
Recep İvedik olmak!
Tam önümde yürüyorlardı. Üç genç adamdılar. İkisi yirmilerine yakın, üçüncüsü lise çağında gibi görünüyordu. Görünmez sınırları aşmış da oraya gelmişçesine iğreti duruyorlardı şehrin en akışkan bulvarında. Kılık-kıyafetleri, saç tıraşları, jest ve mimikleri, jargonları başkaydı. Gürültücü tavırları da bunlara eklenince bir podyumda yürüyorlarmışcasına gözleriyle takip ediyordu onları kalabalık. Bunun farkındaydılar çünkü böyle olsun istiyorlardı, o belliydi. Bulvar boyunca peş peşe yürüdük. Her adımda etrafları biraz daha boşaldı. Bunun da farkındaydılar, hoşlarına gidiyor gibiydi hatta böyle olması. Afraları tafraları, sözleri, jestleri ile işaretini verdikleri potansiyel saldırganlıklarının karşılık bulduğunu, tedirginlik yarattığını görüyor olmalıydılar. Bazen içlerinden birisi sakince yürüyen bir genç kadının önüne pat diye atlayarak bulvar üzerindeki ışıltılı mağazalardan birinin vitrinine doğru ani bir hamle yapıyor, orada gördükleriyle ilgili yorumlarını, yüksek sesle ve galiz küfürler eşliğinde uzakta kalan arkadaşlarına iletiyordu. Arada birbirlerinin ensesine bir tokat patlatarak yahut birbirlerini dirsekleyerek, omzuna bir yumruk atarak sürdürüyorlardı kendi aralarındaki sohbeti. Biri uzun bir zinciri, etraflarındaki boşluğu daha da genişletecek biçimde biteviye çeviriyordu. Bir diğeri durup dururken popüler bir şarkıdan nağmeler patlatıyordu. Birkaç adım sonra hızla akan trafiğin içine kendilerini atıp çığlık çığlığa, izleyenlerin yüreklerini ağızlarına getirerek karşı kaldırıma geçiyor, aynı yolla rotalarına geri dönüyorlardı. Bu uzunca ve tedirgin takip hali, onlar kendilerini itiş kakış, uzak semtlerden birine sefer yapan bir halk otobüsüne atıncaya kadar sürdü.
***
Oğlumun çocukluktan ergenliğe geçişi süresince Recep İvedik serisine, onun ısrarı ile maruz kaldığım çok oldu. İvedik, İstanbul’a yamanmış gibi duran yoksul bir semtte yaşayan, işsiz-güçsüz, hoyrat bir delikanlıdır. İstanbul’da öyle semtler vardır ki, oradan hiç çıkmadan hayatınızı sürdürmek zorunda kalabilirsiniz. İstanbul’da yaşıyorum demenin çok da inandırıcı olmadığı birer yaşam alanıdır o semtler. Çoğunluğu aynı şehirden göç etmiş, bir kısmı akraba sakinleri umarsızca işten eve, evden işe mekik dokurlar. Aynı anda hem uykulu hem de telaşlı olmayı becerebilirler. Kurnaz bir siyasetçinin vaadine en çok onların kapılacağını, bir kriz anında da en ağır kaybı onların yaşayacağını düşünürsünüz biraz da büyüklenerek. Şehir büyüdükçe onlar iyice büzüşür, dışarıda kalırlar.
Recep İvedik işte böyle bir mahallenin bebesidir. O mahalle içinde kaybedenin de kaybedenidir. Meteliksizliği, çirkinliği, heybetli bedeni, rüküşlüğü, pasaklılığı, yol-yordam bilmezliği ona daha baştan kaybettirmiştir. Bütün bunların karşılığı onda hoyratlık olarak tezahür eder. Kendine bir alan açmak ister. Bunu yapabilmek için de sosyal olarak dışlanmasına sebep olan tüm özelliklerini, dezavantajlarını avantaja, silaha dönüştürmeye girişir. Kendisini çirkin, kaba, hoyrat, görgüsüz bulanlara, bunların altını daha fazla çizerek mukabele eder. Kendisinden iğrenildiğini hissettiği anda koca bir balgamı muhatabının ayaklarının dibine fırlatır; kendisinden korkulduğunu hissettiği anda kollarını iki yana açıp geniş göğsünü daha da belirginleştirerek muhatabının üzerine yürür; gürültücü ve kaba olduğundan şikayet edildiği durumlarda daha yüksek sesle konuşur, etrafındaki her şeyi kırıp dökerek, önüne çıkanları iterek dolaşır. Sinmeyi, utanmayı reddeder. Sıkıştırılmaya çalışıldığı kaptan taşar. “Medeni” topluluğun dışına itildiğinin farkındadır. Ama fazla uzağa gitmeye niyeti yoktur.
