YAZARLAR

‘Hayal-et’ zenginlik ve 2. mevkide kimlik kavgası

Görmekte olduğumuzun esasen bir süper zenginlik değil, bir zenginlik özlemi ve vaadi olduğu, bu haliyle bir hayal-et zenginlik olduğu atlanıyor. Dahası, asıl zenginliğin ‘görünmeyen’, ‘gizlenen’, uğruna milyonluk davalarla kılıç çekilen bir zenginlik gerçeği gürültünün arkasında kalıyor. Koç’tan Cengiz’e, Sabancı’dan Kalyon’a, Doğuş’tan Kolin’e, sermayenin ‘kriz ortamında da genişleyen’ zenginliği gündeme gelmiyor.

Muhafazakâr camianın mevlit, düğün vs. videolarının ülke gündemine güçlü bir giriş yaptığı gün, zamanımızın büyük patronlarından Mehmet Cengiz’in, Cumhuriyet gazetesine 1 milyon liralık dava açtığını öğrendik. Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Aykut Küçükkaya, 18 Kasım Pazartesi günü yayınlanan yazısında, Cengiz’in gazeteyi, “ticari itibarını zedelemek” ile suçladığını ve suçlamaya konu olan haberi yazan muhabir Hazal Ocak ve gazetenin imtiyaz sahibi Alev Coşkun’dan 1 milyon liralık tazminat istediğini aktarıyordu. Peki neydi Cengiz’i bu kadar ‘rahatsız’ eden haber? Cumhuriyet’in internet sitesinden kaldırılan ve uğruna 1 milyon liralık dava açılan bu habere geleceğiz. Ama önce biraz daha geriye, 2014 yazına gidelim ve o sıralar gündeme gelen ama yayından kaldırtılıp hakkında dava açılamayan bir ‘haberi’ hatırlayalım.

* * *

28 Haziran 2014. Üsküdar Paşalimanı’ndaki Hüseyin Avni Paşa Korusu içinde yer alan köşkün, kül olana kadar yandığı haberleri düşüyor ajanslara… Korunun ve içindeki köşkün Cengiz İnşaat’a satıldığı hatırlanıyor tabii hemen. 2002’de, “Yıkılmadan korunması gereken 1. sınıf kültür varlığı” olarak tescillenen, Hüseyin Avni Paşa Korusu ve Köşkü 2007’de TMSF tarafından Mehmet Cengiz’e satılıyor. Cengiz İnşaat restorasyon için 6 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na başvuruyor. Kurul, 23 Haziran 2014’te, “projenin yerinde inceleme yapılmasından sonra değerlendirilebileceğine” karar veriyor. Bu karardan sadece 5 gün sonra, köşk yanarak kül oluyor.

İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü soruşturmada, sadece ‘bekçi’ şüpheli olarak görülüyor. Ancak kısa süre sonra da “yangının çıkış nedeninin belirlenemediği” gerekçesiyle soruşturma takipsizlikle sonuçlanıyor…

Cengiz İnşaat 2015 başında bu kez İstanbul 6 Numaralı Koruma Kurulu'na başvuruyor. Kurul, mart ayında yapı ruhsatı veriyor ama yapının yalnızca müze ve kütüphane olarak kullanılabileceğini belirtiyor.

* * *

Şimdi yeniden gelelim Cumhuriyet’in 1 milyonluk dava açılan haberine. Bu haberde, korunun bulunduğu Sultantepe Mahallesi Muhtarı ile bölge sakinlerinin inşaat alanındaki gözlemlerine yer veriliyor. Köşk arazisinin içinde toplam 4 bina inşaatı olduğu belirtiliyor… Mahalle sakinlerinin avukatı Onur Cingil, “Tapuda iki bina görünüyor. Biri Halide Edip Adıvar’ın bir dönem yaşadığı köşk diğeri de tek katlı bir müştemilat ama bunun yerine ev gibi üç katlı bir bina yapılıyor. Daha yapımına başlanmayan ama projede görünen bir bina da adeta yaratılmış. İnşaatlar bir an önce durdurulmalı” diyor.

