YAZARLAR

Kültürün faturasını Musa Dinç’e kesmek

Halk kültürlerinin hayvanlar alemine yansıtılmış “ahlaksız” anlatılarının faturasını Musa Dinç’e kesemeyiz. Bu anlatıların aynı zamanda maalesef reel yaşantılarda da karşılığı var. Halk kültürlerinin anlatı dünyalarına da sirayet eden karanlık yönleri maalesef var…

Halk kültürleri kötülük ve dehşet anlatılarıyla çalkalanır. Dünyanın bütün halk kültürleri bakımından böyledir bu. Cinsiyetçi, kadın düşmanı, muhafazakar, eril ve müstehcen, kanlı hikayeler…

Uyuyan güzelleri alnından öperek uyandıran beyaz atlı prensler gibi çirkin kurbağaların da bir öpücükten çok daha fazlasını aldığı da epeyce yazılıp çizilmiştir. Masallar cinsiyetçilik, aşağılama, küfür ve tecavüzlerden arındırılmadan önce olaylar bambaşkadır kısacası.

Fakat halk kültürleri aynı zamanda zihin dünyasının beslendiği, adaletin, vicdanın, ev, yurt ve dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkinin ayırdına varıldığı anlatılarla doludur. Farklı kültürlerden ve dünyalardan insanların çağları, kuşakları ve coğrafi sınırları aşarak “duygular” zemininde nasıl kuvvetlice birbirlerine bağlandığının ve birbirinden koptuğunun kavranmasında hayati rolleri olan anlatılardır bunlar.

Sadece masallar değil, fıkralar, deyişler, veciz sözler, türküler ve maniler de içinde yetiştiğimiz anlamlandırma evrenini oluşturur. Bu semiyotik evrenin kodları ve uzlaşımları da toplumsal ilişkilerle birlikte mütemadiyen dönüşür. Mesela François Rabelais’nin bir halk masalından esinle beş yüzyıl evvel yazdığı Gargantua adlı hiciv türündeki muhteşem eserinin içinden birkaç paragraf çıkarıp dolaşıma soktuğunuzda bugün epeyce yadırganabilecek kaba ve “müstehcen” betimlemelere sahip olduğu görülebilir.

Anadolu kültüründe de 13'üncü yüzyılda yaşadığı kabul gören Nasrettin Hoca’nın mizahında olduğu gibi kimilerinin “müstehcen” addettiği anlatılar hep vardır. Nitekim Pertev Naili Boratav’ın uzun yıllar sürmüş titiz çalışmasının ürünü olan Nasrettin Hoca kitabının YKY tarafından 1996 yılında yayımlanmasının hemen ardından dilinin müstehcen olması gerekçesiyle dağıtımının durdurulduğunu hatırlayanlar olacaktır.

Masallardan, Rabelais’nin karnavalesk dünyasından geçerek sadede gelmeye çalışıyorum. Çünkü yazdıklarımın yanlış anlaşılabileceğine ilişkin kaygım bu yazıyı yazarken olduğu kadar derin olmamıştı hiç. Yıllar yılı anlatılarla ilgilendim. Uzun yıllar farklı anlatı dünyalarını ve anlatıların semiyotik evrenini eleştirel bir perspektifle değerlendirdiğim dersler verdim. Bu durum bana maalesef kayıtsız kalamadığım, kafamdan kovup durduğum halde bir rahatsızlık hissiyle zihnimi yoklayıp duran bir vazife de tanımlıyor. Adalet deyip duruyoruz. Adalet isteğimin ne kadar sıklıkla kadınların yanında konumlandığını yazılarımda, yaptığım video programlarda ya da kamusal konuşmalarda görmek mümkün. Toplumsal iktidar ilişkilerinin ve eril tahakkümün en kıyıcı biçimlerde kadınları hedef aldığı bir dünyada bu böyle olmak zorunda.