İvedik’in ve benzerlerinin, bir zamandır sosyal medyada “çomar” olarak isimlendirilen tiple birçok ortak noktası vardır. Ekşi Sözlük’te sayısız özelliğiyle tariflenen çomar, şark kurnazı, beleşçi, takiyyeci bir tiptir. AKP iktidarı döneminde palazlanmış bir figür olarak kabul edilir. Bu tip, alamet-i farikası olan Doblo’nun arka camına tuğra yapıştıran, düğünde, asker uğurlamasında silah sıkan, yürüyen merdivenin ortasında dikilen, otobüste dizlerini önündekinin sırtına dayayan, ‘merhaba’ya selamünaleyküm diyerek karşılık veren, memleketçilik ve otoban kenarında piknik yapan biridir.
Başta bahsettiğim ve rahatlıkla acımasız çomar tarifine uydurulabilecek genç adamları izler ve gözlerken onları uzak bir semtten buraya getirenin ne olduğu üzerine düşündüm hep. Aklıma gelen Recep İvedik ve onu şehrin ışıltılı merkezine yönelten saikler oldu. Eğlenmek, kalabalığa karışmak niyeti taşıyorlardı muhtemelen her genç insan gibi. Ama kültürel ve fiziksel özellikleri onları bir gerilim filminin aktörlerine, aralarına karışmak istedikleri kalabalığı da endişeli izleyicilere dönüştürmüştü. Bunu fark etmemeleri mümkün değildi. Ama avantaja çevirmeleri mümkündü. Kendini kentin sahibi olarak gören kalabalığın arasında kendine yer açmanın tek yolu buysa onlar için, bu yoldan yürüyorlardı. Onları içe kapanmak yerine taşmaya yönelten, mevcut iktidarın hedef kitlesine dahil olmak, vatanperver, gözünü budaktan esirgemez, mukaddesatçı bir gençlik ideali olarak revaç bulmaktı belki. Başka semtlerin, alt kültürlerin, hoyrat bir dünyanın, eril şiddetin kol gezdiği, delikanlılığın, kadınlar için dahi en büyük zenginlik ve güç sayıldığı bir alemin insanı olmaktı. Hanım evladı, cadde çocuğu, yoz, anarşist veya korkak olmamaktı.
***
Dışlanan ya içine gömülür ya dışarıya patlar. Dışarıya patlayan en zayıf, en uyumsuz, en ürkütücü görülen özellikleriyle kusar kendini. Bundan acı bir lezzet duyar gibidir. Bir çeşit intikam hissidir bu. Yoksulun zenginlerin dünyasında, kaybedenin kazananlar arasında görünür olabilmesinin en kestirme yollarından biri rahatsızlık yaratmak, korkutmak, iğrendirmektir. Ne ile ve nasıl tarif ediliyorsa daha fazla o olmak, bir tür cezaya dönüşmektir.
Çağatay Akman’ın melodisinin çalıntı olduğu iddia edilen Gece Gölgenin Rahatına Bak şarkısı sosyal medya sayesinde çok popüler olmuştu. “Sessizce hapşırmaya çalışan erkek ibnedir” gibi ajitatif ve nefret söylemine haiz tweetler atan Akman’ın başta bahsettiğim çocuklar gibi rahatsızlık vererek görünür olmaya çalıştığı açık. Öte yandan, şarkının sözleri Akman’ın doğup büyüdüğü Zeytinburnu gibi, şehrin göbeğinde olup şehrin kalbine oldukça uzak düşen bir semtin çocuklarına neler hissettirdiğini iyi anlatıyor:
Gece gölgenin rahatına bak bi de dön kaderimin bahtına yar,
Seni düşlerin anlayacak ta dön memleketin haline bak.
Aldı dünya çantasını gidiyor bıraktı bize fazlasını,
Dönüp bakmaz arkasına bi de gel tat kalbimin bombasını.
