YAZARLAR

Sanat insanları

Özellikle hafta sonları İstanbul’un müzelerinde, galerilerinde, kültür merkezlerinde tatlı bir kalabalık oluşuyor. Özellikle ücretsiz sergiler, film gösterimleri ve söyleşilerde adeta yer bulmak mümkün değil. Konser mekanlarında, tiyatrolarda da durum böyle. Türkiye’nin kültür dünyası değişiyor. Sanat insanları, artık daha ‘küçük’ ama daha ‘çok’ etkinliklerde buluşuyor.

Füreya Koral sergisinde bir eski video kaydı var. Sanatçı, kendini anlatıyor. Ekranın altında, bu kaydın ait olduğu televizyon programı ya da belgeselin adı yazıyor: Sanat İnsanları. Program hayatını sanata adamış insanlardan söz ediyor belli. Oysa gerçek sanat insanları ekranın karşısında, onu izleyenler. Küçük salonda kendine oturacak bir yer bulmuş, dikkatle ekrana bakan Füreya Koral’ı tanımaya çalışan genç kadın; 50’lerin sonundaki çift, orta yaşlı ya da genç başka kadınlar ve adamlar. Onlar bugün, Türkiye’de kültür ve sanat ortamını ayakta tutanlar.

Özellikle hafta sonları İstanbul’un müzelerinde, galerilerinde, kültür merkezlerinde tatlı bir kalabalık oluşuyor. Eminim başka kentlerde de buna benzer bir durum var. Özellikle ücretsiz sergiler, film gösterimleri ve söyleşilerde adeta yer bulmak mümkün değil. Hayır, sadece ‘bedava’ olduğundan değil, aslında entelektüel ve 'yüksek sanat'tan söz eden etkinliklerin ticari hiçbir yanı kalmadığı için sadece kurum ve kuruluşların himayesinde düzenleniyor olmalarından. Pera Müzesi’nin, SALT Galata’nın, Sabancı Müzesi’nin oditoryumları dolup taşıyor. İyi bir belgesel filmi, festivalde kaçırdığınız bir yapıtı buralarda ve bazı kültür merkezlerinde izleyebiliyorsunuz; ya da ünlü birkaç mimarı, bir sanat tarihçisini Türkiye’yi hiç ilgilendirmeyen fakat insanı gerçekten uyandıran bir takım konular hakkında konuşurken sadece buralarda dinleyebiliyorsunuz.

Bedava ya da değil, İstanbul’da her gün onlarca belki yüzlerce etkinlik gerçekleşiyor ve pek çoğu da izleyicisini buluyor. Evet açılışlar o kadar görkemli değil, kentin gündelik hayatı içinde konserler, festivaller kendini belli edemiyor ama sanatçılar da sanat insanları da hala var. Kurumlar çalışıyor, sergiler, gösterimler söyleşiler, temsiller, konserler gerçekleşiyor ve pek çoğu izleyicisini buluyor. Kültür dünyasının yapısı değişiyor. İşin politik sebepleri de var mutlaka, ama her şeyden önce Türkiye’nin hala güçlü bir kentli orta sınıfı var. Kültür sanatı ayakta tutanlar da onlar. Gençler, öğrenciler kadar, çocukların telaşı biraz geçmiş orta yaş ve üstü çiftler, iş hayatının anlamsızlıklarından sıyrılmak için fırsat kollayan her yaştan beyaz yakalı bireyler, iyi bir sergi, güzel bir film görmenin tadına varmış insanlar.

Bu sanat insanlarını o salonlara çeken bir başka şey de aynı kamusal alanı paylaşıyor olmak. Evlerdeki yalnızlıktan, gelecek ve hatta şimdi endişesinden birazcık sıyrılabilmek için kendisi gibi insanlarla birlikte olacağı alanlarda vakit geçirmek. Yaratılan bu kamusal alanlarda, başkalarıyla bir tek kelime konuşmasa bile kendisiyle aynı şeyden zevk alan, değer veren kimselerle yan yana durmak, seslendirilmemiş bir paylaşma duygusunu tatmak. Evde iki başına film seyretmekle bir sinema salonunda olmak arasındaki fark, perdenin çapından çok salonun büyüklüğü ve kalabalığıyla alakalı.