Fakat işte bir de karşımıza başka türlü de bakmak gerekebilecek bir “erkek vaka” geliyor. Kamusal bir nefretin nesnesi olmuş bir adam çıkıyor karşımıza. Musa Dinç vakasından söz ediyorum. Musa Dinç tutuklanıp cezaevine konmamış olsaydı, yirmi yıl evvel derleyip kitabına aldığı bir masal yüzünden onu sapık, iğrenç, tecavüzcü vs. olarak etiketleyen dil bir şekilde beni rahatsız etmiş olsa bile, sanırım bu konuya değinen bir yazı yazmazdım. Işıl Özgentürk’ü hedef alan hakaretlerin de çok rahatsız etmiş olduğu gibi. Rahatsız oldum ama o konuda bir şey yazmadım. Özgentürk’ün tutuklanması gibi saçma ve üzücü bir durum yaşanmış olsaydı o konuda da muhakkak yazardım. Geçerken söyleyeyim, Türklük konforuyla kullandığı ayrımcı ve ötekileştirici dilin ne yazdığı yazıda, ne sonrasında maalesef farkında olmayan Işıl Özgentürk’ün uğradığı ağır saldırı beni yine de çok rahatsız etti. Eleştiride de orantı şart. Her birimizin eş dost ya da akraba çevresinde bu ezberlerle konuşan, bu yaşlarda birçok insan var. Bundan maalesef hiç kuşkum yok. Ne yapacağız yani, herkesle ilişkiyi mi koparacağız?

Musa Dinç tam yirmi yıl evvel yayımladığı ve kabul edelim ki gerçekten çok iğrenç bir masal içeren Gül ve Düşün adlı gülmece türündeki derleme kitabı yüzünden tutuklandı. Üstelik gündemimize aynı anda iki Musa birden düşmüştü. Diğeri de Musa Orhan’dı. Işıl Özgentürk’ün talihsiz yazısına da konu olan İpek Er isimli Batmanlı genç kadına yönelik nitelikli cinsel saldırıdan dolayı hakkında dava açılan ve tutuklanıp cezaevine konan Musa Orhan. Bu vakada avukat kaçma şüphesinin bulunmadığını öne sürerek sanığın serbest bırakılmasını talep etti ve itiraz yerinde görülerek Musa Orhan tahliye edildi. Oysa Musa Orhan’ın alıkoyduğu ve tecavüz ettiği iddia olunan İpek Er bir mektup bırakarak intihar etmişti. İpek’in mektuptaki iddialarını doğrulayan bir adli tıp raporu da vardı.

Mağdurun intiharıyla sonuçlanmış gerçek bir tecavüz olayının sanığı olan Uzman Çavuş Musa Orhan “kaçma ihtimali olmadığı için” tahliye ediliyorken, ömrü hikayeler yazmak ya da derlemekle geçmiş olan masalcı Musa Dinç derhal tutuklanıyor ve tutuklandığıyla kalıyordu.

Musa Dinç’in masalından insanı dehşete düşüren o paragraflar dolaşıma girince, anlatı dünyalarıyla haşır neşir olmaktan da gelen bir bilgiyle bu masalın yeni olamayacağını ve büyük ihtimalle anonim olduğunu düşündüm. Adı geçen yazar başka ne yazmış filan diye bir bakmak istedim. Sonuçta masal kitabının ilk baskısının 2000 yılında yani tam yirmi yıl evvel yapılmış olduğunu ve yazarın yirmiye yakın başka kitabının daha bulunduğunu gördüm. Musa Dinç’in şiir, öykü ve makaleleri, Aykırı Sanat, Fırt, Gırgır, Esmer gibi dergilerin de aralarında olduğu çok sayıda mecrada yayımlanmış görünüyordu. Yazar çeşitli radyo ve televizyon programları da yapmıştı.