İşte bu haber üzerine Cengiz İnşaat, muhabir Hazal Ocak ve Cumhuriyet’in İmtiyaz Sahibi Alev Coşkun hakkında toplam 1 milyon liralık manevi tazminat davası açıyor…

Bu davanın, Cumhuriyet’in Yayın Yönetmeni Aykut Küçükkaya’nın yazısından öğrenildiği gün Türkiye, bir bebeğin 40. gün mevlidi için yapılan şaşaalı bir gösterinin video kaydını konuşuyor. Sonra art arda başka benzer videolar görünüyor. Bunlar zaten sosyal medyada alenen yayınlanmış. Ama şimdi, kriz ortamında ‘abartılı düzeyde lüks’, ‘israf’, ‘şatafat’ görüntüleri olarak jenerikleşiyorlar. Birkaç türlü tepki var. Alışılageldiği üzere görüntülerdeki kişilerin türbanlı vs. olmasından yola çıkan kimlik gerilimleri sızıyor dışarıya. Her iki ‘kimlik mahallesi’nden de “Müslüman bunu yapar mı” soruları ya da “Süslüman” benzeri yakıştırmalar eşliğinde bir kültürel pozisyon çekişmesine taraf olunuyor.

Bir başka tepki ise bu görüntülerin, İslamcı zenginleşmesinin en dolaysız kanıtı olduğunu söylüyor… “Bakın nasıl bir şatafat içinde yaşıyor bunlar” deniyor. Bu kez de görmekte olduğumuzun esasen bir süper zenginlik değil, bir zenginlik özlemi ve vaadi olduğu atlanıyor. Dahası, asıl zenginliğin ‘görünmeyen’, ‘gizlenen’, saklanan, uğruna milyonluk davalarla kılıç çekilen bir zenginlik olduğu gerçeği, bu gürültünün arkasında kalıyor. Koç’tan Cengiz’e, Sabancı’dan Kalyon’a, Doğuş’tan Kolin’e, sermayenin ‘kriz ortamında da genişleyen’ zenginliği gündeme gelmiyor. Onlar perdeleri çekilerek izole edilmiş bir ‘birinci mevki’de şatafatın da, israfın da, ölçüsüz zenginleşmenin de destanını yazıyorlar. ‘Üçüncü mevki’deki en yoksullar, emekçiler, işçiler, yoksul köylülük, küçük memurlar, işsizler, devletin istatistiklerinde işsiz bile sayılmayanlar vs.; bu tartışmalardan haberdar /alakadar oldukları ölçüde; “başı kapalı olduğu için mağdur edildiği” söylenen kişilerin yanında ya da “İslami bir yaşam tarzına sahip olarak zenginleştiği” söylenen kişilerin karşısında olmak gibi sonuçsuz ve güncel sorunlara çare olmaktan uzak ikilemler görüyor.

‘İkinci mevki’de ise, güncel koşulların da yardımıyla sınıfsallaşmanın tehlikeli sınırlarında dolaşsa bile, çağrısı ve zemini itibariyle bir ‘kimlik meselesi’ çekiştiriliyor.

* * *

Benzer görüntü ve tartışmalara geçmişte, özellikle de benzer ‘ölçüsüz ve devlet destekli zenginleşme’ dönemlerinde tanık olmuştuk. Özal döneminin hayali ihracatçı ağları herkesin bildiği sırdı… Türkiye kapitalizminin yeni yönelimi kapsamında ihracata verilen kredi ve teşvikleri, devlet kanallarını türlü yollarla kullanıp hortumlayanların hepsi ortaya çıkmadı elbette. Ama bu ölçüsüz zenginleşmeyi, Anadolu’daki futbol kulüplerinin başkanlığını ele geçirip, transferle, magazinle, kabadayı demeçlerle nam yapan bazı ‘uç örnekler’den ibaret sanmamız için de her şey yapıldı. Medya şöhretiyle mazruf bu ‘işadamı kulüp başkanları’, hayali ihracattan uyuşturucuya, ülkücü mafyacılığa dek bir dizi faaliyetle meşgul olurken; hem bir zenginleşme yolunun modelini gösteriyor ve kendi benzerleri için bir vaade dönüşüyor hem de başka ve belli ki çok daha büyük zenginliklerin önünde birer sis bombası gibi yanıyorlardı.

