YAZARLAR

Seçim mi, yenilgi mi tazeleniyor?

17 yıllık AK Parti iktidarının ilk kez yaşayacağı “tekrar eden yenilgi” deneyimine kısa bir süre kaldığı anlaşılıyor. Bu meselenin -31 Mart için de geçerli olduğu üzere- aslında iktidarın oy tabanını önemli ölçüde koruduğu iddiasıyla aşılması biraz zor. İki buçuk ay arayla, “aslında biz kazandık” açıklaması yapan Erdoğan da, durumun böyle geçiştirilemeyeceğini gayet iyi biliyor.

2014, Yerel seçim ve Cumhurbaşkanlığı seçimi; 2015, 7 Haziran ve 1 Kasım seçimleri; 2016, 15 Temmuz darbe girişimi; 2017, Anayasa Referandumu; 2018, Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimi; 2019, 31 Mart ve 23 Haziran seçimleri; aynı sürede iki cumhurbaşkanı, üç başbakan; içeride-dışarıda değişen ittifaklar; aralarında son derece kritik ve halen devam eden gelişmeler, sürpriz hamleler, bildik veya beklenmedik olaylar; ekonomiden dış politikaya, siyasetten kültüre çeşit çeşit krizler. Beş yıla sığan bu trafiğe, on yıllık bir arka planla birlikte bakınca, her şeyin aynı kalmasının ne eşyanın tabiatına, ne hayatın akışına uymayacağı ortada. Bu kadar çok dinamik hareket halindeyken, bu kadar şey değişirken, siyasi tabloyu aynı tutmaya çalışmanın ciddi gerilim biriktireceğine kuşku yok. İşte bu yüzden, hem 31 Mart sonuçları, hem de on günden az bir süre sonra yapılacak İstanbul seçimi ve her türlü siyasi gösterge, artık kendi sınırlarından çok daha geniş anlam taşıyor. Son beş yılda yapılan seçimler sadece oy pusulasında yazılanlarla, seçilecek adaylarla ilgili değildi. 31 Mart sonuçları da, sürpriz biçimde ortaya çıkmış bir yeni durum olmayıp, bütün bu sürecin devamı. Bu açıdan, iktidar tarafından inandırıcı bir zemine oturtulamayan “beka meselesi”, siyasi aktörlerin ve pozisyonların kaderi anlamında kullanıldığında aslında doğru tanımlama.

Çarşamba günü Gazete Duvar’da yayınlanan “Erdoğan neden saklanıyor?” başlıklı yazıda, 23 Haziran sonuçları nasıl olursa olsun, biçimlenecek yeni siyasi tabloyu, en belirleyici aktör üzerinden tartışmaya çalışmıştım. Hem alandan gelen ilk bulgular, hem de uç veren tartışmalar, başta Erdoğan olmak üzere, neredeyse bütün siyasi aktörlerin artık 23 Haziran’a göre değil, sonrasına göre pozisyon almaya başladığını gösteriyor. Yapılmış, yapılan ve yapılacak olan hamlelerin hepsi sonraya dair. Hatta son hafta Erdoğan’ın alanlara çıkma olasılığı bile. Süreci izleyenlerin çoğu da, artık gelişmeleri böyle okumaya çalışıyor. Aynı yazıda biraz spekülasyona kapı açarak yazılan, “İstanbul seçiminin yenilenmesi kararında Erdoğan’ın ne kadar istekli olduğu, sadece açık işaretlerle anlaşılır gibi durmuyor” cümlesi de, Erdoğan’ın 31 Mart’ın hemen sonrasındaki ilk reaksiyonu “biz belediye meclisleri sonuçları açısından aslında kazandık” noktasına geri dönmesiyle yeni bir içerik kazandı. YSK kararı nedeniyle ileri bir tarihe itilen kabine revizyonunun tekrar erkene alınabileceğinden bahsedilmesi, Erdoğan’ın Bahçeli ile görüşme talebi gibi işaretler de, öyle söylenmesine rağmen sadece 23 Haziran’la ilgili gibi durmuyor. Bu pakete, sessizliğin/belirsizliğin etrafında çıkartılan gürültüyle idare edilen ekonomik buhran ile S 400 meselesini ve diğer bütün dış politika krizlerini de ekleyebiliriz.

