden, yürütmeyi, bürokrasiyi ve karar alma mekanizmalarını anayasal bir çerçeveye oturtan ve bunun işleyişini de bağımsız yargı organlarıyla denetleyen bir yasal reform demokratik geçişin kalıcılığını sağlar.

Demokratik koalisyon, güvenlik ve hukuk geçiş sürecinin temel taşlarını oluştururken ekonomik ve sosyal haklardaki genişleme, adil bölüşüm, etkin vergilendirme, ekonomik eşitsizlikle mücadele ve sivil toplumun, ifade özgürlüğünün güçlendirilmesi de temel toplumsal çıktılar olacaktır. Ekonomik göstergeler hızlı bir iyileşmenin mümkün olmadığına işaret etse de seçim sonrası ortaya çıkacak beklentileri değerlendirmek için henüz erken. Sivil haklar ve demokratik özgürlükler açısından ise demokratik geçişin çok daha geniş çaplı kazanımlar sağlayacağı öngörülebilir. Umalım ki seçimle gelen iktidar halkın iradesini göstermesi için alan açsın. Şimdi artık, burada ve her yerde, yeni bir halk hikayesi yazmanın vakti geldi.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.