YAZARLAR

İçeride tiranlık, dışarıda Vahşi Batı

Suudi Arabistan’ın fiilî kudret sahibi Muhammed bin Selman’ın İstanbul’da sergilediği marifetten sonra kabaca şöyle diyebiliriz belki: Kimin eli nereye uzanır, gücü neye yeterse yapabildiği, kimseye üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanarak hesap sorulamayan bir dünyaya doğru mu yol alıyoruz?

Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde yaşayan bir beyaz yakalı, “Hayatımızı sürdürebilmek için bu tirana itaat etmekten başka çaremiz yok,” demiş; herkesi sindiren yeni otokrat adayı Prens Muhammed bin Selman’ı işaret ederek. The Independent’in Kaşıkçı cinayeti sonrası Suudi Arabistan’daki haleti ruhiyeyi araştırıp yaptığı haberde yer alıyor bu (Duvar kısmen aktardı, şurada). Söz konusu olan, elbette bugünün koşullarında bile olağandışı, sarsıcı bir olay. Ancak insanî, siyasî, diplomatik, hangi tarafından tutarsanız tutun, soğukkanlılıkla ve müthiş rahatlıkla sergilenen pervâsızlık ve vahşetin olağandışı ve sarsıcı kıldığı bu olay, yakın zamanın başka birtakım haberleriyle bir araya konduğunda -ne yazık ki- sarsıcılığını da olağandışılığını da epeyce yitiriyor.

Peki nedir “bugünün koşulları”? Şu: Ciddeli beyaz yakalının sözünü dünyanın birçok yerinde birçok insan tekrar edebilir. Hattâ bazılarımız edemez, çünkü kimi yerde bu sözü alenî şekilde tekrar edememek bile “bugünün koşulları”ndan sayılır. Birçok ülkede rejimler hızla kuralsız, sınır tanımaz, denetlenemez tiranlıklara dönüşüyor. Öyle ki, bir nevi yüzsüzlük, -adalet kavramı şöyle dursun- en basitinden hukuk kavramı ve kurumuna hayat hakkı bırakmayan otokrasilerin alâmeti fârikası haline geliyor.

1980’lerde dünyayı sarmaya başlayan, bir yaşama ilkesi ve teşkilatlı ideoloji olarak benmerkezcilik, dünyanın “ben”in etrafında döndüğü ve başkalarını umursamamayı becerebildiğimiz oranda mutlu olabileceğimize dair çarpık ideolojik çekirdek; siyaset ve yönetme, hükümetler, devletler, ordular düzeyinde buna eşlik eden, ancak “başkalarının hakları” üzerinde tepinebilenin kendini hakkıyla güç sahibi addedebileceğine ilişkin sapıkça “doktrin”, karşılarına ne çıktıysa ezip geçerek bugünlere geldiler. Gelinen noktada, bu sapkınlık âleminin bazı temel kavramları toplumsal düzeyde, uluslararası ilişkiler düzeyinde kurumlaşıyor.

ANITLAR VE KAİDELERİ

Bunlardan biri, Ciddeli beyaz yakalı ve muadillerinin, çeşitli ülkelerde, ancak tiranlığa boyun eğerek yaşama şansı bulabileceklerini düşünmelerine yol açan, astığı astık, kestiği kestik iktidarların zulüm anıtlarına kaide vazifesi gören kuralsızlık. Bunun iki boyutu var: Ülkeler içinde hukuk ve kurumları yok edilirken, uluslararası âlem de kimin neye gücü yeterse kendini hiçbir kısıtlamaya tâbi hissetmeden yapabildiği bir nevi Vahşi Batı’ya dönüşüyor.

Bizdeki vaziyet mâlûm: Ortada yönetim erkini dizginleyebilecek herhangi bir güç kalmadı. Cumhurbaşkanı, son olarak, “dördüncü kuvvet falan, neymiş o öyle!” havasında, tasarladığı rejimde bağımsız basına dahi yer olmadığını açıkça söyledi. Macaristan’da, Polonya’da yeni otokratlar, başa gelir gelmez anayasa mahkemeleri gibi kurumlara ve kendi kişiliği, yerleşik itibarı, gücü olan basın kuruluşlarına saldırdılar. “Havuz sistemi” muhtemelen Türkiye’nin bu işe katkısı olarak tarihte yerini alacaktır; metrobüs gibi: Yapıyorsun, ama kendi rengini, tadını katarak. Çin’de, sorgusuz sualsiz insan “kaybetme”, olağan bir iktidar pratiği. Pekin’e sorun çıkaran Uygurların bölgesi Sincan’da yürütülen gözetim-denetim uygulamaları, Urumçi’yi parçalara bölüp, şehir sakinlerinin birinden öbürüne giderken kontrolden geçirilmesine, devlet görevlilerinin insanların evlerinde vakit geçirip her yeri didiklemelerine varmış durumda. Yaklaşık bir milyon kişi “yeniden eğitim” kamplarında. İktidar, sürekli kayıt tutma-gözetleme-denetleme sistemlerinin biri eskimeden öbürünü yürürlüğe sokuyor, ödül mekanizmaları ekliyor, kimsenin dışına çıkamayacağı bir “uyumlu” yaşama alanı ve tarzı yaratıyor. Batı’da, şimdilik birtakım hukuk teamülleri, kurumları ve toplumların önemli kısmının mutlak itaat düzenine elverişli olmayışı nedeniyle, gözle görünür, muazzam tek tipleşme, otoriterleşme adımları atılamıyorsa da, Trump ABD’si bu alanda başı çekiyor, Batı dünyasını bir yerlere sürüklemeye çalışıyor. Beyaz ABD yurttaşları değilse de siyahlar ve özellikle Güney-Orta Amerikalı göçmenler, itirazı, direnmeyi affetmeyen, insafsızca ayrımcılığa ve faşizan uygulamalara maruz kalıyorlar. Siyahlar sokaklarda kolayca öldürülüyor, ufacık göçmen çocukları kafeslere konuyor. ABD’nin birçok eyaletinde polis, silah, teçhizat ve en önemlisi davranış bakımından aşırı ölçüde askerîleştirilmiş durumda.