“Bunların ne önemi var?” diye soracak olursanız, dilim döndüğünce anlatmaya çalışayım. Musa Dinç’in yazmış olduğu herhangi bir metni bulup tümünü okuyamadım ama edebiyatının ve yazarlığının berbat ya da değersiz olduğunu kabul etsek de esas infial yaratan şeyin, yirmi yıl evvel yayımlanmış bir “tilki ve ayı” masalı olduğunu biliyoruz. Karşı karşıya olduğumuz şey hayvanlar aleminde geçen -ve yan anlamları halihazırda Ümit Kıvanç tarafından oldukça isabetli bir eleştirel okumaya tabi tutulmuş olan- eski ve iğrenç bir masal… Birçok kişi bu konuda konuşur ya da yazarken basit bir fact-checking bile yapmadı. Sonuç olarak kitabın yakın bir zamanda yayımlandığı izlenimi de yayıldı. Musa Dinç, tam yirmi yıl sonra keşfedilen bu masal üzerine, bir anda bir ihbar mekanizmasının da sosyal medyada çalışmasıyla, “tecavüzcü” ve “sapık” olarak ağır bir linçe uğradı. Bunun arkasından da hızla tutuklanıp cezaevine konuldu. Bunca “sapık” vs. ithamına rağmen ve yer yerinden oynuyorken bile, sayısı yirmi civarında olan diğer masal, öykü, deneme ve şiir kitaplarında ya da dergi yazılarında bu türden bir içerik olduğu bilgisini kamuoyuyla paylaşan hiç kimse de yoktu. Dolayısıyla yazdıkları arasında bu derece vahim, tecavüz gibi fiilleri olağanlaştıran başkaca bir içerik olmadığını kabul edebiliriz. Aksi bir durum dikkatimize sunuluncaya kadar bu bilgi üzerinden konuşmak adil olur.

Cinsiyet kimliği, ırk, etnisite söz konusu olduğunda, yirmi yıl evvel de bugünkü önyargısızlık düzeyinde olan kimse var mı aramızda? Varsa ne mutlu ona… Dilimiz ve belirli konulardaki kelime seçimlerimiz bile mütemadiyen dönüşüyor. Değişimde geriden gelen, yavaş olan ve hatta değişmemekte ısrar edenler de var elbette… Fakat çoğu kez hakaret ederek hayatlarımızdan çıkarmıyoruz bu insanları. Dilimiz dönüyorsa anlatmaya çalışıyoruz. Halk kültürlerine hiçbir yerinden temas etmiyorken dönüşmesini ve gelişmesini bekleyemeyiz...

Halk kültürlerinin tecavüzü de kapsayan ağır günahlarından bir kısmı, Uzman Çavuş Musa Orhan yaldır yaldır ortada dolaşıyorken Musa Dinç’e fatura ediliyor.

Anlatılara dönelim. Roman türü mesela Damızlık Kızın Öyküsü’yle başlamadı. Gargantua’dan Don Kişot’tan gelerek bugünlere yetişti ki bu eserler de şaheserdir, hem de her türlü. Notre Dame katedralinin kulesine tırmanıp, çişiyle yüzlerce insanı boğan, s.çmığını tavuk teleğiyle mi, kaz tüyüyle mi, yumuşak bir yastıkla mı yoksa neyle sileceğini uzun uzun düşünen Dev Gargantua’nın hayatını anlatan aynı adlı eser en hafifinden şu satırları içerdiği için Rabelais’yi sapık mı ilan edeceğiz mesela?

“Sonra gözlerinin içi gülerek o güzel önlüğünü çözdü, maslahatını havaya kaldırıp öyle zorlu bir çiş yağmuruna tuttu ki onları, kadınları ve çocukları saymazsak, iki yüz altmış bin dört yüz on sekiz kişi boğuldu.”

Görüyorsunuz devimiz çişinde boğmakla kalmıyor, boğulan kadınları ve çocukları saymıyor bile… Musa Dinç’i tabii ki François Rabelais ile filan karşılaştırmıyorum. Karşılaştırdığım şey farklı entelektüel düzeylerdeki, türlerdeki ve coğrafyalardaki anlatılar ve halk kültürleri. Fransa’da öyle, burada böyle…

Sırça fanusta yetişmemişse hemen herkesin mahallesinden, şehrinden, kasabasından, yaşadığı apartmandan vs. hatırlayabileceği zevzek eniştelerden, komşu amcalardan ya da akrabalardan başka biri değil Musa Dinç. Sapık, cani, tecavüzcü olarak abartmaya, adil olmayan suçlamalar yöneltmeye gerek yok. Dahil olduğumuz Whatsapp gruplarında cinsiyetçi karikatürler, kötü şakalar, fena halde mizojinist ya da türcü paylaşımlar akıp duruyor. İstisnasız her sosyokültürel kesimden ve eğitim düzeyinden erkek ve hatta kadın da yapıyor bunu. Bunlar çoğu zaman görmezden geliniyor. Birbirini bir şekilde idare etme sanatı “başarıyla” sürdürülüyor.

