YAZARLAR

Neremiz arızalı, neyimiz bozuk?

Ankara’nın anca bol para dökülerek kapısından girilebilen imtiyazlı okulunda çocuk okutan tahsilli, modern anababa ile Aksaray’daki yuhalamacılar, başka birçok mevzuda bıraksan birbirlerinin gırtlağına sarılacak gibi gözükürken böylesine hayatî bir meselede nasıl aynı safa geçiveriyorlar?

Nariye Terzioğlu’nun ikiz çocukları var; Ege ile Efe. Aynı okula gidiyorlar. Ancak, Müzeyyen Yüce’nin Duvar’da yayımlanan haberine göre, sabah okula biri ön kapıdan, öbürü arka kapıdan giriyor. Çünkü Efe otizmli. “Çünkü okulda otizmli bireylerin yemekhanelerinden okula giriş çıkışlarına kadar her şey ayrı durumda.”

Anne Nariye Terzioğlu, buna da şükür, demekle yetinmiyor, bütün bu ayrımlara rağmen çocuklarının “aynı çatı altında” okuyabilmesini “lüks” diye değerlendiriyor. Sırf bundan, Terzioğlu ailesinin bugüne kadar yaşadıklarına dair ipucundan fazlasını elde ediyoruz. Bugün yaşadıklarına ise azimli annenin gözyaşları arasından bakıyor, neyse ki, okul kapısına gelip otizmli çocukları yuhalayan muteber vatandaşları bulanık görüyoruz: “Bir anda iki çocuğumdan biri istenmeyen çocuk oldu,” diyerek gözyaşı döküyor Nariye Hanım.

2012 doğumlu Efe, ikizi Ege’ye göre daha hızlı gelişir ve büyürken bir gün birden susuvermiş. Doktorlar önce “iletişim bozukluğu” demişler, ancak gün geçtikçe Efe içine kapanmaya, aile belli ki doktor kapısı aşındırmaya başlamış. Otizm teşhisi konduğunda Nariye Hanım, “otizm nedir bilmiyor”muş. Böylece başlayan süreçte, hem bunun ne olduğunu öğrenmiş hem de cemiyetimizin ne mal olduğunu. “Otizm ile birlikte toplumla da mücadelemiz başlamış oldu,” diye anlatıyor: “Nereye gitsek Efe’ye başta sevgiyle bakıyorlar, ama otizmli olduğunu öğrendiklerinde bakışları değişiyor. Aileler çocuklarını uzak tutmaya başladı meselâ. Böylelikle toplumdan soyutlandık.”

İKİ TOPLUM

Bizim burada içiçe iki toplum yaşar. Biri bazen hayret verici ölçüde iyi, alçakgönüllü, yardımseverdir. Öteki onun negatifi gibidir. Kötülük için fırsat kollar, bundan beslenir, iyilikten huzursuz olur, iyilik edeni mimler, gizli niyetini, olmazsa açığını arar. Otizmliler gibi ayrıksıları haliyle anında soyutlar; gerekçe otizm değil devlet katında muteber bir muzırat olsa ihbar da eder.

Belirtmeye gerek yok ki, makbul vatandaşlar ikinci kısımdadır. İkinci dediğime bakmayın, elbette bu birinci kısımdır. Devletin ülkede bulunmasını ve yaşamaya devam etmesini kabullendiği, zaman zaman arzuladığı kısım. Bu topluluğun duygu ve tepkileri, devletinkilerle uyum içindedir, birbirlerini beslerler. Bu yüzden, “anormal” öğrencileri yuhalamak için toplanan şuursuz kalabalık, okul müdüründen destek, muhtardan kollama vs. görür. Yaptıklarını suç olarak tanımlayan ve cezasını belirten herhangi bir yasa maddesi bulamazsınız. Muhtemelen gelecekte de varolmayacaktır.