Kültür dünyamız değişti; 10 yıl önceki gibi değil. O zaman büyük festivallerin, devasa konserlerin, yeni açılan müzelerin dönemiydi. Türkiye’nin hali, bölgenin bitmeyen savaşları, terör vs. derken artık büyük ve kalabalık organizasyonlar çok zorlaştı; ünlü yabancı sanatçıları Türkiye’ye getirmek güçleşti. Ama ne sanat ne de eğlence sona ermedi. Şekil, mekan ve aktör değiştirerek yoluna devam ediyor. Eskisi gibi birkaç etkili medyada yer alarak gündem yaratan etkinlikler yerini geniş sosyal medya ve internet tanıtımlarıyla yaygınlaşan, çok sayıda ve daha ‘ölçülü’ etkinliklere bıraktı. Kültür endüstrisinde parçalanmış bir yapı oluştu. Daha küçük ama daha çok sayıda etkinlik gerçekleşiyor. Mekanlar hatta kurumlar da küçülüp çoğalıyor. Tıpkı sinema salonları, müzik yapım firmaları, medya kuruluşları ve başka her şeyde olduğu gibi. İnternet çağıyla birlikte gelen ‘çokluk’ durumu kültürle kurduğumuz ilişkiyi ve ona ulaşma biçimlerimizi de belirliyor. Sanatın üretim, tanıtım ve izleyicisini bulma biçimi, o izleyicinin kullandığı araçlarla ve yaşam biçimiyle son derece alakalı. Yani aslında kültür endüstrisi bakımından değişimi belirleyen, eskisi gibi endüstri devleri değil de izleyicinin kendisi gibi bu sefer.

Türkiye’de son yıllarda yaşadığımız bazı gelişmeler, mesela o büyük ödenekli kurumlar yerine küçük tiyatroların yaygınlaşması ve bir 'patlama'ya dönüşmesi bu gelişmenin bir parçası. Geçenlerde bir cumartesi günü tiyatroya gitmeye karar verdiğimde sadece Biletix’de o gece için ‘satışta’ olan oyun sayısının 56 olduğunu görmüştüm. Bu tesadüfi bir rakam değil, çünkü mesela bu yazıyı yazdığım Pazar günü de Biletix’de 39 sahne gösterisi için bilet satılıyor… Müzikte de durum farklı değil. Önümüzdeki hafta sonu için bilet alabileceğiniz konser sayısı 49. Bu konserlerin neredeyse tamamı DasDas, Joly Joker, Dorock XL, Salon İKSV gibi ‘konser mekanları’nda gerçekleşiyor. Zorlu PSM çok sayıda salonu ve uluslararası organizasyon kapasitesiyle alanında lider. Söylendiğine göre, neredeyse bütün konserler dolu salonlarda gerçekleşiyor. İnternetin keşifler dünyası sayesinde, dünya çapında popüler dev yıldızlara ihtiyaç kalmadı gibi. Sadece iyi müzik takipçilerinin tanıyıp sevdiği sanılan Camel’ın Mayıs’taki Zorlu PSM Ana Salon’daki konser biletlerinin çıkar çıkmaz tükenmesi, şimdiden anlatılıp duran bir efsaneye dönüştü…

Sonuçta eğlence endüstrisini de kültür kurumlarını da aynı insanlar ayakta tutuyor. Öncelikleri farklı, kimi müziği kimi film gösterimleri ve söyleşileri tercih ediyor. Kitap satışlarını artıran, Bienal’de kapıda kuyruk olan, sanat kurslarını dolduran, boynunda makinesi şehir turlarına çıkan, filmlere gişe rekorları kırdıran hep onlar. Bugün hakim olan kültür sanat ortamının dilini de onların tercihleri belirliyor biraz. O nedenle azalmayıp çoğalan bu aşina ama değişken kitlenin üstüne kültür dünyasının daha çok kafa yormasında fayda var gibi…

Not: Evet, bu yazıyı geçen haftanın ‘kötümserliğini’ dengelemek için yazmış olabilirim(!)