Edebi eleştiri de sosyolojik analiz de çözümlemek için halk kültürlerine yönelmiştir ve yönelmeye devam edecektir. Buralardan bir şeyler öğrenmeye ve kültürün günahlarıyla yüzleşmeye devam edeceğiz. Fakat masal masaldır, halk kültürleri de halk kültürleri. En nihayetinde kendi olağan dönüşüm hızlarından daha hızlı bir biçimde dönüştürülemezler.

Musa Dinç’in masal kitabı zaten daha önceden yasaklanmış, toplatılmış ve bu gayet yerinde olmuş. Yazar mealen aktarırsam, bu konuda binlerce kez özür dilemiş olduğunu, yıllar yılı yazmış ve çalışmış biri olarak yirmi yıl evvel kitabında cahilce yer verdiği o berbat iki paragraf yüzünden tüm hayatının harcanmaması gerektiğini söylüyor. Kısacası cinsiyetçi kültür karşısındaki ağır ve yaygın cehaletten, bu cehaleti besleyen toplumsal konformizmden başka bir şey değil o masalı o kitaba sokan şey. Herkesin biraz tanıdığı zevzek “eniştenin” kültüründen başka bir şey değil. Adı üstünde enişte. Hem bizden, hem değil… Hem çok buralı, hem değil.

Musa Dinç’in söz konusu kitabının 2000’den bu yana dört baskı yapmış olması gerçeği var bir de. Bunda yayıncılardan başlayarak herkes kabahatli. Fakat işte yeniden baskılarda pek nadiren bu tür bir cinsiyetçi dilden arındırma gerçekleşiyor. Bu tür bir “arınma” zaman alıyor. Sözünü ettiğim evrensel masalların tecavüzlerden arındırılmasının yüzyıllar sürdüğünü biliyoruz.

Halk kültürlerinin hayvanlar alemine yansıtılmış “ahlaksız” anlatılarının faturasını Musa Dinç’e kesemeyiz. Bu anlatıların aynı zamanda maalesef reel yaşantılarda da karşılığı var. Nokta dergisinin 23 Ekim 1988 tarihinde yayımlanan “Gizli kalmış yönleriyle Eşo gelin” başlıklı sansasyonel dosyası, “Köyden kente, Doğu’dan Batı’ya hayvanlarla cinsel ilişkinin iç yüzü” manşetiyle çıkmıştı ki kapak görselini bugün bile çok iyi hatırlayanlar olacaktır. Halk kültürlerinin anlatı dünyalarına da sirayet eden böyle karanlık yönleri maalesef var…

Kısacası yirmi yıl evvel birçok şey başka terimlerle düşünülüyordu. Konuşma her zaman aynı değildi şakalar ve ilişkiler de. Rabelais üzerine düşünen Bahtin’le bitirelim:

“…iki kişi dostane bir ilişki kurduğunda, bu kişilerin sözlü iletişimlerinin şekli de radikal bir şekilde değişir; bu kişiler birbirlerine gayri resmi bir tarzda hitap etmeye başlarlar; küfürler sevgi dolu bir tarzda söylenir ve karşılıklı alaya izin vardır. (...)Fakat elbette günümüzde bu tür teklifsiz ilişkiler, karnaval zamanında insanlar arasında var olan özgür ve teklifsiz iletişimden çok çok uzaktır. Bugünküler temel unsurlardan yani tamamen insani olan bir karakterden, şen bir ruh halinden, ütopik anlamdan ve felsefi derinlikten yoksundur.” (s.43).

Musa Dinç halk kültürleriyle ilgilenmiş ve içerdiği karanlıkları yoklamaksızın bu anlatıları yazıya geçirmeye çalışmış. Bahtin’in sözünü ettiği ikili ilişkilerde olduğu gibi burada da ütopik anlamdan ve felsefi derinlikten yoksun olmak, eğriyi doğruyu ayırt etmesine izin vermemiş. Tecavüz kültürünü yeniden hem de çocuk kitabında üretmesine yol açmış. Söyleyebileceğim şey bu. Sonuç olarak birimizin de tecavüzcü kültürlerin bedelini tümüyle bir masal anlatıcısına ödetiyor olmaktan bir parça vicdanı rahatsız olmuş olsun. O “densiz” de gerekirse ben olayım dedim. Dilerim meramımı anlatabilmişimdir…


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.