Uluslararası düzlemde de, başta ABD, birileri, eline kuvvet geçirenin başkalarının toprağına göz dikmesini olabildiğince önlemek üzere kurulmuş veya dünyanın yardıma muhtaç yörelerine imkânları daha bol yerlerden destek ve yardım aktarılabilmesi için çalışan, toplumları yakınlaştırmayı, devletleri işbirliğine yöneltmeyi amaçlayan mekanizmaları etkisizleştirmek, yok etmek için uğraşıyor. Hukuk, kavram ve kurum olarak, yok edilmeye çalışılıyor.

Aydın Selcen’in dün Duvar’da ele aldığı, “kutupsuz dünyanın kuralsızlığı”ndan söz ediyoruz. Selcen’in hatırlattığı “global hayat” örneklerine (Interpol’ün Çinli direktörünün ülkesine gittiğinde ortadan kaybedilmesi, Putin’in eski ajanı ile kızını, askerî istihbarat ajanlarını gönderip Britanya topraklarında zehirlettirmesi) bir-iki ek yapayım: 2006’da yine Putin’in, yine Britanya’da eski subay, sonra muhalif Alexander Litvinenko’yu çayına radyoaktif polonyum-210 attırarak öldürtmesi, geçen yıl Kuzey Kore diktatörü Kim Jong Un’un üvey kardeşini Malezya’da havalimanında VX sinir gazıyla öldürtmesi. İsrail’in dünyanın çeşitli yerlerinde giriştiği “av”ları ve yakın zamanda Türkiye’nin çeşitli ülkelerden -meselâ Kosova- “FETÖ’cü” kaçırmasını bunların yanına katmalıyız. Belki hepsinden önce, ABD’nin, çeşitli ülkelerden, bir şekilde şüpheli saydığı insanları uçaklara koyup oradan oraya dolaştırması, ya bizzat uçaklarda ya bazı havalimanlarında ya da anlaştığı ülkelerin işkencehanelerinde sorgulaması hatırlanmalı. Tam bir uluslararası hukuksuzluk gösterisiydi. Suudi Arabistan’ın fiilî kudret sahibi Muhammed bin Selman’ın İstanbul’da sergilediği marifetten sonra kabaca şöyle diyebiliriz belki: Kimin eli nereye uzanır, gücü neye yeterse yapabildiği, kimseye üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanarak hesap sorulamayan bir dünyaya doğru mu yol alıyoruz? (Bu konuda AP bir özel haber derledi!)

KAFA YORMAMIZ GEREKİYOR

Oysa insanlığın karşısındaki esas büyük sorunlar, tam tersini, dünya çapında işbirliğini zorunlu kılıyor.

Dünyanın gidişatına dair kafa yormaya çalışan insanların çoğu, başta bizim memlekette, bin türlü fizikî ve manevî baskı altında, kendilerinin ve yakınlarının başına gelenlerle uğraşmak, geleceksizlik ve umutsuzluğun yarattığı karanlıkla boğuşmak zorunda kaldığı için, aslında hiç de uzak bir geleceğe ait olmayan temel sorunlar üzerine konuşamıyoruz. Bugünün maddî kudretinden açgözlülükle lezzet, zulmedebilme imkânından hunharca keyif alma uğruna, çocuklarının geleceğini mahveden muktedirlerin insanları sorgusuz sualsiz öldürebildiği, kaybedebildiği, hapsedebildiği rejimler midir, insanlığın geleceği? Yoksa, bu bencillik ve dargörüşlülükle kullanılacağından bela halini alacak yapay zekânın, birkaç onyıl içerisinde, organ nakilleriyle elitleştirilmiş bir vahşi zengin azınlığın elinde hepimizi insanlığın kısa yoldan mahvına götüreceği bir karanlık mıdır?

Dünyanın bir köşesinde, siyasetçi rolündeki devlet görevlisinin, muhalifleri sindirmesi umulan mafyacıları hapisten çıkarmaya çalışması, emir verdiği mahkemenin bağımsızlığı gibi bir motifi uluslararası pazarlıkta koz yapmaya kalkan hükümdarın memleket çocuklarını nasıl bir dehşet ortamına mahkûm ettiğini umursamayışı, bildiğimiz anlamıyla “insanlık” tarihinin son sayfaları yazılırken, metni şenlendirsin diye araya katılan trajikomik ayrıntı yerine bile geçmeyecek.

Hakkında hiçbir somut iddia olmadığı halde hapiste bir yılını doldurmak üzere olan arkadaşım Osman’ı aklımdan çıkaramadığım için kapıldığım öfkeden, Şırnak’ın sınır köyünden, bombayla parçalanmış kardeşinin acısını sırtlayarak Meclis’e gelen ve karşılığını hapse tıkılarak gören Ferhat’a karşı memleket adına duyduğum utançtan, sıkça geçtiğim bir mahallede lüks döşenmiş bir odada bir insanın pahalı bir masaya yatırılıp kemik testeresiyle doğrandığını öğrenmenin sarsıntısından sıyrılabildiğim ölçüde, dünyaydı, insanlıktı, bazı büyük meselelerden söz etmeye çalışacağım.

(Bu okuduğunuzla birlikte bir yazı daha teslim ediyorum, Duvar’a. Onu da bir gün arayla yayımlamalarını rica edeceğim. İkisi bir arada, daha işlevli olacak.)