Adaleti koyduk ortasına, dön dedi döndük voltasına,
Fakirin paradan haberi yok ama zenginin meyvesini koy votkasına.
Hadi gönlümü vurdun da söyle kim kimin umrunda!
Yılan yatıyo koynunda bi öpücük kondur boynunda.
Yakın bir tarihte Balat’ta dolaşırken, genç erkeklerin doluştuğu bir Şahin acı bir frenle yanımda durdu. Pencereden kafasını çıkaran şoför Çukur dizisinin orada çekilip çekilmediğini, çekiliyorsa setin nerede olduğunu sordu. Sorularını cevaplayamadım ama kim bilir nereden küçük bir otomobile doluşup, sokaklarında yerli ve yabancı turistlerin foto safariye çıktıkları Balat’a gelen bu genç adamlar, kendilerine benzeyen delikanlıların, öykündükleri bir erkeklik modelinin popülaritesinin peşine düşmüşlerdi. Gazlayıp giderlerken arkalarından bakıp çomarın çok bilinmeyen sözlük anlamlarından birini düşündüm: Yara üstündeki kabuk. Bu sert görünümlü, canı pek delikanlılar kabuk bağlayan ama iyileşemeyen bir yara gibi yaşıyorlardı. Onların yaralarını göstermeye, kimsenin de o yarayı görmeye niyeti yoktu.
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Kaldırım taşı mı, kreş mi: Kadınlar belediyelerden ne bekler?
Önümüzdeki yerel seçime doğru, yalnızca kaldırımlarında tökezlemeden yürüyeceğimiz değil, eğri büğrü de olsa sokaklarında özgürce dolaşabileceğimiz, kaderi hakkında söz sahibi olabileceğimiz, bizi güçlendirecek kadın dostu kentler talep etmeliyiz.
İsimsiz Muhreçler Sözlüğü
Edebiyat: Durup ince şeyler düşünmeye vakit vardı artık. En incelikli olan da edebiyattı. Sınav kağıtları, makaleler, sunumlar arasında sıranın kendilerine gelmesini sabırla bekledi romanlar, öyküler, şiirler. Güzel metinler, iyi yazarlar okuyan daha iyi yazdı. “Dışarıya” iş yapmaya alıştı.
Başkalarının 'kir'iyle aklanmak
Kadınları eleştirmenin, ahlaka davet etmenin, aşağılamanın kitlesel onay gören, mevcut iktidarın da özenle köpürttüğü eril şiddet ve kadın düşmanlığını besleyen bir edim olduğu bir toplumda kutsal aileye, annelik, eşlik, evlatlık sorumluluklarına ihanet ettiklerini iddia ettikleri kadınlar; tacizi, sömürüyü ifşa eden kadınlar hedef alınıyor sık sık.
Akademide yeni bir 'MeToo' hareketi olabilir mi?
Eril şiddetin, vatanperverlik ve milli duygu şahlanışına da bağlanarak meşrulaştırıldığı, partizan hoca ve öğrenci topluluklarının kampüslerde hegemonya kurdukları, kantinlerde kurtarılmış bölgeler ilan ettikleri ve bütün bunların üniversite yönetimleri tarafından görmezden gelindiği ve hatta çanak tutulduğu bir ortamda bunlardan uzak durmaya çalışan herkes, ama özellikle de genç kadın akademisyenler her türlü şiddete açık hale gelirler.
Attila İlhan’ın replikleri
İlhan’ın senaryoları birer sosyal tarih anlatısı gibiydi aynı zamanda. Sola, Kemalizm’e, edebiyata, sekse, Batı'ya dair fikirlerini, ailelerin, kişilerin ve nihayet tüm bir toplumun hikayelerine ulayarak anlatıyordu izleyiciye.
Hafif kadınlar
Hafif kadın özgürdü, bu yüzden korkuyla beraber öfkenin, hatta nefretin hedefi oluyordu. Baştan çıkarıcıydı. Hem başka kadınları, hem de başkalarının erkeklerini ayartacağına inanılıyordu. Özgüveni, başına buyrukluğu ve toksözlülüğü erkeklik kibrini, eril iktidarın düzenini sarsıyordu.
