YAZARLAR

Bugünün yıldızları yakında sönecek

Bugün, kendini başkalarından güçlü sayan ve kuralsızlık ormanında yaşarsak kârlı çıkacağını öngören öngörüsüz ve beyinsiz “eski tayfa”, yakın geleceği yakın geçmişin şartlarıyla düşünüyor, egemenlik, kudret, iktidar, hattâ zenginlik, tatmin vs. kavramların içeriğinin birden nasıl hızla değişivereceğini aklından ucundan geçirmiyor.

Dünya ölçeğinde yükselen dalga, denetim ve baskı altında toplumlar, muhalefetsiz, direnişsiz devlet-toplum ilişkisi, dediğim dedik, astığı astık, kestiği kestik hükümdarlardan meydana gelen bir tür yeni faşizm. Hepsi birbirini çok andıran otokratlar, birbirlerini taklit edercesine işler yapıyor, ülkelerini bu yeni faşizme sürüklüyorlar. (Haydi biz faşizm değil de yeni otokrasi diyelim, solcularla aynı kavramları ağızlarına alırlarsa vatana ihanet etmiş ve günaha girmiş sayılacaklarından endişe duyanlarla da konuşabilelim.)

Faşizan yeni otokrasiler… hay Allah!.. Bu yeni rejimlerin bariz ortak özelliklerinin başında, ülkeyi dünyanın geri kalanından soyutlama çabası var. Zamane Ruhu’na uygun şekilde, bu rejimleri kurmaya çalışanların varlık koşullarından biri olan ikiyüzlülük burada soluk alıp vermeye başlıyor. Çünkü artık hiçbir ülke dünyanın geri kalanından soyutlanamaz. Bugün için “fantaazi” gibi görünen ama aslında gerçekleşmeye başlamış süreç, yani zengin-imtiyazlı ve bu imtiyazlarını bugünün dezavantajlı-yoksul-yoksunlarının sırtından elde etmiş olanların kendilerini öbürlerinden soyutlama girişimleri, bu tespitin yanlış olduğunu göstermiyor. Aksine. Zengin beyaz ABD’li, eğer imtiyazlı yaşantısını sürdürmek istiyorsa, “dışarıdan” geleceklere engel olmanın uluslararası mekanizmalarını yaratmakla uğraşacak. Meksika sınırına duvar çekmek, dışarıdan birilerinin mütemadiyen aşmaya çalışacağı bir duvarın içeride ciddî meseleniz olması demek. Afrika’dan, ölüm-kalım mücadelesi yaparak kuzeye akan insan seli, kara sınırlarına öldürücü şiddette elektrik verilmiş jilet teller çekecek, kıyılarına savaş gemileri dizecek Avrupalının sürekli ve yapısal sorunu olarak varlığını sürdürecek.

Mutlakçı bir gözetim-denetim ve ayıklama-eleme rejimini güvence altına almanın bilinen -çünkü insanlık tarihince sınanmış-, en sağlam yolu, sırf zorbalığı çeşitlendirmek değil, yöneteceğiniz toplumu zorbalığınıza gönüllü katılır hale getirmek. Bunun için ihtiyaç duyulan ilk motif dış düşman, ikincisi -ve olmazsa olmazı- iç düşman. Bütün bu şartları yerine getirmenin en büyük ve kullanışlı aracıysa milliyetçilik. Hele dinle desteklendiğinde milliyetçilik, mutlak iktidar isteyen her otokratın rüyasıdır. Toplumu milliyetçilik zamkıyla birbirine bulanıp yapışmış bir kütle haline getirebilen ve yakın hedeflere sevk edebilen hükümdara karada ölüm yok gözükür. Tek sorun, dozu mütemadiyen artırmazsanız bu mekanizmanın teklemesi ve size karşı çalışmaya başlaması. Bu yüzden de zaman içinde hedefler ve gereken seferberlik kapasitesi uçuklaşır, bünye kendini patlatarak imha eder. Bu infilak esnasında fitil genellikle başkalarınca ateşlense de, netice, gerçekte bünyenin kendini patlatma aşamasına geldiğinin kanıtıdır. Buzla kaplı Rusya steplerine fazla dalmayıp, Halep’e, Şam’a… hayır, konumuza dönelim:

HÜCRELER VE BÜNYE

Dünyada yükselen eğilim yeni otokrasiler; bunları orada burada kurmaya çalışanların ilk elde yapması gereken de, ülkenin dışarıyla ilişkisini kesmek. Bunun için başvurulan en tesirli silah -kimi yerde dinle destekli- milliyetçi seferberlik. Hedeflenen rejimler, bir kurucu ilke olarak otokratın mutlak iktidarının farklı söylenişinden başka şey olmayan kuralsızlık-kurumsuzluğu benimsiyor.

Tek tek bu tür rejimlere sahip devletlerin yan yana veya karşı karşıya geleceği bir uluslararası düzen nasıl şekillenecek? Şekillenmeyecek. Zaten artık ona bir düzen denmeyecek. Bu, bendenizin de aralarında bulunduğu, hayatı “bu düzen değişmeli” demekle geçmiş insanların kastettiği şey değil. Bir bakıma tam aksi bile diyebiliriz. Kuralsızlık, kimin gücü kime yeterse ezebildiği, “burjuva hukuku”nun bile mumla aranacağı ortam demek.

