YAZARLAR

KHK’lı bir günah keçisi mi?

Görmemiz gereken kesin bir şekilde kaybedildiği açık olan bir seçimi kaybedilmemiş saymanın ve yenilemenin ihtiyaç duyduğu keyfilik için tek makbul gerekçenin KHK’lılar üzerinden sağlanabileceğine duyulan inançtır. Unutulmamalıdır ki cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi KHK’lar aracılığıyla ve KHK’lılara karşı kuruldu. İktidar blokunun rejim krizini çözmek istediğinde, kuruluşta yatan ilkeye geri dönmek istemesi ve KHK’lıların oy hakkını tartışmaya açması da siyasi anlamını bu zeminde bulmaktadır.

Kayıp, baş edilmesi kolay olmayan bir duygudur. İnsanı sarsar. Sarsıntının boyutuysa neyin kaybedildiğine bağlı olarak değişir. Belki âşık olunan bir kişi, belki bir eşya, belki de bir şehir kaybedilmiştir. Soruna siyasi açıdan bakınca, içinde bulunduğumuz süreç hiçbir şeyin İstanbul’un kaybı kadar sarsıcı olamayacağını gösteriyor. Hele bir de insanın İstanbul aşkı varsa, bu kaybın yükünü taşımak hiç kolay olmasa gerek. Tabii durumu çok da abartmamak lazım, sonuçta yük yüktür. İnsan taşımakta zorlandığı her yükü, bir küfe odun veya bir çuval unmuş gibi bir başkasının sırtına yıkabilir. Nitekim AKP’liler de böyle yaptı ve yenilginin sorumluluğunu KHK’lı seçmenin üstüne yıktı. Ne var ki bu yük aktarımı öyle sıradan bir idareyi maslahat işi olmakla kalmadı. Son aşamada, YSK’ya verilen itiraz dilekçesiyle beraber KHK’lıların oy verme gibi temel bir hakkı da tartışmaya açıldı. Ben bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, YSK’nin bu itirazı reddettiği de haber sayfalarına düşmeye başladı. Ancak yine de, oy hakkı tartışmasının yürütülmesinin siyasi bir anlamı var. Eğer AKP, bu itiraz gerekçesinde göründüğü kadar ciddi idiyse KHK’lıları sivil ölü haline getirme sürecinde çok önemli bir eşik daha aşılmış olacaktı.

Ancak bu eşiğin ne olduğunu tartışmaya geçmeden önce, önerinin ciddiyeti konusundaki kuşkumun nedenini açıklamam daha uygun olur kanaatindeyim. Önümüzdeki tabloya bakınca, AKP’lilerin seçimle ilgili tutumlarının birçok bakımdan kontrollü bir geri çekilme stratejisini andırdığı görülüyor. Seçimi kazanma iddiasından seçim yenilenmelidir talebine uzanan süreçte kullanılan ikna teknikleri son derece tanıdık geliyor. Bu tekniklerin bir arada ve aşamalı bir şekilde kullanıldığı sürece, propaganda literatüründe “stasis sistemi” adı veriliyor. Buna göre bir davayı savunacak kişi, tartışma süreci boyunca belirmesi muhtemel her uzlaşmazlık noktasına denk düşecek ayrı bir gerekçe üretir ve her gerekçe için son raddeye kadar direnç gösterirse, başarı şansını arttırır. Olası direnç noktalarının belirdiği aşamalarsa dört tane olup sırasıyla şöyledir: Davanın reddi, tanımının değiştirilmesi, niteliğinin değiştirilmesi ve geçersiz olduğunun ileri sürülmesi. İtiraz sürecine bakınca AKP’nin bu sistemin kurallarına büyük ölçüde riayet ettiğini görüyoruz. Bilindiği üzere, AKP ilk aşamada kendini seçimin galibi ilan edip yenilgiyi reddetti. YSK sonuçları açıklayınca, geçersiz oylar üzerinden sonuca itiraz etti ve seçimin galibinin doğru tanımlanmadığını savundu. Ardından CHP’nin seçim zaferinin hileli olduğunu söyleyip yenilgisinin niteliğini yeniden tarif etti. En sonundaysa 14 bin 712 KHK’lı seçmen oy kullandığı için seçimlerin geçersiz olduğunu ve yenilenmesi gerektiğini ileri sürdü.

