YAZARLAR

Newroz tê Newroz tê li sûka Mehabad…

92, 93 Newroz’undan bahis açmadan, geçerken söyleyelim. 2002 Newroz’unda Sezen Aksu bir şarkı söyler. Şimdi Sezen Aksu da, memleket de, o şarkının şairi de memleket kadar uzak ama olsun, tarih bir de böyle bir şey. Yani, uzaklığı da mümkün o insanların. Şarkının adı “Gülümse”dir. Şairi henüz emniyet müdürü falan tarafından karşılanmamıştır herhangi bir yerde. Alanda, mübalağa yok ve istatistik denen bilimin verileri orada duruyor, yüzbinlerce insan vardır.

Roland Barthes “Geçmişle ilgili beni en çok büyüleyen şey çocukluğumdur; yalnızca ona baktığımda üzülmem yok olup giden zamana. Çünkü onda bulduğum, geri döndürülemeyen değil de ortadan kaldırılamayandır.” diyor Roland Barthes adını taşıyan kitabında (Yapı Kredi Yayınları, 1998). “Ortadan kaldırılamayan” kısmına bir mim koyup 90’lara ve 2000’lerin başına dönelim. Memlekete, çocukluğa, eh biraz yıldızlara da.

Önce okul servisi. Artık servisle gidilen okullarımız var. Lacivert ceket, beyaz gömlek, lacivert kravat, gri pantolon ve siyah ayakkabı. Zevksiz, tam da devletin renkleri. İlginç mi? Ama ilginç olan başka şeyler var. Servisteki küçük çocuklar olarak, şimdiden büyümüş gibiyiz. Akşamları durmayan çatışmalar, bir yerden bir yere giderken sürekli durdurulmalar, akşam karanlık çöktüğü anda eve kapanmalar, sokağı neredeyse unutmalar çağındayız. Ama o klişedeki gibi “hayat devam ediyor” beri yandan. Hüseyin’in abisi dağda, Feride’nin ablası. Feride her yaz Manisa’ya gidiyor ve okul başladıktan en az iki ay sonra dönüyor. Manisa’da ne yapıyor, kimi görüyor, neden geç geliyor soramıyoruz. Arkadaş olmadığımızdan değil, duyma ihtimalimiz olan şeylerin bizi tedirgin etmesinden. Her sene başı “Acaba bu sene gelecek mi Feride?”yi hepimiz aklımızdan geçiriyoruz gizli bir şeyi aklımızdan geçirir gibi. Biri sorarsa ne diyeceğimizi bile hesap etmişiz. Hüseyin o yüzden yanık stran’lar söylüyor müzik derslerinde yüzünü duvara, sırtını sınıfa dönerek –ve aslında “edebiyat olsun diye değil”, dünyanın en güzel sesli kekemelerinden biriydi. Yüzünü duvara dönüyor çünkü henüz üstümüzden o bitmez mahcubiyeti atmamışız hiçbirimiz. Hüseyin’in sesi en çok “Sîpan Sîpan”da titriyor. Tesadüf mü? Okul servisinde Koma Dengê Azadî’nin bir şarkısı çalıyor, aslında o günlerde seçim otobüslerinden sadece birinde, o da kısık kısık çalıyor aynı şarkı. Öyle fark etmiş ve coşkulanmış olmalıyız. Mehabad’ı görmedik ama içimiz coşuyor: “Newroz tê Newroz tê li sûka Mehabad”.

Bülent Somay’ın Şarkı Okuma Kitabı’na gidiyoruz: “Sizi bir kere bir yerinizden yakalamış olan bir şarkı, bir zaman aralığından sonra yeniden karşınıza çıktığında yaşayacağınız kavuşma sevinci, eski bir dostla en umulmadık bir zamanda yeniden karşılaşmanın sevincini hiç aratmaz. Her şey ne kadar tanıdık, ne kadar yenidir. Duyduğunuz her dize, her melodi parçacığı sizi bir yandan gerilere götürürken, bir yandan da o güne kadar hiç düşünmediğiniz yeni, farklı anlamlar kazanır. Hele yeniden duyduğunuz, şarkının yeni, farklı bir yorumuysa.” (Metis Yayınları, 1999). İngilizce dersi için bir şekilde bizim sınıfta duran küçük teypte neler dinlenilmedi ki? O günlerde bizi ilgilendiren ne varsa, o teybi de ilgilendirdi. Âşık olanlara da, gözü dağda yol bekleyenlere de, gözü dağ çekenlere de Ahmet Kaya vardı mesela. Sonra Ciwan Haco’nun Gula Sor’unu keşfetmiştik. Yorum, Kızılırmak, sonra sonra Kardeş Türküler ve yalnız başına İlkay Akkaya ne çok söyledi servislerde ve sınıflarda. Newroz gelmeye yakın yani bahar patlamaya yakın yani sokağa çıktığımızda tanımadığımız birilerinin yüzümüze gelincik, yasemin, nergis atmaya heves ettiğini hayal ettiğimiz zamanlara yakın elimiz Koma Dengê Azadî’nin bu “Newroz tê”sine giderdi hep. Yalnız elimiz mi? Kulağımız, yukarıya doğru çıkmaya hazır iki parmağımız ve kalplerimiz de. Şimdi o şarkıyı nerede dinlesek, aklımıza o ilk günlerin sevincinin gelmesi asla tesadüf değil elbette. Feride’yi beklememiz, Hüseyin’in sesine kulak kesilmemiz de değil.