Kitap kolilerinin esrarı ve booktuber’lar
İstisnalar bir tarafa bırakılırsa, genellikle kurmaca ve kolay okunan metinlere odaklanan kitap vlogları okuma pratiğini yeniden cazip hale getirmek yerine, kitabı herhangi bir tüketim nesnesi gibi satın alma eğilimindeki ve kitap kulelerini alelusûl eritme çabasındaki rekabetçi okur türünün çorak toprağında pıtrak gibi çoğalıyorlar.
Bir tuhaflıklar fabrikası olarak üniversite
Akademide unvan, hiyerarşi akademik çalışmadan önce gelir. Unvanı zorlukla elde eden zorlukla elde ettiği için, kolaylıkla edinen de çok da çaba harcamadan kayırılmaya ve saygı görmeye alıştığı için mevzisini canı pahasına savunur. İdari görev, asistan seçimi, danışmanlık sayısı, ders ve hatta oda dağılımı mevzi savaşlarına dahildir.
Yeni gelin sunumu
Bu formatın bu kadar yaygınlaşmasının bir sebebi, mevcut iktidarın aile, beden ve cinsiyet politikalarına uygun düşmesi gibi görünüyor. Aile ve evlilik kurumunu yücelten, domestik faaliyetlere itibar kazandırmanın ötesine geçip, onu cilalayıp kutsayarak kadının üzerine yıkılmasını meşrulaştıran, tek eşliliği, büyüklere saygıyı, geniş aileyi olumlayan bir format bu.
Dicle ve tanışmadığım diğer arkadaşlarım
Yaşadığımız ve kaderimizi belirleyen coğrafyada hayat o kadar ağırdı ki, ona yakından bakan iflah olamıyordu. Dicle de dışlananların, ayrımcılığa ve şiddete uğrayanların, görünmez kılınmaya çalışanların hikâyelerinin peşinde geçirdiği kısa ama hakkını vererek yaşadığı bu dünyada hayata yakından bakmayı tercih etmişti.
Geleceği arşivde bulmak
Arşiv taramanın en çarpıcı yanı budur işte: Sizin yaşadıklarınızı sizden öncekiler de yaşamıştır. Hem de defalarca. Tüm bir insanlık tarihi budalalıklar, aldanışlar, mücadeleler, yenilgiler, zaferler, günahlar ve sevaplarla önünüze serilir.
Sürgün ile muhreç
Baydar’ın dediği gibi: “Geri döndüğünde hiçbir şey bıraktığın gibi değildir. Her şeye rağmen doğup büyüdüğün topraklara dönmek istersin. Hele belli bir yaşın üstündeysen yabancı bir kültür seni içine almaz.” Sürgün için de, muhreç için de geçen uzun yıllar bir yabancılaşma süreci olacaktır. Sistem, kurumlar, makamlar, mevkiler, onları işgal eden eşkâller değişir. Bıraktığın yerden devam edemezsin.
Reşad Ekrem Koçu: Yaşamı yazıdan çalmak
Eserlerindeki olumsuz yanları ayıklayarak bakıldığında Reşad Ekrem Koçu’nun yazdıkları tarihçilerin, sosyal tarihçilerin, sosyal antropologların, kültür tarihçilerinin, sosyologların, sanatla uğraşanların temel kaynakları olabilecek metinlerdir. Bir şehrin, hatta ihtiyar dünyanın hafızasıdır o.
Bizi bul Didar Abla!
Didar Abla’nın son nefesini verirken kendini kollarına güvenle bıraktığı o büyük aile, birkaç gün önce de, babasının katiliyle birlikte binlerce insanın katillerinden hesap soran, barışsever bir çocuğu polis şiddetinden korumayı, sarıp sarmalamayı başardı.
Eve dönen erkek
Eve dönen erkek çoğunlukla, eğer evi fethetme planları yapmıyorsa, kendini ev çeperindeki mekânlarda, kahvehanelerde, esnafın arasında, camilerde ve benzer dini örgütlerin çekim alanında buluyor çarçabuk. Kamusal alanda kaybedilen itibarı, özel alanda veya sosyal ağların içinde yeniden tesis etme çabası ve bitmeyen iktidar arayışı bu.
