YAZARLAR

İşte kapı! İtmek mi, yoksa çekmek mi?

Muhalefet, Türkiye’yi açmazından kurtarmak üzere seçim denilen o hayali kapının önünde durmuş, kapıyı yine hep bildiği yoldan zorlamaya çalışıyor. İttikçe itiyor, oysa hem açmazın çıkışı o kapı değil, hem de kapı ittikçe daha sıkı kapanıyor.

Ortaokuldayken, hatırlıyorum, Türkçe öğretmenimiz bir atasözü seçer, o söz hakkında bir kompozisyon yazmamızı isterdi. Bu alıştırma bana her zaman çok zor gelmişti. Atasözünün kendinde “özel” bir anlamı olduğunu, yazacağımız metinle bu anlamın gizini çözmemizin bizden istendiğini sanırdım. Ne yazarsam yazayım, atasözünün gizine sızamayacaktım. Ataların bilgeliğine benim yeni yetme aklım nasıl ersindi ki? Hep korkardım yanlış anlamış olmaktan. Yazarken suçluluk duygusuna benzer garip, tarife gelmez bir his kaplardı içimi. Çocuk zihni kutsallaştırmaya daha meyilli midir nedir, benim çocuk dünyamda da tarih ötesinden bir takım ataların, önemli şahsiyetlerin sözleri, yazıp çizdikleri kendiliğinden bir doğruluk değeri taşıyordu. Yazdığım kompozisyonlar elimde yok. Ama onların konu edindiği atasözünün hikmetini asla sorgulamadan yazıldığına da hiç kuşkum yok. Atasözüyle aktarılan değer, her ne olursa olsun, pozitif, sorgulanmaz, kerameti kendinden menkul bir şeydi çünkü. Sonraları atasözleri ile ilgili bir derleme kitap edinmiştim; atasözlerinin bazılarının ak dediğine bazılarının kara dediğini görünce atalarımızın dünyasının da çelişik, tutarsızlıklarla bezeli olduğunu anlamıştım. Atalardan hangisine inanacağını seçmen gerekiyordu!

Bunu niye yazdım? Bugün gündemin içinden mi, dışından mı geleceğini bilmeden bu yazı için bir esin ararken aklıma bir süre önce okuduğum, Wittgenstein’a ait bir söz geldi. Oruç Aruoba’nın çevirisiyle düşünürün sözü şöyle: “Bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir.” Kapısı kilitli olmayan bir odada, düşünüş biçimimizi basitçe tepetaklak etsek çıkışı bulabileceğimiz bir odada hapis olmak… Bu metaforla mutlaklaştırmanın bizi belli bir değer dünyasına, siyaset tarzına, düşünce kalıbına, duygu durumuna nasıl hapsettiğini düşündüm. Oradan ortaokul yıllarıma döndüm, atasözlerinin kapalı odasında kapana kısılmış halim aklıma geldi. Soru sormanın bile kabul edilebilir kalıplara uydurulduğu bir dünyada hapis çocuk-benle, günümüz Türkiye’sinin farklı cenahlarının halleri arasına kıstırılmış yetişkin-benin çaresizliği ne kadar da benziyordu.

Kapısı kilitli olmayan bir odada, itmek yerine çekmeyi akıl etsek çıkabileceğimiz bir odada hapis olmak… Bugünü anlatmak için bundan daha güçlü bir metafor zor bulunur. Şu politikanın haline bakın mesela. Muhalefet, Türkiye’yi açmazından kurtarmak üzere seçim denilen o hayali kapının önünde durmuş, kapıyı yine hep bildiği yoldan zorlamaya çalışıyor. İttikçe itiyor, oysa hem açmazın çıkışı o kapı değil, hem de kapı ittikçe daha sıkı kapanıyor. Oysa çözüm, belki de sanıldığından daha basit, kural olarak bellenmiş olanı ters yüz etme cesaretinde yatıyor. Mesela Türkiye’de politikacıların dilinden düşmeyen şu kırmızı çizgiler, mutlaklaşmış olmakla muhalefetin oda hapsinin gardiyanı gibi. Kapının kolunun nerede olduğunun, kapının nereye açıldığının farkına varılmaması için bekçilik ediyor o kırmızı çizgiler. Bunlardan biri “devletin bekası meselesi”. Nihayetinde devletin kalıcılığını arayan, mutlaklığı içinde anlamsızlaşmış bu ifade, o metaforik kapıyı çekip oda hapsinden kurtulmamızı da imkansızlaştırıyor. Beka ısrarı, devleti tarihselliğinden kopartan bir söylemin içine hapsediyor bizi. Oysa devletin kendisi tarihseldir, tarihin başlangıcından bu yana değişmeden var olmuş bir şey değildir. Bu basit bilgi, tek tek devletlerin de tarih dışı olamayacağını gösterir. Bildiğimiz haliyle tarih, devletlerin sürekli olmadığının kanıtıdır. Beka gözlüğüyle Kürt sorununa bakmak, Türkiye’nin Suriye’deki varlığını Kürtlerin devletin bekasının önünde bir tehdit oluşturduğu teziyle meşrulaştırmak, devleti değişmez ve dokunulmaz kılan bir anlayışın oda hapsine mahkum olmak demek. Üstelik sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kuruluş günü olduğunu bile hatırlasak, devletin tarihselliğini kabul edebilecekken, bu anlayışa saplanıp kalmakla onu var eden kurucu iradeyi de, egemenliğinin kaynağını da görünmez kılıyoruz.

Tabularla yaşıyoruz. Mutlaklarımız var. Aynı şeye bir de başka bir yerden bakılabileceğini gözden kaçırıyoruz. Bakışımız tek bir noktaya sabitleniyor. O bakışın değişmezliği hapishanemiz, önümüzdeki engel. Oysa kapısı kilitli olmayan bir odadayız, kapı içeriye doğru açılıyor. Yapmamız gereken tek şey açmak için kapıya abanmaktan vazgeçmek. Bütün tabularımız bize itmemizi söylerken, kapıyı çekip çıkmak… Sonrası özgürlük!


Nur Betül Çelik Kimdir?

Ankara’da doğdu ve yetişti. 1978’de Cebeci Kampüslü oldu, 1986 yılında asistan olarak girdiği Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesinden Barış Akademisyeni olduğu için 7 Şubat 2017 tarihli 686 no.lu KHK ile haksızca ihraç edilişine kadar da öyle kaldı. Yükseköğretim Kurulu bursuyla gittiği İngiltere Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünden, 1996 yılında, “Kemalist Hegemony: From Its Constitution to Its Dissolution” başlıklı teziyle doktora derecesini aldı. Kemalizm, hegemonya, söylem kuramları, politik ontoloji alanlarında makaleleri, İdeolojinin Soykütüğü I: Marx ve İdeoloji başlıklı bir kitabı var. Ayrıca Ernesto Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine başlıklı kitabını çevirdi. Metodoloji, bilim felsefesi, postyapısalcılık, ideoloji kuramları, söylem kuramları, siyasal düşünce alanlarında çok sayıda ders verdi. İhraç sonrasında ADA (Ankara Dayanışma Akademisi) Kitaplığı bünyesinde iki arkadaşıyla birlikte Türkiye Siyasetinde Popülizmin İzini Sürmek başlıklı bir kitap çalışmasının hazırlıklarını sürdürüyor.