90’lardaki, Demirel-Çiller sağcılığının iktidarında da benzer şekilde, kumarhaneciler, savaş baronları, tüm bunlarla iltisaklı gazino-pavyon sahnesi ‘sanatçıları’, topçular, popçular falan sökün etmişti. Bütün flaşlar onların üzerinde yanarken, devlet ve sermaye sınıfı temsilcilerinin ölçüsüz zenginleşenleri gölgede kaldı.

Kısa süren başbakanlığı döneminde Erbakan’ı ziyarete gelen cemaat-tarikat liderlerini taşıyan zırhlı Mercedesler, temsil ettikleri ‘yeni’ ve dikkat çekici bir sermaye birikimi yerine, bu sarıklı cüppeli zevatın lüks arabalara binmesindeki sözde tezat üzerinden konuşuldu. Oysa iç pazarda tekelci burjuvaziyle rekabet etmesi mümkün olmayan ve ucuz işçilik ile Anadolu yoksunluğunu istismar ederek girdikleri ihracat pazarlarında semiren bir yeni burjuva kliğin doğuşunu gözlerden kaçıran bir tartışma perdesi oldu bu. Taşranın İslami ve muhafazakar ağlarını kullanarak hem üretim ve pazar kondisyonunu artıran hem de ‘kimlik dayanışması’ ve tevekkülü kullanarak, ucuz ve güvencesiz emeği yaygınlaştıran bu yeni patronlar, AKP şahsında inşa edilecek yeni rejimin iktisadi, siyasi ve kültürel olarak iskelesinde bulunacaklardı.

17 yıllık AKP iktidarı, bu burjuva kliği ve neredeyse organik bağlı müteahhitler çemberini kamu olanaklarıyla ihya ederken, sofranın saçaklarında kendi ara sınıflarını da oluşturdu. Şimdilerde bebeğin 40. Gün mevlidi ya da Osmanlı vs. konseptli düğünlerin arzı da talebi de büyük oranda bunlardandır. Saray bürokrasisinde orta karar bir memuriyet kapmış Mavi Marmara şehidi hısımlarından Bilmemne Büyükşehir Belediyesi Otobüs İşletmesi Şube Müdürü’ne, parti mutemetlerinden yandaş zincirlerden derlenen maaşlarla beslenen konvansiyonel ya da sosyal medyacılara bir dizi adam ve kadın var aralarında. Zengin olmak, hiç değilse zengin görünmek istiyorlar. Siyasal gücün çoktandır ve ebediyen, ‘dava adamlığı’ yerine ‘ihale başarısı’ ve tabii ki zenginlikle ilişkilenmiş olduğunu görüyor, seziyorlar. İlçe düğün salonlarında, kendilerinden daha ileride olanların yaşadıkları hayatı taklit ediyor, onun bir müsameresinde bulunmaya razı oluyorlar. Hayal-ettikleri ve ‘kimlikleri’ kaşınarak kendilerine vaat edilmiş zenginliği, bu uğurda pek çok ‘değer’i terk edebilecek şekilde beklemeye devam ediyorlar; ama o yaşantıları fotoğraflarda, videolarda alıkoymanın tesellisine sığınma ihtiyacı yeni sektörler yaratıyor belli ki. İslami sosyal medya fenomenleri, o konseptli gösteri mekânları, ilahi grupları, semazen ekipleri ve türlü mefruşatçı yerini alıyor sektörde. Gerçekten ve ölçüsüzce zenginleşenlerin kültürel-ideolojik havuzundan, oradaki gerçek şaşaanın daha ucuz versiyonlarını üretip pazarlıyorlar. Ve bu ‘ürün’ görünür hale gelip eleştirildiğinde, kimlik mevzilerinde siper alıyorlar yeniden. Hayal-et bir zenginlik gösterisi, ‘dindar’ ya da ‘seküler’ sermayenin aşırılıklarının türlü yolla gizlenmesini daha olanaklı hale getiriyor böylelikle. Birinci mevki perdeleri arkasında hayat şen şakrak devam ediyor.


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.