Kötücül toplumun duyguları ve haleti ruhiyesi, devlet katına ulaştığında akıl-mantık ürünü gibi gözüken uygulamalara dönüşür. Bu yüzden, konuşmayı becerebilsin diye çocuğunu “özel eğitim merkezlerine” götüren anne, bir süre sonra, devlet ve cemiyet hakikatlerini keşfetmeye başlar: “Devamlı değişen öğretmenlerle istenen sonuca ulaşamadık. Efe bir türlü konuşmuyordu.” Öğretmenler devamlı değişiyordur, çünkü devletin ‘öğretmen değiştirmeyelim de otizmli çocuklar eğitimden daha güzel faydalansın’dan daha mühim dertleri vardır. Bu işin millî güvenliğe katkısı, strateji hesaplarında yeri yoktur. Otizmli çocuklar eğitilse ne olacaktır? Hangisi jet pilotu olur, hangisini kaymakam-savcı yapabilirsiniz? Milletimiz Tarkan’dır, Karaoğlan’dır, Malkoçoğlu’dur. Kendisini arızalı gibi gösterecek fertlerine tahammülü elbette bir yere kadar olacak, öğretmenlerin boyuna şuradan şuraya gönderilmesi gerekiyorsa bu tayinler behemahal yerine getirilecektir.

Bunların sonucunda münferit vakalar doğabilir. Nariye Hanım’ın “okula alınsak, ayrımcılıktan kurtulamıyoruz” demesine bakmayın, tıpkı 12 Eylül işkencehanelerinde ve cezaevlerinde birkaç yüz bin kişinin münferiden işkenceden geçirilmesi gibi, hemen bütün otizmliler de münferit hadiselerde ayrımcılığa uğrayabilir. Münferit olması mühim. Öbürü mevzuatta yeralmıyor.

ELMA DİYEBİLİYOR...

Nariye Terzioğlu anlatıyor - bir grup velinin okul önüne toplanıp müdür-muhtar desteğiyle yuhaladığı küçük Efe’nin annesi: “Okula girdiğimiz an tabela ile ayrıldı ikizler. Yine de aynı okulda oldukları için mutluydum. Her sabah okula götürüp okul çıkışına kadar diğer otizmli bireylerin anneleri ile bekledik. Efe, okula başlamadan önce evde durmak istemiyor, devamlı dışarıya çıkmak istiyordu. Ellerini musluğun altında tutuyor ama yıkayamıyordu. Her şeyden önce Efe artık, az da olsa konuşmaya başladı. Elma diyor, küçük kurbağa şarkısını söylemeye çalışıyor. Uyum sağlamayı öğrendi. Bazıları için eğitim bir gelecek ama bizim için yaşam.”

Toplumsal umursamazlık ve -müsaade ederseniz artık adlı adınca söyleyeceğim- haysiyetsizliğin, örneğimizde çocukların yuhalanması ve okuldan kovulsunlar istenmesinin derinliklerine uzanan yolun tarifi gibi, Efe’nin annesinin bu sözleri. Devamı da öyle: “Rehabilitasyon merkezinde kırk dakikalık derste duramayan Efe, okulda altı saat zaman geçiriyor ve seviyor. Sabah kalktığımızda elimden çekiştirerek okula gelmemizi istiyor. Efe okulu seviyor. Bıraksınlar, Efe okusun. Çocuklar birbirini dışlamıyor. Yetişkinler bunu yapan.”

Yetişkinlerin yediği binlerce haltın pek çoğu ayrımcılık, dışlama, ince ve kalın bin bir çeşidiyle başını ve sivri dişlerini her yerimizden başkalarına doğru uzatan ırkçılık kaynaklı. Irkçılık genel bir ideoloji, giderek bir ruh hali, bir kabuller zemini ve meşruiyet çerçevesi: şunlardansa hakaret edebiliyor, şunlardansa vurabiliyor, şunlardansa öldürebiliyorsun; suç olmuyor, günah olmuyor, vicdan sorunu yaratmıyor.