Küçük şeylerin tanrıçası
Annemizi yurt edinmeye yeltendiğimizde bu küçük işleri yapanın dünyayı boynuzlarında taşıyan öküz olduğunu da fark ettik. Oklavaya, saksıdaki fesleğene, uyuyan sütün yoğurda uyanışına sevdalanırken, evin kendi inşa ettiğimiz manasına sevdalanıyorduk aslında. Ona itibarını iade ediyorduk. Bu bağlılığın bizi annelerimiz gibi köleleştirebileceğini de gördük ama aldırmadık. Baş ederiz, dedik.
Solgun demokrat
Solgun demokrat o kadar kendinden emin, sahip olduğu dar kapsamlı ve tek tip bilgi ve değerler setiyle öyle mesttir ki, muhatabının söylediğini dinlemez, dinlediğinde ise ya kendi düşüncelerini tahkim eden pekiştirici kanıtlar ya da cahilce lakırdılar olarak kaydeder zihnine.
Eylül ile Leyla’yı kim öldürdü?
Laf atmayı taciz değil, flörtleşme ve beğeni göstergesi sayan; “Boşuna çırpınma senin de hoşuna gidecek” diyen tecavüzcü Coşkun’a, Nuri Alço’ya kahkahalarla gülen ve tecavüz fiilini önleyecek bir toplumsal kültürün inşasına katkıda bulunmak yerine, mütecavizi benzer yöntemlerle cezalandırma fantezileri kuran ve bu alanda çalışan sivil toplum örgütlerinin kapanmasına ses etmeyen bir toplumun mensupları olarak hep birlikte sorumluyuz.
Seçmen manzaraları: Acemiler, devşirmeler, deliler, kapıkulları
“Cahiller”den illallah eden “Çankaya teyzesi”, İYİ Parti’ye nakletmiş, iyi niyetli sağcı, kaybederse cinnet geçirecek ulusalcı abi, paranoyanın hayatını belirlediği muhalif, bir partiye sempati duyup diğerine oy verecek olan vatandaş, partisini eleştiren ama konforunu bozmaya niyeti olmayan seçmen...
Yaz çocukluğu/çocukluk yazı
Velayet-vesayet altında geçtiğini sandığımız ama bir türlü geçemeyen çocukluk ve ergenliğimizin yazları nasıldı diye düşündüm. Tabii ki farklı sınıflardan ve kültürlerden gelen çocuklar için farklıydı yaz tatilleri. Ama ortak özellik, çocuğun yazı nasıl geçireceğine çoğunlukla ailelerin karar vermesiydi...
Bizi büyüten kitaplar
80’li yıllarda çocuk olmuş herkes hatırlayacaktır: Yazıhanelerin kitaplıklarında, okul kütüphanelerinde ama en çok da evlerin salonlarındaki camlı dolaplarda yan yana dizili ansiklopediler Batı merkezli bilim anlayışının, genel kültürün, her şeyden biraz haberdar bir nesil yetiştirme tahayyülünün simgesi idiler. Ve tabii internetin, internet arama motorlarının olmadığı çağda bilgi edinmenin yoluydular.
Yürüyen merdivenle çocukluğa yolculuk
Biz çocuklar her bohça alışverişini coşkuyla karşılardık. Çünkü Anafartalar’da yürüyen merdiven vardı. Bu merdiven daha faaliyete geçtiği anda cazibe odağı olduğu için Yürüyen Merdiven olarak anılırdı çarşı. Şehrin ikinci ama en rağbet gören yürüyen merdiveniydi buradaki. Öyle ki, şehir dışından yatılı misafirlerimiz geldiğinde turistik gezi kabilinden merdiven inip çıkmaya götürürdük onları.
Alişan ile Meral
Çoktandır hayıflanarak izlediğimiz üzre, ünlüler siyasetçilerle ilişkilerini şov dünyasındaki kariyerlerini sağlamlaştırmak, hayranlarının sayısını arttırmak, daha görünür olmak için kullanmakla yetinmiyorlar. Kendileri ve yakınlarının ticari faaliyetlerini arttırıp sağlamlaştıracak bir hamle gibi de bakıyorlar.
Zehirli sarmaşık: Merve Aksak
Merve bu alemin en varlıklısı, en kudretlisi ve en kötüsü. Muhkem bir kale gibi olan lüks villasında yaşıyor. İdealize edilene uygun bir aile hayatına, yakışıklı ve kariyer sahibi bir kocaya, güzel ve prensesler gibi yetiştirilen bir kız çocuğuna, bir de yabancı uyruklu hizmetçiye sahip. Onun kariyeri ise bu aileyi, bu yaşam tarzını ebed müddet ayakta tutmak ve düşmanlarının zehirli sarmaşığa dolanıp boğulmalarını sağlamak.
