YAZARLAR

Kakafoni mi, açıklama mı?

Niye beraat verildi, neden sonra yeniden bir punduna getirilip Kavala’nın esaretinin bitmesinin önüne geçildi sorularına yanıt aramanın boşa kürek çekmek olduğunu düşünüyorum. Bana göre açık olan şey, Gezi’nin ardındaki kişi olarak yargılanan baş aktörün aynı zamanda 15 Temmuz’dan sorumlu sayılmaya çalışılmasının Gezi direnişini darbe girişiminin öncülü olarak kabul ettirme stratejisinin bir hamlesi olduğu.

Hareketli bir hafta geçirdik yine. Salı günü Gezi davasının son duruşmasında beklenmedik biçimde bir beraat kararıyla karşılaştık. Sevindik, şaşırdık; ne oldu da bu karar verildi anlamaya çalıştık. Sonra bir anda coşkunun o rengarenk balonuna birileri bir iğne batırdı, balon patladı, Osman Kavala’nın bu kez 15 Temmuz darbesiyle ilgili bir soruşturma nedeniyle yeniden gözaltına alındığını öğrendik. Bunun ardından gelen tutuklama kararına ise neredeyse hiç kimse şaşırmadı. AKP Genel Başkanının grup toplantısında esip gürlemesinden sonra tersi mümkün olamazdı, olmadı da… Türkiye acaba yeniden demokrasiye doğru dümen mi kırıyor gibi fazlasıyla gerçek dışı olduğunu düşündüğüm beklentiler de böylece suya düşmüş oldu.

Niye beraat verildi, neden sonra yeniden bir punduna getirilip Kavala’nın esaretinin bitmesinin önüne geçildi sorularına yanıt aramanın boşa kürek çekmek olduğunu düşünüyorum. Bana göre açık olan şey, Gezi’nin ardındaki kişi olarak yargılanan baş aktörün aynı zamanda 15 Temmuz’dan sorumlu sayılmaya çalışılmasının Gezi direnişini darbe girişiminin öncülü olarak kabul ettirme stratejisinin bir hamlesi olduğu. Kavala bu yolda sadece bir araç sanki. Hiç de incelikli olmayan bir hamleyle onun üzerinden Gezi’den 15 Temmuz’a bir hat çekmeyi deniyor iktidar. İncelikli değil, çünkü mantığa sığmıyor. İncelikli değil, çünkü pek çoklarının kolayca çıldırmanın işaretleri sayabileceği sayıklamalarla, saçmalamalarla ilerliyor. İlkokul yıllarında bir oyun oynardık. Dört-beş arkadaş sımsıkı kol kola girip sözde delinemeyecek bir saf oluşturduktan sonra tehditkar bir sesle, melodik bir tonlamayla “önümüze gelene bin tekme” diye bağırarak okul bahçesini turlardık. Bu belki şakaydı, ama okul zorbaları pek de şaka yapmazlardı. Korkardık onlardan. İktidar da Türkiye sathını sanki okul bahçesine çevirmiş, muhalif veya rakip gördüğü herkese, her gruba bin tekme savuruyor. Okulun zorbaları gibi…

Zorbalık da nereye kadar? Yönetimlerin zoru rızaya tercih eder hale gelmeleri bir paradoks yaratır. İktidarın kırılganlığı arttıkça zora başvurması kaçınılmazlaşır, bu ise kırılganlığın iyice artmasıyla sonuçlanır. Çıkışı olmayan bir yola girilmiştir artık. Böylesi her durumda akıl saçmanın hizmetine koşulur. Akıl akılsızlaşır. Gerçek kabusa dönüşür. Kocaman bir yarıkta oluşan girdapta savrulan nesnelere döner insanlar. Dayanakların, gerekçelerin avuçlarda ufalandığı, her şeyin giderek anlamsızlaştığı, gerçeklikle bağın neredeyse tamamen koptuğu tuhaf bir durumdur ortaya çıkan. Tanımlar, kategoriler, sınıflandırmalar işe yararlıklarını kaybetmektedir artık.

Oysa alışkınız. Gerekçelerimiz olmalı. Yaptığımız her şeyin, olan bitenin, doğal ya da toplumsal herhangi bir olayın nedensiz olabileceğini düşünemeyiz. Her eylem bir niyetle, her durum bir nedenle ortaya çıkmalıdır. Durup dururken, öyle kendiliğinden var olabilen bir şey olamaz. Peki açıklamanın gücünü kaybettiği böylesi durumlarda ne olacak? Gerekçeler aramaktan vaz mı geçmeliyiz? Gerçeklik duygumuzun yitip gitmeye yüz tutması, gerçeğin somutluğunu ortadan kaldırıyor mu? Elbette kaldırmıyor; elbette açıklama aramaktan, gerekçelendirmekten vazgeçemeyiz. Ancak açıklamanın saçmalığın ördüğü perdeyi aralayıp onun ardına bakmayı başarabilmesi gerekir. Yoksa açıklamalar da saçmalığın ağına düşmekten kendini kurtaramaz.

Gezi davası sonrası ortalık analizden geçilmiyor. İktidarın her adımının ardından olduğu gibi… Erdoğan’ın neredeyse her konuşmasının ardından olduğu gibi… Ancak bu analizlerin pek azı, açıklamanın gerçekle bağını inşa etmeyi başarabiliyor. Gözümüzün önünde bir hikâye yazılıyor; açıklama yapanların bu hikâyenin yazılış momentini atlamadan ama hikâyenin çekiciliğine de kendini kaptırmadan savunulabilir, gerekçelendirilebilir bir pozisyon oluşturmaları önemli. Bu olmadıkça, bana öyle geliyor ki, her açıklama girişiminin doğruluğunun kendisinden başka kanıtı olamaz. Olamıyor da… Kısaca şunu söylüyorum: Bu kadar çok konuşmadan biraz düşünsek… Bu kadar çabuk yorumlamaya, analiz etmeye girişmeden kendimize saçmanın tozundan dumanından arınma zamanı tanısak…


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.