SÖNMEYEN ARZU ATEŞİ

Ve, “ne alâkası var?” demeden lütfen bir defa daha düşünün, eğer ırkçılık bir dünya görüşü ve tavır olarak birtakım zeminler bulup yayılıyorsa, hattâ yayılsın diye zeminler inşa ediliyorsa, ırkçılık özellikle yukarıdan pompalanıyorsa, her gün yeni yeni yalanlarla normalleştiriliyorsa, o şeytânî kötü’nün bürünerek vücut bulacağı kılıklar çeşitleniyor, sızabileceği çatlaklar artarak genişliyor. Kürt düşmanlığıyla, Suriyeli nefretiyle, Arap alerjisiyle, her derde deva “terörist” kavramının büyükbaş hayvan damgalar gibi, istenmeyen, beğenilmeyen herkesin üzerine savurulmasıyla otizmli çocukların yuhalanabilmesi gibi bir düşüklüğün, bozukluğun elbette bağlantısı var. Mesele birilerini fenalığında herkesin anlaştığı bir özellikle damgalayıp dışlamak. Bu kadar basit, evet. Bilmeyen var mı sanki? Bizde devlet yönetiminin esaslarından, hattâ belki de bugünün Teşkilat-ı Esasiye’sindeki “esasiye”dir bu. Yeni Türkiye’nin tek-adam rejimi böyle kurulmadı mı? Damgalayıp dışlayarak. Katliamlara, felaketlere yolaçmış eski hastalık, sönmeyen arzu ateşi, dinmeyen tutku hayaleti misâli birden canlanıvermedi mi, Kürtlerin duvarlarına kazınan “geldik yoktunuz”larla ve “yiyecek ekmek bulamazsınız”larla ve bin türlü hakaretle falan? O eski hastalık canlandığında yazılan reçeteyi kim hatırlamaz: Çoğunluk ol, şirret ol, şedit ol, süpür gitsinler, sahip ol!

Otizmli çocuk yuhalamanın her şeye rağmen bir “eşik atlama” sayılması gerektiğini kabul edebilirdim. Eğer birkaç yıl önce İstanbul’da kendileri için daha fazla hareket imkânı -yani hayata katılma şansı- sağlanmasını talep eden engellilerin eylemi esnasında sözde engelsiz vatandaşların gösterdikleri tepkileri hatırlamasaydım. Metro merdivenlerini kapatıp geçişi zorlaştırarak seslerini duyurmaya çabalayan engellilere, “Siz de çıkmayın o zaman sokağa!” gibi hoş ve latif sözler söylenmişti, sayıları maalesef yeni bir “münferit hadise” masalını daha ilk andan imkânsız kılacak kadar vatandaş tarafından. İşleri varmış, geç kalıyorlarmış.

Yerlilik ve millîliğin gözbebeği muhitlerden Aksaray’daki yuhalama eylemine katılan seçkin insanların bu kadarcık bahaneleri bile yok, aslına bakarsanız. Sadece “bize benzemiyorlar, istemiyoruz!” diyorlar. Çünkü birileri için “bize benzemiyorlar, istemiyoruz!” demeye alıştırıldılar, bunu meşru sanıyorlar. Birileri Türkiye’de bunu hayatın normali kılmaya uğraşıyor. Adı faşizmdir. Ve maalesef memleketimizde pek yaygın tüketilen bir madde vasıtasıyla yayılmıştır. Nitekim, Aksaray’daki vukuatın ardından birçok büyükşehirden -ve hem daha hali vakti yerinde muhitlerden hem daha çok okumuş etmişlerden- otizmli çocuk anababaları sosyal medyaya mesaj yağdırdılar. Ortak nokta ve kısacık özet şuydu: “Yalnız orada mı oluyor sanıyorsunuz!” Ardından, sahalarda görmek istemediğimiz hareketlerin bir sürüsünü sıralıyorlardı.

Ankara’nın anca bol para dökülerek kapısından girilebilen imtiyazlı okulunda çocuk okutan tahsilli, modern anababa ile Aksaray’daki yuhalamacılar, başka birçok mevzuda bıraksan birbirlerinin gırtlağına sarılacak gibi gözükürken böylesine hayatî bir meselede nasıl aynı safa geçiveriyorlar? Faşistlik kolay da ondan mı hemen o yöne meylediyorlar? Yoksa alışkanlıktan mı? Nerede edinildi acaba bu alışkanlık? Belki de başkanlık rejimine geçilirken ayıp yasaklandığı için böyle davranabiliyorlardır... Fakat biri o rejime hayran, öbürüyse düşman.

Düşünelim işte: Hangi insanlar hangi değerlere hangi ideolojiler aracılığıyla bağlı? Herkes ırkçı, ayrımcı, faşist olacaksa bu kadar farklı ideolojiye ve birbirimizi yemeye ne gerek var?

Tersi de var tabiî aynı sorunun: Otizmli çocukları yuhalayanları ayıplayanların ortak noktası belki pek çok siyasî mevzudan daha sahici ve “esasî”dir; olamaz mı?