İnsan böyle bakınca, sürecin baştan sona yenilgi hazmedilsin diye geliştirilen bir propaganda stratejisinden ibaret olduğu izlenimine kapılıyor. Zira iç ve dış koşulların birleşmesiyle bir hayli kayganlaşan siyasi zemin, seçim konusunda ayak diremeyi iktidar açısından ziyadesiyle riskli kılıyor. Çünkü Türkiye’nin bir hayli yıpranmış ekonomik mimarisi ve döviz kurlarının siyasete olan aşırı duyarlılığı, seçim belirsizliğini uzatmanın ekonomiye iyi gelmeyeceğini açıkça gösteriyor. Buna Sudan’da El Beşir’in ve Cezayir’de Abdülaziz Buteflika’nın devrilmesiyle sonuçlanan kitle hareketlerinin yarattığı uluslararası etkileri de ekleyebiliriz. Söz konusu etmenler seçim iptaliyle ilgili riskleri işaret ediyor ve itiraz siyasetinin “salt propaganda” olduğu izlenimini güçlendiriyor. Ne var ki karşıt yönde bazı işaretlerin var olduğunu da görmezden gelmemek gerek. İlk olarak, Yusufeli’nde seçimlerin iptal edilmesini ve sekiz KHK’lı başkana mazbatalarının verilmemesini dikkate almamız gerekiyor. Sonra, artık siyasette tek başına bir değişken haline gelen Erdoğan’ın psikolojisinin, seçimler konusunda “vicdanların rahatlamasını” zorunlu görmesi de ayrı bir önem taşıyor. Ayrıca Bahçeli’nin seçimlerin yenilenmesini bir beka sorunu olarak gördüğünü söylemesini, Cumhur İttifakı’nın bu konuda görüş birliği içinde olduğunun ispatı olarak bu işaretler arasına katabiliriz.

Bu iki karşıt eğilimi bir arada ele alınca, Türkiye’de siyasetin temel stratejik sorununun, bir kez daha muğlaklık meselesi olarak önümüze çıktığını görüyoruz. Çelişkili çözüm yollarının bir arada işletilmesi, iktidara “hem o hem bu ve ne o ne bu” olma şansını tanıyor ve değişen koşullara hızla adapte olabilmesinin önünü açıyor. Tabii bu stratejik muğlaklık sorunu, biraz da siyasal hayatta birden fazla rasyonalitenin aynı anda etkili olabilmesiyle ilgili. Siyasette bir tarafın hangi adımı atacağı sadece kendi kararıyla belirlenemez, bu karardan etkilenenlerin nasıl tepki vereceği de belirleyici bir önem taşır. Yani her çözümün kendine özgü koşulları ve rasyonalitesi vardır. Bu bağlamda, tepkiler kontrol edilebilir düzeyde kalır ve seçmen eğilimleri beka siyaseti aracılığıyla yönlendirilebilir esnekliğe kavuşturulursa, seçimin yenilenmesi iktidar için pekâlâ rasyonel bir tercih halini alabilir. Çünkü İstanbul seçimleri konusunda hangi tutumun rasyonel olduğu, sadece şehri kaybetmenin orta ve uzun vadeli maliyetleriyle seçimleri yenilemenin kısa vadeli maliyetlerinin kıyaslanması yoluyla açığa çıkabilir. Bu yüzden KHK’lı seçmen argümanını bir tür durum kontrolü ve tepki süresi testi gibi görmek gerekiyor. Şimdiye kadar verilen tepkiler durumun iktidar için hiç de caydırıcı olmadığını gösterse de YSK bu talebin reddini kararlaştırmış durumda. Tabii itirazın diğer dayanakları ayrıca değerlendiriliyor ve gelişmelerin ne yönde olacağını net olarak kestirebilmek mümkün değil. KHK’lıların oy hakkıyla ilgili başlatılan tartışmanın kesin olarak gösterdiği şeyse iptal tartışmasının ve olası bir İstanbul seçiminin nasıl bir atmosfer içinde yürütüleceği.