“bütün bozgunlara malik bir adamdı babam/ mahzenlerde sakladığım kitaplar kadar müphem./ eski gazetelerle dönerdi akşamları/ yani ki posta katarlarının artıkları../ okuturdu akşamların camlara çarpan geniş sesiyle./ oysa renksiz gazetelerdi çeken bizi/ yani yıldız paylaşan üç kardeş/ devlet ve babamızdan korurduk kitaplarımızı./ çünkü, sabahına sorardı şehir:/ kimdi duvarlara bu kızıl harfleri düşürenler../ kavmim kadar ümmiydi babam/ ya da herkes kadar sis./ dağılır bu kirli yarış, diye düşünürken/ yekûn oldum ona.” diyor Kemal Varol da, “Küfran” şiirinde (Sel Yayıncılık, 2013).

Newroz, baharın gelişinden gayrı duvara düşen kızıl harfler de demek. Çoğumuz için çocukluk, ilkgençlik zamanı demek. Hem duvar, hem Newroz, hem yıldızlar.

Sonra yıl döner 2002’ye. “Diyarbekir Kalesi’nden Notlar”ın üzerinden çok zaman geçmiştir. Newroz bir alanda kutlanır, necip devletimiz izin vermiştir. İzin vermiştir de ne, izin vermek zorunda kalmıştır. 92, 93 Newroz’undan bahis açmadan, geçerken söyleyelim. 2002 Newroz’unda Sezen Aksu bir şarkı söyler. Şimdi Sezen Aksu da, memleket de, o şarkının şairi de memleket kadar uzak ama olsun, tarih bir de böyle bir şey. Yani, uzaklığı da mümkün o insanların. Şarkının adı “Gülümse”dir. Şairi henüz emniyet müdürü falan tarafından karşılanmamıştır herhangi bir yerde. Alanda, mübalağa yok ve istatistik denen bilimin verileri orada duruyor, yüzbinlerce insan vardır. Yüzbinlerce insanın yüzbinlerce beklediği gibi çalar şarkı. Yağmur ha yağmıştır ha yağacaktır. Şaşmaz bilgi: Newroz’un sonunda yağmur yağar. Çünkü tekerlekler kara bir duman bırakır göğün yüzüne. O şarkıda, bir anda uğultu kesilir kocaman alanda. Newroz’da, bayramımızda bir şarkı söylenecektir Diyarbekir kalesinde. Küçük harfle kale. Her yer kaledir işte şimdi, bir kere daha. Başlar şarkı. Barthes’ın tarif ettiği çocukluktan, Somay’ın dediği gibi bir şarkıyla, Varol’un söylediği memleketlere. Memleket dediğin şimdi bir daha “bir”dir. Ve o esnada, yanıbaşımızda duran biri, kendi yanıbaşında duran birine “Elini tutabilir miyim?” der. Elini tutmalıdır çünkü hayaldir bu. Hayal, heves, inanç ve imandır. O esnada en çok. Şarkı biter, eller ayrılır, yeryüzüne bir de bu yazılır. Biz Newroz’da o alanda bir şarkıyı “bir” olarak dinlemişizdir.

Mehabad sokaklarına Newroz geliyor şimdi bir daha. Yıl 2014. Ne memleket, ne bir şarkı, ne de yıldızlar uzak. Newroz çünkü, bıkmadan usanmadan onu terennüm eder. İnancı, hevesi, imanı, hayreti ve hayali. Hayret, en çok bir makamdır.

Son sözü Ülkü Tamer söylesin, biz bahara hazırlanıyoruz daha:

“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor.

Ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı.

Gürgenler ve kayınlar avdan dönüyor.

Sırtsız atmacalar çizerdim şimdi

Bir kayığın yelkeni geçseydi elime;

Unutmazdım, yelkenin bir köşesine

Tabut başlı bir avcı yerleştirirdim.

İçime çektiğim hava değil, gökyüzüdür.”

Hüseyin’in şarkısına, Feride’nin gözünü yola dikmesine ve ezberlenmiş tüm şiirlere…

Hamiş: Aslında iki şey yazacaktım. İlki 2017 dökümü, yeni yıl hadisesi, gelenin gideni aratmaması umudu. İkincisi de, 2017’de Google Türkiye’nin raporunda gördüklerim. Sonuna “Nedir?” diye arananlar şunlarmış: 1) Pestisit [böcek ilacıymış bu] 2) Varlık fonu 3) Chia tohumu 4) Başkanlık sistemi 5) Kara cuma.

Sonra düşündüm, benim için yeni yıl ne zaman? Newroz’da. Newroz’unuz şimdiden, yeni yılınız da hemen şimdi kutlu olsun. Emel Anne’nin sofrasından selam ve muhabbetle.


Mehmet Said Aydın Kimdir?

1983 Diyarbakır. Kızıltepeli. Türk Dili ve Edebiyatı okudu. Üç şiir kitabı var: “Kusurlu Bahçe” (2011), “Sokağın Zoru” (2013), “Lokman Kasidesi” (2019). “Kusurlu Bahçe” Fransızcaya tercüme edildi (2017). “Dedemin Definesi” (2018) isimli otobiyografik anlatısı üç dilli yayımlandı (Türkçe, Kürtçe, Ermenice). Türkçeden Kürtçeye iki kitap çevirdi. BirGün ve Evrensel Pazar’da “Pervaz” köşesini yazdı, Nor Radyo’da “Hênik”, Açık Radyo’da “Zîn”, Hayat TV’de “Keçiyolu” programlarını yaptı. Editörlük yapıyor.