Benim kadınım ve başkalarınınkiler
Karısının sadakatsizliğinin bedeli yüklü bir köftehor vergisi olan erkeklik mirası çoğunlukla, sahip olduğunu düşündüğü kadını "yengeniz olur" diyerek başka gözlerden sakınırken, geleneksel kadın kimliğine sığdıramadıklarını "müsait kadın" kategorisine yerleştirmek için meşru bir zemin de yaratıyor.
Genelevin enkazında kimler kaldı?
Fuhuşu temsil eden yapı yıkılınca, fuhuş ortadan kalkmış gibi davranılıyor. Yıkılan yapının enkazı altında kalan yüzlerce hayat ikiyüzlü cinsiyet politikalarının ve illegal fuhuş sektörünün kurbanı oysa. Arzu haritasının sınırları muğlaklaştıkça, bu kadınların uğradıkları eril şiddet çeşitleniyor, hükmü ağırlaşıyor.
'Hemşerim, memleket nere?'
Hemşehricilik, memleketçilik bizim kültürümüzde kayırmacı ilişkiler ağının örülmesinde her zaman belirleyici olmuştu. İşe girerken, evlenirken, alışveriş yaparken, komşuluk, arkadaşlık ilişkisi geliştirirken de kayda değer bir ağırlığı vardı. Çocukluğumda taşra irisi bir şehir olan Ankara'da, ahbaplık ettiğimiz, alışveriş yaptığımız ve torpil vs. gerektiğinde kapısını aşındırdığımız insanlar hep hemşehrilerimiz olurdu.
Kitap kulelerinin esrarı ve Tsundoku
Tsundoku sözünü son zamanlarda çok duyar olduk. Okumadığı/okumayacağı halde kitap satın alma hastalığı gibi bir duruma işaret ediyor mealen. Ama Tsundoku meselesine başka bir taraftan da bakalım. Kitaplarla çevrelenmiş bir mekansal düzende yaşamaktan keyif almak yabana atılası bir şey değil. Bundan sonra hiç kitap satın almasa, ölene kadar okuyup bitiremeyeceği kadar kitabı olan birçok insan var.
Su(s) küçüğün
Her fırsatta genç nüfus oranının Batı'ya göre çok yüksek olmasıyla övünülen memleketimizde, çocuklar ve gençlere cesaret, söz hakkı vermek, fikir beyan etmeye teşvik etmek konusunda pek nekes davranılıyordu. Yaşlılara, daha doğrusu bizden büyük olan herkese çok saygılı davranmamız, sözlerinin üstüne söz sarf etmememiz gerektiği öğretiliyordu hem okullarda, hem evlerde. Cinsiyet ayrımı gözetmeden "abilik kültürü" diyebileceğim bir kültürdü bu.
Acı eşiği
Yıllardır bu acı eşiği meselesi üzerine düşünürüm. Acıya dayanıklılığımı bir zafer karinesi gibi tenimde taşıyor olmam gerçekten fizyolojik olarak bu melekeye sahip olmamın haklı gururu ve avantajı mı, yoksa hiç de sağaltıcı olmayan kültürel ve sınıfsal bir dayatma mı?
Umut hakkı
Umut hakkı ile tanıştığım yazıda bir yükümlülük ile de tanıştım: devletin, vatandaşlarının vücut bütünlüğünden sorumlu olması. Devletin vatandaşını koruması gerektiğini herkes iyi kötü bilir. Ama bunu şık bir terim olarak karışınızda görünce, korunmanın “vücut bütünlüğünün sağlanması” anlamına geldiğini idrak edince – ruh sağlığı da dahil – son yıllarda ne kadar kırılgan ve korunmasız olduğunuzu bir kez daha fark ediyorsunuz.
Sıkıntı yok!
Sıkıntı öyle bir karabasan ki, muhatabını onun olmadığına biteviye ikna etmek gerekiyor. O sebeple de habire "sıkıntı yok" deniyor. "Siparişi bu akşama kadar teslim edebilir misiniz?" sorusuna da, "Ekonominin gidişatı nasıl?" sorusuna da "sıkıntı yok" diye cevap veren bir ırkın ahfadıyız.