Oluşacak atmosferde kimler soluk alamayacak meselesini anlamak için, öncelikle KHK’lı kimdir sorusuna bir cevap bulmak gerekiyor. KHK’lı, kestirme bir cevapla, devletin terör örgütüne mensubiyet, irtibat veya iltisak iddiasıyla yeni hukuki ve politik düzenin sınırları dışına ittiği kişidir. KHK’lı imgesinin inşa edilmesindeki kritik evreyi, eski rejimin idari-bürokratik aygıtına hâkim durumdaki Fethullahçıların darbe girişiminin terör başlığı altında halledilmesi oluşturur. Terörle mücadele, devlet şiddetinin kapsamını ve hedef kitlesini belirlerken hiçbir hukuk kuralı ile mutlak anlamda bağlı kalınmayacağı ve sınır tanınmayacağı anlamına gelir. Bununla uyumlu bir şekilde, 15 Temmuz sonrası dönemde sadece darbeciler değil, devletin geleneksel olarak terör kapsamında değerlendirdiği devrimci-demokrat gruplar, Kürt hareketinin aktivistleri ve bazı radikal İslamcı gruplar da örgüte mensubiyet, irtibat veya iltisak iddialarıyla KHK kapsamına alındı. Böylelikle KHK’lar belli bir grup yurttaşın salt siyasi karar yoluyla yeni düzenin dışına itilmesinin aracı olarak kullanıldı. İşte cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi olarak adlandırılan yeni rejim, KHK’lar aracılığıyla tanımlanan bu düşmana karşıtlık üzerinden tesis edilen uzlaşı temelinde kuruldu.

İstanbul’un kaybıyla başlayan siyasi kriz, yeni rejimin kurucusu ve kollayıcısı olan AKP-MHP blokunun iktidar ile bağını devam ettirme konusunda yaşadığı sıkıntıyla ilgilidir. Bu sıkıntının temelinde tüm siyasi iddialarını seçim üzerinden meşrulaştıran bir gücün, seçimle beraber gelen riskleri ve belirsizlikleri yönetmede gösterdiği başarısızlık yatmaktadır. Söz konusu başarısızlığın bir rejim krizine dönüşmesini engellemek için yapılabilecek tek şeyse, başlangıç ilkelerine geri dönmek ve devletin yeniden kuruluşunda açığa çıkan uzlaşıyı canlandırmaktır. Demek ki mesele öyle söylendiği gibi KHK’lıların hükümete karşı seçim aracılığıyla hazırlanmış bir komplonun parçası olması veya oylarıyla seçim sonuçlarını değiştirmesi değildir. Görmemiz gereken asıl şey, kesin bir şekilde kaybedildiği açık olan bir seçimi kaybedilmemiş saymanın ve yenilemenin ihtiyaç duyduğu keyfilik için tek makbul gerekçenin KHK’lılar üzerinden sağlanabileceğine duyulan inançtır. Unutulmamalıdır ki cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi KHK’lar aracılığıyla ve KHK’lılara karşı kuruldu. İktidar blokunun rejim krizini çözmek istediğinde, kuruluşta yatan ilkeye geri dönmek istemesi ve KHK’lıların oy hakkını tartışmaya açması da siyasi anlamını bu zeminde bulmaktadır.