Bugün, kendini başkalarından güçlü sayan ve kuralsızlık ormanında yaşarsak kârlı çıkacağını öngören öngörüsüz ve beyinsiz “eski tayfa”, yakın geleceği yakın geçmişin şartlarıyla düşünüyor, egemenlik, kudret, iktidar, hattâ zenginlik, tatmin vs. kavramların içeriğinin birden nasıl hızla değişivereceğini aklından ucundan geçirmiyor.

Oysa insanlığın şu anki durumu, başını fena halde belaya sokmasına, kendi mahvını hazırlamasına yol açabilecek şartlar barındırıyor.

ÜÇ EVRENSEL SORUN

Eserlerini -biri dışında- büyük ilgi ve heyecanla okuduğum, bolca konuşmasını, söyleşilerini izlediğim-dinlediğim tarihçi Yuval Harari, bazılarımız yanına yaklaşsak da apaçık formüle ve ifade edemediğimiz pek çok olguyu, bağlantıyı, özellikle bugünkü gidişatın gösterdiği, yakın geleceğe dair güçlü ihtimalleri berrak ifadelerle ortaya koyan bir düşünür. (Sapiens ve 21. Yüzyıl İçin 21 Ders’i şiddetle tavsiye ederim -Homo Deus’u henüz okumadım. Katılmadığınız tespit ve görüşleri mutlaka olacaktır, ancak hem yaklaşım-yöntem hem bilgi zenginliği hem de bütün bu meselelerle uğraşmasının altında yatan amaçla, ufkunuzu açacak, sizi çok gerekli ve verimli tartışmalar içine sokacaktır. Bu tartışmaların bazılarını burada da açabilmeyi umuyorum.) Harari, bugün insanlığın karşısındaki evrensel sorunları üç başlık altında topluyor: İklim değişikliği, nükleer silahlar ve teknolojideki gelişme. Bunlar farklı dinamiklere, kaynaklara sahip, dolayısıyla çözüm için farklı yaklaşımlar gerektiren, farklı karakterlerde evrensel sorunlar. Fakat şöyle bir ortak yönleri var, Harari’nin işaret ettiği: Ancak bütün insanlığın ortaklaşa çabasıyla çözülebilirler.

Haydi, nükleer silahlanmayı bugün için, sadece bu tür silahlara sahip devletlerin bir araya gelerek çözebileceğini varsayalım. Yarın başkasının tekrar buna yönelmemesi, herkesi kapsayan ortak düzenleme, buna uyulacağına dair toplu taahhüt ve bunu sağlama alacak yaptırım mekanizması varolmazsa, nasıl önlenecek? Ayrıca bugün için sağlama bağlanmış bir ortak düzenleme de yalnız bazı devletlerin iradesiyle ortaya çıkamaz, belli.

Teknolojik gelişme, özellikle yapay zeka ve robot teknolojisinin bir araya gelmesiyle doğabilecek sorunlar konusunda da bugün Madagaskar veya Papua Yeni Gine’nin söyleyecek sözü yokmuş gibi duruyor. Hemen araya “Türkiye’nin var mı?” sorusunu sıkıştıralım, ileride lazım olur. Teknolojik gelişmenin bugünkü öncü ülkeleri, henüz bu aşamaya gelememiş olanları ne pahasına olursa olsun ileriki safhalarda elde edilecek hasattan yoksun bırakma hedefiyle anlaşsalar bile artık çok geç. ABD, Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan dediğimizde zaten dünyanın çok büyük bölümünden söz ediyoruz. Kaldı ki, bu konuda siyasetçiler, yöneticiler meseleye el atana kadar dizginsizce kat edilebilecek mesafe çok büyük. Moskova’daki özel donanımlı binadan, çeşitli uyduruk ABD’li kişi ve kuruluşlar adına Facebook hesapları açarak Kansas’taki seçmenleri yönlendirmeye çalışan vazifeli trol’ün iki sokak öteden Starbucks kahvesi alıp yudumladığı ortamdayız. Yeniden canlanıp günümüze hakim olan vahşi kapitalizm ve insanda hem haysiyet hem beyin bırakmamaya aday kof benmerkezcilik ideolojisinin hüküm sürdüğü koşullarda, hızlanan teknolojik gelişmenin nasıl muazzam ve derin sorunlara yol açacağını şu anda otuzlarında kırklarında olanlar bile muhtemelen görecek. Yapay zekanın yol açabilecekleri, fantezi değil. Yapay zeka birimlerinin, pek çok yönden insana üstünlüğü tartışılmaz. Ve kimilerinin bilim-kurgu fantezileri üreterek, “robotlar bizi mi yönetecek?” sorularıyla eğlendiğine bakmayın, tehlike ciddî. Robotlar bizi yönetmeyecek, ama onları da yönetecek olan birileri, gerekli gördükleri kadarını sağ salim, iş görür halde tuttukları bir insan nüfusunu yönetecek. Burada uzatmak istemiyorum, ayrıca konu etmeyi umuyorum, teknolojik gelişme bütün insanlık adına, yaptırımlarla sağlama bağlanmış denetim altına alınmazsa olabilecekler hayal gücümüzü epey zorlayacak nitelikte ve çapta. Burada anahtar, “insanlık adına”. Çünkü, pek basitçe, daha ufak bir grupla, mümkün değil.