Peki şimdi ne yapıyorsun?
İhraç edilmemin üzerinden aylar, neredeyse bir yıl geçmesine rağmen hâlâ ve de zaman ilerledikçe ağırlaşan bir soruyla karşılaşıyorum: "Peki şimdi n'apıyorsun?" Bazen bir eski öğrenci oluyor soruyu soran, bazen çoktandır görüşmediğim bir arkadaşım, bir aile dostu, bir komşu, en çok da karşılaştığımızda hal-hatır sormaya mecbur kalan, muhtemelen yaptıklarımızı onaylamayan gönülsüz meslektaşlar...
Çocuğunu öldüren babalar
Son bir ay içinde medyada art arda çocuklarını öldüren babalara dair haberler okuduk. Bu babaların, biri hariç ortak özellikleri eşlerine şiddet uygulayan kişiler olmaları ve çocuklarını da eşlerini cezalandırmak için öldürmüş olduklarını düşündüren ifadeler vermeleriydi. Bu adamlar, kadınların canını en fazla yakacak şeyin evlatlarını kaybetmek olacağını biliyorlardı.
Özcan Deniz ve vahşi cazibesi
İstanbullu Gelin, Reşat Nuri'nin Bir Kadın Düşmanı romanını çağrıştırdı bana bir tarafıyla. Medeniyetten kopup taşraya, geleneğin, ataerkinin ve muhafazakarlığın hükmündeki cemaat türü ilişkilerin içine düşen bir "beyaz kadın". Ve o kadını, özgür ruhuna, hayallerine rağmen kendinden ödün vermeye mecbur eden, vahşi cazibesiyle baştan çıkaran, aşka küsmüş eşraftan bir erkek, bir tür Homongolos...
Hepimiz aynı şehirde mi yaşıyoruz yoksa?
Hepsi estetik operasyonlarla birbirine benzetilmiş, yıldız olmuş zamane şehirlerine karşı, çarpık çurpuk, kusurlu, eski ama şahsiyetli karakter oyuncularını tanımak, anlatacaklarını dinlemek çok kıymetli. Şehrinizi tanısanız, belki seversiniz...
Açık oturan adamlar
Kendisine ihtiyaç ve dolayısıyla eskisi kadar saygı da duyulmayan, açık mekandan kapalıya geçiş yapan, sözünün hükmü azalan erkek ya yenilgiyi kabul edip içine kapanacaktı ya da lokal, kahvehane, dernek, cami önü ve esnaf toplaşmalarıyla bu yenilginin bir ölçüde üstesinden gelmeye çalışacaktı geri kalan ömründe.
Küçük Kadınlar'ın Jo'su olmak
Çok güzel ve zarif sınıf arkadaşlarımız, güzelliklerinin kefaretini öder gibi erkenden evlenip kamusal hayattan ellerini eteklerini çekiyorlarken başlardı bizim hikâyemiz. Tıpkı Jo'nunki gibi.
Apartman çocuğu
Bizim zamanımızda çocuklar sokakta oynardı. Şimdi sokakta olan çocuklar, mecburiyetten oradalar.
'Zeki Müren çocuk düşürdü!'
Aaaa! Zeki Müren kadın mıymış? Evet, erkek gibi değildi tam olarak. O saçlar, uzun ve ojeli tırnaklar, apartman topuk ayakkabılar, pullu payetli tunikler, hatta kısa elbiseler... Ama kadın da denemezdi kendisine o yaştaki bana göre. Gazete bayimiz boyalı bıyıklı, yılışık ve sevimsiz Halil Abi'nin kartal bakışlarına aldırmadan parmaklarımın ucunda yükselerek bakmaya çalıştım oldukça yukarıda bir yerde asılı gazeteye.
Mozaikler dağılırken Antakya
Antakya'nın kardeşlik ruhunu ve uyumunu temsil eden mekansal göstergeler, şehrin alamet-i farikasıydı. Şehrin siluetine hakim olan minareler, çan kuleleri, haçlar, Davut yıldızları bu mozaiğin mütemmim cüzleri olarak çıktı karşımıza. Birbirini kırmadan, birbirinin adetlerine, geleneklerine, inançlarına saygı duyarak yaşayan, yaşam alanlarını ihlal etmeyen cemaatlerin hikayesiydi anlatılagelen. Bu hikayede doğruluk payı olduğunu inkar etmek mümkün değil. Ama her şey de o kadar toz pembe olmamış hiç. Bugün ise durum daha vahim.