Şimdi KHK’lı olmanın güncel anlamını neden sivil ölüm kavramının tekamülündeki bir evre olarak görmemiz gerektiğini daha net görebiliriz sanıyorum. Bu tarz bir bağlantı için ihtiyaç duyduğumuz kavramı Marx’ın Kapital’inde bulabiliyoruz. Marx, modern işçi sınıfının feodal toplumun yıkıntılarından “özgür ve korunmasız” bir insanlar topluluğu olarak doğduğunu söyler. Korunmasız olma hali, hak ve yükümlülüklerin dağılımının mülkiyete göre belirlendiği bir dünyada, mülksüzlerin tüm haklardan yoksun kalacağı endişesine gönderme yapar. Marx, “korunmasız” için kullandığı Almanca kelime olan “vogelfrei” kavramını gelişigüzel bir şekilde seçmemiştir. Kavramın düz anlamına bakacak olursanız “kuşlar kadar özgür” olmayı anlattığını düşünebilirsiniz. Lakin Marx bunu Ortaçağ hukukundaki anlamına atıfla kullanmaktadır ve bu anlam hiç de dilimizdeki olumlu çağrışımlarla uyumlu değildir. Ortaçağ hukukunda bu statü, insanın tümüyle tehlikelere açık hale geleceği kırılgan bir yaşama mahkum edilmesi anlamına gelir. Genellikle ağır suç işleyenlere, devlet düşmanı veya hain olanlara uygulanan bu ceza, o kişinin medeni bir toplumun mensubu olmaktan kaynaklanan tüm korumalardan yoksun kalacağını gösterir. Bazı mahkeme kararlarında söz konusu cezaya çarptırılanlarla ilgili olarak şu cümlelerin yazıldığına rastlanmaktadır: “Bundan sonra havadaki bir kuş kadar özgür, ormandaki bir hayvan veya sudaki bir balık kadar serbest olacaksın. Artık İmparator’un sağladığı korumalardan yararlanamayacaksın. Varlığın tüm insanların, havadaki kuşların, ormandaki hayvanların ve sudaki balıkların saldırısına açılmıştır. Sana yapılan hiçbir muamele suç olarak değerlendirilmeyecektir.”

Her konuda Batı’yı eleştiren AKP’lilerin bu cezalandırma biçimini “medeni ölüm” adı altında kopyalayarak aynen uygulaması gerçekten ilgiye değer. Özgür kuş statüsü, yirminci yüzyılın başlarına kadar Batı’da uygulama alanı bulan ve Ortaçağ hukukunda “mors civilis”, yani medeni ölüm olarak adlandırılan cezanın başlıca örneği olarak görülmüştür. Egemenlik haklarından pay almanın ön koşulunun oy hakkı olduğu modern demokrasilerde, söz konusu statü en yetkin haline oy hakkının gasp edildiği yerde varır. Tabii bu açıdan bakıldığında medeni ölünün gerçekten şu veya bu suçun faili olması zorunlu değildir. Asıl önemli olan, onun devletin bekası ve işleyişi için, uygarlığın dışına itilmeye ve maruz kaldığı şiddetle toplumun birliğini sağlamaya elverişli olup olmadığıdır. Bu duruma düşürülmüş olan kişi, Yahudilerin Yom Kippur gününde kullandığı Azazel isimli keçiye benzer. Yahudiler kendileri için özel olan bu gün için kurayla iki keçi seçerler. Keçilerden Azazel adı verileni, topluluğun işlediği tüm günahları üstlensin diye seçilir. Din adamı simgesel bir jestle onun kafasına dokunduğunda, topluluğun günahlarını da onun üzerine yükler ve ardından keçi doğaya, yani uygarlığın dışındaki dünyaya salınır. Diğer keçiye gelince, o kurban edilmek için ayrılmıştır. Oy hakkıyla ilgili tartışmada Azazel’in kim olduğu gün gibi açıktı. İptal ve yenileme tartışmasında şimdiki asıl soru şudur: Kurban edilecek olan kimdir?


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.