AKP’nin biten hikayesini ikame etmek için iyice öne çıkan/çıkartılan Erdoğan, seçimi güç tedarik -şarj- aparatı olarak defalarca başarıyla kullandı. Özellikle AKP iktidarı açısından zirveyi oluşturan 2011 seçiminin verdiği ilhamla, her türlü güç zafiyeti, sandık marifetiyle bertaraf edildi. 2009 yerel seçimi 2010 referandumu ve 2011 seçimleri ile; 7 Haziran 2015, 1 Kasım seçimiyle; 2017 referandumu, 24 Haziran 2018 seçimi ile karşılandı. Erdoğan, zayıflar gibi göründüğü her kritik dönemeçten “güçlenerek” çıkmanın yolunu buldu. İktidarın yaşadığı her gerileme, oy desteğindeki her gevşeme, uygun stratejik hamlelerle garanti edilmiş bir sonraki sandık sonucuyla telafi edildi. Yavaş işleyen ama süreklileşen gerileme, “zaferler” imal edilerek, yenilmezlik havası yaratılarak perdelenebildi. Asla tekrar eden bir “yenilgiye” izin verilmedi. İktidarın, 31 Mart sonuçlarını kabul etmeyerek en önemli güç enstrümanı seçim sandığını tahrip ettiği üzerine çok konuşuldu. Belki Erdoğan’ın itirazlar ve seçim yenilenmesi konusunda çok hevesli olmamasının en önemli nedeni de, bu aparatı nihai olarak kaybetme veya yeniden kullanılamaz biçimde zayıflatma riskiydi. Erdoğan’ı zorlayarak -veya ikna ederek- YSK’ya verdirilen yenileme kararının tam hasarı, 23 Haziran’da daha net görülecek. Fakat 23 Haziran, mevcut göstergelerin işaret ettiği gibi yeni bir yenilgi getirirse, sandık tahribatından daha derin bir kriz baş gösterecek ve bu krizle baş etmeye yarayacak güç için de başka yollar aranacak.

17 yıllık iktidarın ilk kez yaşayacağı “tekrar eden yenilgi” deneyimine kısa bir süre kaldığı anlaşılıyor. Bu meselenin -31 Mart için de geçerli olduğu üzere- aslında iktidarın oy tabanını önemli ölçüde koruduğu iddiasıyla aşılması biraz zor. İki buçuk ay arayla, “aslında biz kazandık” açıklaması yapan Erdoğan da, durumun böyle geçiştirilemeyeceğini gayet iyi biliyor. Anayasa değişikliği ile yüzde 51 kumpasına girmemiş olsaydı, iktidarı garanti eden blok oyuna belki bir süre daha güvenebilirdi. Ancak -çok küçük oy hareketlerini bile kritikleştiren- başkanlık iddiasıyla yükseltilmiş çıtanın altına inen bir blok, ne kadar “sağlam” kalırsa kalsın dana az koruyucu. Bu yüzden Erdoğan iktidarı, bütün bileşenleriyle derin bir iç krizin ve mutlak çoğunluk kumpasını gevşetmenin de düşünüleceği yeni çare arayışlarının eşiğinde duruyor. Erdoğan’ın önümüzdeki dönemdeki zorlu süreçte -çok daha fazla ihtiyaç duyacağı- kişisel gücünü koruyabilmek için en acil meselesi de, önemli bir enstrümanını kaybettiren seçim yenileme işini hızla birilerine fatura etmek olacak. Muhtemelen bu hezimetin gerçek sorumlularının önemli bir kısmıyla -ama asla tamamıyla değil- birlikte, torbaya girecek kurbanlar listesi de şimdiden hazırlanmıştır. Bu ilk hamle, orta vadeli planların işaretlerini ve Erdoğan’ın muktedirliğinin sınırlarını gösterecek. Şimdiye kadar olduğu gibi gücünü dışarıya -diğer yüzde elliye- karşı değil, artık özellikle içeriye -kendi blokuna- dönük olarak toparlamak, göstermek zorunda. Güçlüyken nasıl kelle aldığını gördük, şimdi zayıfken neleri feda edebileceğini izleyeceğiz. 23 Haziran’a dönük gayretler gibi görünen “anormal” performanslara, ataklıklara veya sessizliklere bir de bu açıdan bakmak gerek.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).