Lafı bu kadar uzatmanın hiç gerekmediği öbür büyük meseleye gelelim: İklim değişikliği. Fanteziye de hiç yer bırakmayan bir konu bu. Ne kadarına insanlığın düşüncesizce, sorumsuzca faaliyetinin yol açtığı konusu bile tam aydınlığa kavuşmuş değil. Ancak yine herkesi kapsayan, herkesin uyacağı tedbirler alınmazsa ne olabileceği aşağı yukarı belli. Hayır, “dünya” veya “yeryüzü” dediğimiz kıymetli gezegendeki hayat değil, “insan” denen canlı türünün yaşama ortamı yok olacak.

TOPLU DAVRANMA MECBURİYETİ

Gidişat, gezegenin kendileri için güvenli ortamı inşa edip insanlığın geri kalanını mahva terk edecek bir zengin-güçlü azınlığa kalabileceği yönünde. Ancak bu pek küçük bir azınlık. İnsanlığın geri kalanı hayatını sürdürmek istemeyecek mi? Tek çaresi topluca düşünmek, kararlar almak, davranmak. Başka çaresi yok.

Harari, Eski Mısır’ın oluşumuna işaret ediyor. Nil’in kıyılarında, birbirleriyle alâkasız yaşayan topluluklar, yaşamlarını sürdürebilmek için Nil taşkınları gibi büyük meselelerle uğraşmak zorundaydılar ve bir aşamada bunlarla ancak bir araya gelerek baş edebileceklerini anladılar, diyor. Hiçbir millet durduk yerde, doğuştan kanlarında devlet kurma cevheri bulunduğu veya Allah onları millet olsunlar da şuraya buraya hükmetsinler diye görevlendirdiği ve kutsadığı için oluşmadı. Hiçbir uluslararası topluluk da “görüşsek ya, ne güzel!” diye meydana gelmedi. Birleşmiş Milletler, dünya savaşlarının yol açtığı felaketlerin ortak akıldan süzülmesinin ürünüydü.

Ancak şimdi içeriye mutlak hakim olup ülkelerini dışarıya düşmanlaştırma peşindeki yeni otokratların âlemindeyiz. Ve bu her şeyden önce uluslararası yakınlaşmalara, insanlık adına ortak girişimlere engellerin çoğaldığı bir ortam.

Yakın belalar olduklarından gözlerimiz bunlara dikili. Çok daha büyük olanı, geniş olanı, evrensel olanı ikincil, hattâ “fantaazi” sanıyoruz. Başına buyruk olmaya hevesli milliyetçi odaklar son defa güçlenirken, her şeyden önce kendileri için geleceği imkânsızlaştırdıklarını fark edemiyorlar. Oysa, bırakın gezegenleri, evreni, dünya üstündeki canlılar tarihinde bile zerrecikten fazla yer kaplamamış din savaşlarına, milliyetçi hezeyanlara pek yakın geleceğin dünyasında artık yer yok. Çünkü olamayacak. Eğer insanlık ortak felaketi anca dayanışarak önleyebileceğini nihayet akıl eder ve buna göre davranırsa, kimse milliyetçiliğin m’sinden bile söz edemeyecek. Yok eğer gelişmiş teknolojiye sahip ülkelerden, organları yenilenmiş, beyinleri tazelenmiş az sayıda seçkin, Üçüncü Dünya diktatörleri ve zenginlerinden seçilmiş şanslıları da yanına alarak kendini kurtarmaya bakacaksa, orada da kimlikler, seçilmiş kavim mensubu veya Allah’ın sevgili kulu olmaya göre belirlenmeyecek.

İkilemli, bütünlüksüz yapısı ve buna karşılık akıl-mantık ve düşüncede veya ahlâkta tutarlılığın aranmadığı her duruma kolaylıkla kendini uyarlayabilme kapasitesiyle hem içe kapanma hem dışarılarda bin türlü maceraya atılma hevesiyle Türkiye, yaşanan kaotik geçiş döneminde dünyada her zamankinden fazla lafı edilecek ülkelerden; belli. Çünkü “kurumlaşmış” birtakım halleriyle âdetâ onyıllardır böyle bir zamana hazırlanırmış gibi.

Ne var ki bu, adı üstünde, bir geçiş zamanı. Geçecek. Bugünkü halimiz gelecekte varolmayı vaat etmiyor.

(NOT: Bu yazımı, “İçeride tiranlık, dışarıda Vahşi Batı” başlıklı önceki yazımla birlikte okumanızı tavsiye ediyorum. İkisi bir arada okunursa muradımı daha eksiksiz anlatabilmiş olacağım.)