YAZARLAR

Yol ayrımı: İstanbul seçimleri

İstanbul’da iktidar blokunun seçimleri kaybetmesinin ardından yaşanan süreç, daha önce sorulan bir soruya yanıttır. "AKP demokratik yollarla iktidarı devreder mi?" sorusuna. Bu sorunun anlamı açık, seçmenin, seçim kurumu yoluyla iktidarı değiştirme yetkisi ve kendisine seçim yoluyla yetki verilen bir iktidarın sürenin sonunda gerçekleşecek seçimi kaybetmesi durumunda değişmesi zorunluluğu, biçimsel demokrasinin ilksel kuralıdır.

31 Mart seçimleri sonrası, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan çevresinde oluşan çıkar grupları bir bir tercihlerini yaptılar. Bu tercihler çeşitli biçimlerde de dile getirildi. Ne yazık ki kuruluşunun yüzüncü yılına doğru ilerlediğimizi cumhuri rejimimizin durumu bu. Türkiye’de seçimler yapıldı, iktidar bloku seçimleri kaybetti, seçimlerin ana gündemi olan İstanbul’u kaybetti ve halk tarafından verilen karar bir türlü kabul edilemiyor. Çünkü Erdoğan’ın çevreleri, kendi çevrelerinde oluşan çıkar ve güç ilişkilerini kendilerine toplamak, bu yönde hamle yapmak istiyor. Anayasa, yasa ve hukuki çerçevede oluşmuş, hukuktan aldığı güç ile donanmış kurumlar yerine kişilerin, vakıf ve tarikat kasalarının, derebeylerinin ve emirlerindeki paramiliter çetelerin tutumları cumhuriyetimizin geleceğini kuşatma altına almaya çalışıyor. Muhalefet liderine yumruk atan kişinin iktidar partisi makamlarını işgal eden kişilerce kahraman ilan edilebildiği bir atmosferin içinde “verilecek olan kararı bekliyoruz.”

KARARI KİM VERECEK?

Demokratik denetim mekanizmaları olmayan, belediye bütçesinden finanse edilen bir medyanın propaganda aygıtına dönüştüğü, devletin resmi ajansının seçim günü iktidar bloku kaybedince veri akışını durdurduğu, rejim değişikliği referandumunda yasayı yok sayarak bir karar vermiş Yüksek Seçim Kurulu’nun denetlediği, iktidar blokunun bizzat kendi lehine yaptığı seçim kanunları değişikliklerinin ardından oluşan mevzuat çerçevesinde, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından atanan valilerin, seçimlerde tarafsızlaştırılmayan İçişleri Bakanı’nın sorumluluk sahibi olduğu seçimlerde muhalefet tarafından şaibe bulaştırıldığı iddiasına inanmak tam da iktidar blokunun yarattığı ülke bakımından çelişki olur. Ayrıca 298 sayılı yasa da açıktır:

“İlçede görev yapan tüm kamu görevlilerinin listesi, mülki idare amiri tarafından yerleşim yeri adresleri esas alınmak suretiyle ilgili ilçe seçim kurulu başkanlıklarına gönderilir. İlçe seçim kurulu başkanı, bu kamu görevlileri arasından ihtiyaç duyulan sandık kurulu başkanı sayısının iki katı kamu görevlisini ad çekme suretiyle tespit eder ve bu kişiler arasından mani hali bulunmayanları sandık kurulu başkanı olarak belirler. Sandık kurulu başkanının göreve gelmemesi halinde, kamu görevlileri arasından belirlenen üye, bu üyenin de bulunmaması durumunda en yaşlı üye kurula başkanlık eder.”

Madde sandık kurulu başkanının bir kamu görevlisi olması zorunluğu bile getirmemektedir. Yüksek Seçim Kurulu yasanın açık hükmüne rağmen iki buçuk milyon mühürsüz oyu geçerli saymışken bu yasa çerçevesinde sandık kurulu başkanlarının kamu görevlisi olmaması nedeniyle seçimleri yenileme yönünde karar verebilir mi?

Soruyu lafı uzatmadan ve doğru sormak gerek. İşler hiçbir kamusal, demokratik kurumun olmadığı, kişiselleşmiş ve dar çıkarlara hapsedilmiş bir siyasal rejim içinde bu kararın Yüksek Seçim Kurulu tarafından verilebileceğine kim inanır?

KARARIN NİTELİĞİ

İstanbul’da iktidar blokunun seçimleri kaybetmesinin ardından yaşanan süreç, daha önce sorulan bir soruya yanıttır. "AKP demokratik yollarla iktidarı devreder mi?" sorusuna. Bu sorunun anlamı açık, seçmenin, seçim kurumu yoluyla iktidarı değiştirme yetkisi ve kendisine seçim yoluyla yetki verilen bir iktidarın sürenin sonunda gerçekleşecek seçimi kaybetmesi durumunda değişmesi zorunluluğu biçimsel demokrasinin ilksel kuralıdır. Sorunun gerçekliğini tam anlamıyla bulduğu bu yaşadığımız süreç artık bir yol ayrımının cumhuriyetimiz ve dünya kamuoyuna deklare edileceği andır. Yani Türkiye her şeye rağmen demokrasinin biçimsel görüntüsüne sahip midir yoksa artık açıkça ilan edilmiş bir diktatörlük müdür? Türkiye bir cumhuriyet midir yoksa kişi yönetimi midir?

Dolayısıyla bu karar hangi biçimde verilirse verilsin, kararın oluşması ve örgütlenmesi süreçlerinin gösterdiği gibi 16 Nisan 2017 plebisitinde YSK’nın mühürsüz oyları geçerli sayması sonucu alınan karar ile ve 24 Haziran baskın seçimlerinden sonra bu kararın yürürlüğe girmesi ile oluşturulan siyasal rejimin cumhuri ya da demokratik olduğu iddiası çökmüştür. 31 Mart seçimlerine giden süreç, bizzat seçimlerin kendisi ve seçimlerin ardından yaşanan yol ayrımı, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemi’nin bir kişi ve yakın çıkar çevreleri rejimi olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Türkiye uzun bir kışın dönemeçlerinin birinden daha geçiyor. Bu süreçlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin haysiyetli kurumlar olduğunu bir kez daha gösterecek biçimde. Karar ne olursa olsun, demokratik kurum ve mekanizmaların inşası konusundaki zorunluluğun yakın zamandaki temel tartışmamız olacağını söylemek gerek.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.