YAZARLAR

Türkiye bir koca halı…

Asıl büyük korkumuz şu devasa halının altındakilerin ortalığa saçılması. Çoğumuzun öyle ya da böyle sessiz kalmakla ortağı haline geldiği o pislik ürkütücü. O nedenle olsa gerek sorumluluk üstlenmesi gerekenler, hesap vermesi beklenenler yan çiziyor.

Türkiye, altına süpürülen pislikleri artık kapatamaz hale gelmiş bir koca bir halı. Sağından solundan taşanlar yeterince tiksindirici. Altındakileri düşünemiyorum bile. Farkında mısınız bilmiyorum, son günlerde hiç iyi haber duymuyoruz. Elimizi nereye atsak o halının altına süpürdüklerimize çarpıyoruz. Belki kısa günde bazılarına kâr getirecek ama yakında o bazılarının da ayaklarına dolaşacak sansür düzenlemesine Cumhurbaşkanı'nın huzurunda alkışlarıyla, kahkahalarıyla destek vermekte sakınca görmeyen sinemacılar, Çiçero adlı filmin galasında milyonlarca Yahudi’nin katledildiği Nazi toplama kamplarının vahşetini kırmızı halı boyunca dekor olarak sergileme küstahlığını gösterenler, bir siyasal partiye oy verecek olanlara öbür dünya için berat belgesi vaat etmekte beis görmeyenler, çeşit çeşit yolsuzluk, çeşit çeşit sansür, çeşit çeşit hukuksuzluk. Seçimler vesilesiyle ortaya dökülen küçük çıkar hesapları, politik vıdı vıdılar. Bir yandan seçimleri giderek yerleşen rejimden kurtulmanın son çaresi olarak gösterirken bir yandan da alenen koltuk kavgası yürüten, politika nosyonundan yoksun muhalefet partileri. Türkiye’de politikanın küçük çıkar hesaplarına, sandığa indirgenmesinde sorumluluğu aşikar siyasal partiler. İronik ama insanın Binali Yıldırım’a hak veresi geliyor, gerçekten de bu partilerin herhangi bir faaliyetinin “politik” olduğunu iddia edebilme olanağı kalmadı desek yeridir. Bu politika yoksunluğunu, kendisini devletin kurucusu kabul eden, yeri geldiğinde solu, yeri geldiğinde Atatürkçülüğü, yeri geldiğinde merkez siyaseti sahiplenen ana muhalefet olduğu rivayet edilen partinin temsilcilerine ağızlarından düşürmedikleri demokratik ilkeleri hiçe saydırarak Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’de muhalefet üzerinde artan baskılara dikkat çeken, iktidarı muhalif politikacıları hedef alan hak ihlalleri konusunda uyaran kararına ret oyu verdiriyor.

Bu günlerde herkes yine korkulardan bahsediyor, mesela sözde ana muhalefetin HDP ile birlikte anılma korkusu, üstelik yine de HDP seçmeninden oy bekleme ikiyüzlülüğü. Mesela Suriyeli ile özdeşleşmiş göçmen korkusu. Mesela kadın korkusu. Her biri riyakarca korkular… Ama bence asıl büyük korkumuz şu devasa halının altındakilerin ortalığa saçılması. Çoğumuzun öyle ya da böyle sessiz kalmakla ortağı haline geldiği o pislik ürkütücü. O nedenle olsa gerek sorumluluk üstlenmesi gerekenler, hesap vermesi beklenenler yan çiziyor. Bir de tarihimizin derinliklerinden türetilip sürekli tedavüle sürülen ilke olmayan ilkemsiler, kavram olmayan kavramsılar var ki her devirde imdada yetişiyor. Velhasıl pisliğin işine gelen kadarını görmekte, göstermekte mahirleşmiş, kalanı için mazeret üretmekte şampiyonluğu kimselere bırakmayan bir “kalabalık” haline geldik. Toplum demiyorum, çoktan toplum olma özelliğini kaybettik zira. Hani imgesel de olsa toplum olma halini varsayabilmek için bile dip köşe bir bahar temizliği lazım. Boğulacağız yoksa. Hem de hep birlikte. Acele etmek lazım.

Kendimi yine metaforlardan, imgelerden kurtaramıyorum. Türkiye’nin halini düşündükçe bana musallat olan imgelerden biri de kaçmış bir naylon çorapla çorabı kaçan kadının o kaçık ilerlemesin diye uhu mu olur, oje mi olur, bilumum yapıştırıcı bir nesne ararken çaresizliği. Üstelik yapıştırıcı bulsa bile o kaçık yüzünden o günü berbat olmuştur orası da ayrı. Gün boyu kaçığa sürdüğü bir parça yapıştırıcının kuruduktan sonra tenine mıhlanmış halinin verdiği acı da cabası. Başladığı noktayla ulaştığı yere sürülen bir parça yapıştırıcı söküğün öyle cırrr diye ilerlemesini engeller, günü kurtarır ama artık o çoraptan insana hayır gelmez. Türkiye’nin hali daha beter; yapıştırıcı bulamıyoruz, sökük de aldı başını gidiyor. Günü kurtarmak için yaşar olduk. Bugünü de atlattık mı yeter. Yarın ne olursa olsun.

İşte ne yazık ki yüzleşemiyoruz, hesap vermiyoruz. Hesap vermeme direncimiz, korkularımızı büyütüyor. Açmazımız da bu. Yüzleşemedikçe korkuyoruz, korktukça yüzleşemiyoruz. Yüzleşmekten korktukça, kendi sorumluluğumuzu kabul etmeyip kabahati başkalarına yükledikçe suç ortaklığımız büyüyor. Oysa zamanımız yok. Durum acil. Bir an önce sorumluluk almalıyız. Bir an önce halının altına süpürülen, sessiz kaldığımız için çoğalan pislikler için bahar temizliğine başlamalıyız. Ama önce kendi hanemizde.


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.