Şarkı söyleyen şehir
"Ne buluyorsunuz bu soğuk yüzlü şehirde?" diye soran, çoğu İstanbullu muhataplarımızın alaycı ve küçümseyici tavırlarına inat, Ankara'yı sıkletine denk olmayan şehirlerle yarıştırmayı reddederek çıkıyor Solfasol.
Göçün kadınlaşması ve Emani
Yabancı kadına duyulan arzu, bilinmeze ama en çok da ötekinin sahip olduğuna duyulan arzudur. Boşuna "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür" dememişler. Emani örneğinde ise mülteci olma halleri, yoksullukları, kimsesizlikleri Emani'yi ve kocasını daha kırılgan, baş edilebilir ve daha baştan mağlup kılıyordu. Suriyeli mülteci kadınların Türkiye'de kuma olarak, genellikle kendilerinden yaşlı, maddi durumları görece iyi erkeklerle birlikte yaşamaları artık kanıksanmış bir durumdu üstelik. Dolayısıyla katil, Emani'nin kocasından karısını istemekte beis görmüyordu.
Yılanın çatal dilinden: Soğuk Ve Temiz
Melike Uzun: "Kadın soyun, ailenin, devletin, insan türünün devamı ve bekası için verilen bir kurbandır"
Ölünün arkasından konuşmak
Cami avlusunda imamın cemaate sorduğu soruya, cemaatin uyumunu bozarak, "kötü bilirdik", "huysuz bilirdik", "acımasız bilirdik" diye karşılık vermenin cesaretiyle, ayıplanmayı göze alarak hesaplaşmalıyız ölülerle. Hem kendi ölülerimizle, hem de tarihte iz bırakmış birer kamusal figür olan, "hayatı roman" olan ölülerle.
Kağıt kesiği
Attila Şenkon: "Ne yazık ki, tarih şeridinin bu diliminde, böyle bir coğrafyada yaşamak düşmüş payımıza."
Apaçi Gızlar
Ankara'nın neresi olduğu belirsiz kenar mahallesinde geçiyor oyun. Size hiç benzemeyen, dört genç kadın ve bir biyolojik erkeğin yaşadıkları mahalle burası. Kendisine Döndü denmesini isteyen, "karı gibi" olduğu için mahallenin abilerinden dayak yiyen bir erkek ama o. Anladınız, cinsel kimlikler ve yönelimleri de sorgulamamızı istiyor Apaçi Gızlar.
Kentsiz kadınlar
Özgürlük arayışında, sokağa ne amaçla, ne zaman, nasıl çıktığımız, orada neler yaptığımız ve bu hareketliliği kimlerin, nelerin belirlediği can alıcı sorular olarak karşımıza çıkar. Sokak, mutlak bir özgürlük alanı değildir.
Dikizleme kültürü ve vloglar
Blog/vlogların en popülerleri, ergen ve genç kategorisindeki blogger/vlogger'ların hazırladıkları sanal günlükler. Genç kuşağın güncel ilgileri, jargonu, tüketim tercihleri, moda, estetik, arzular ve hayal kırıklıkları, aile ve sosyal çevreyle ilişkiler, aşk... Hasılı neoliberal düzenin yükselen değeri olan birçok şey bu mecranın içeriğini oluşturuyor.
Sandık lekesi
Kırk Haramiler'in hazinelerle dolu mağarasının içi gibi görünen çeyiz sandıkları, aslında bizi biz yapan kadınların hüzünleri, kahkahaları ve hayalleriyle dolu değil mi? Bu hayallerin kırılan parçaları ara sıra içimize batmıyor mu?
Okulumun duvarı sana kalıyor
Herkesin bir duvarı, hatta duvarları var. Sizi içeride tutan, bazen hapseden; bazen dışarının yorucu, yıpratıcı dinamiğinden koruyan... Yahut aşarak özgürleşmeyi vaad eden bir duvar. Belki de başkalarıyla paylaştığınız, sizi bir cemaat yapan, benliğinizin temelini, düşüncelerinizin sınırlarını inşa eden bir duvar.