YAZARLAR

Cumhuriyetimizin sonu

Artık hukuk devletinden çıktık. Hukuksuzluk, hukuk boşluğu, gri alan, (hukuken sanki 1918 Mondros Mütarekesi ile 1923 Cumhuriyet ilanı arasındakini andırır) bir “interregnum” dönemindeyiz. En korkuncu devletin şiddet tekelini kendi eliyle paylaşacak olması.

GazeteDuvar’ın sütunlarında Kemal Can siyaset zeminini korumaktan, nidanın yerine sözü koymaktan bahsediyor. Dinçer Demirkent, başyapıt niteliğindeki “Bir Devlet, İki Cumhuriyet” kitabında ve yine bu sütunlarda yeniden kuruluş gereğini, mevcut OHAL koşullarında, YSK ve HSK’nin bu yapılarıyla seçimin anlamsızlığını, demokrasiyi geri çağırmak gerektiğini, anayasal bir boşlukta olduğumuzu vurguluyor.

Prof. Dr. Hanioğlu Sabah’taki Pazar yazılarında ülkemiz yakın tarihinin tahlilini “ihya temelli muhafazakarlık” ile “seküler ilerlemecilik” yahut “devletçi modernleşmecilik” ile “kalkınmacı muhafazakarlık” gibi hatlar üzerinden yaparak, bana göre bildik sol-sağ yahut devrimci-milliyetçi/mukaddesatçı gibi ayrımlardan çok daha aydınlatıcı oluyor. Oluyor da olmuyor.

Başkaları da yazıyor tabii. Pek çokları farklı mecralarda siyaset faaliyetine de devam ediyor. Selahattin Demirtaş gibiler tutsak. Murat Sabuncu, Ahmet Şık gibiler de. İşte Çağlayan’daydık, işte Kadıköy’deydik. Dahası, TBMM açık mı? Açık. Bakın bütçe görüşmeleri daha yeni tamamlandı. Al gülüm, ver gülüm. Olmuyor.

Güzel filmler çekiliyor. Bakın Emre Yeksan’ın Körfez’i yeni çıktı. Ta Beylikdüzü’ne taşınmış kitap fuarında izdiham yaşanıyor. Geçen gün henüz 11-12 yaşında öğrenciyken, öğle tatillerinde kaçak girip erotik filmler seyrettiğimiz batak Ercan Sineması’nın yerine Şevket Çoruh’un muhteşem bir salon haline getirdiği BabaSahne’de çok zamanlı ve vurucu Caligula oyununu izledim misal. Daha ne?

Herhangi bir gece Kadıköy çarşısında dolaşın, affedersiniz kızlı-erkekli hatta kadın kadına ilişilmiş masalar capcanlı. Kahkahalar, sohbetler. Yahut Dalyan’dan Caddebostan’a bir yürüyüş yapın, durum aynı. Binin metrobüse, metroya. Kulak kabartın, memleketin ahvaline dair pek konuşan yok sanki. Belki başımıza gelen ah tüm bu felaketlerin YAEciler yüzünden olduğunu duyarsınız. “Kürtler için ne önerirdiniz mirim” diye ise sakın sormayın.

Anamuhalefet? 2019’da Adalar’a çıkmak hevesi var. Yok, Büyükada’nın Viranbağ’ında buluşmaya değil, Ege’dekilere. Filistin milli davamızmış. Sivas Katliamı’nın yıldönümünde İyi Parti’ye demokrasi ve ülkücüler çiçeği atıyor. İnce işler bunlar, ufuktaki seçimde yüzde 60’la iktidara gelinecek. Ataşehir Belediye Başkanı görevden alınıyor, kayyum atanmıyor. Kayyum Kürde lazım. Ama anamuhalefet “aaa, bu kadarı da fazla” diyor.

Neyse dertleşmek değil amacım. Bizim ancak figürasyon yapabildiğimiz bu kötü film de bitti işte. Bu cumhuriyetin sonu geldi. Kızmayın yahu, Fransa 5. Cumhuriyet’te. Bir ara 2. Cumhuriyet derdik de şimdiki YAEcilik gibi katrana bulanıp, tavuk tüyleriyle uğurlanacaktık köyden. Artık hangi köyse. Sevsinler köyünüzü diyesim de yok değil. Evli evinde, köylü köyünde. Herkes kendi mahallesinde.

Murat Sevinç, katıldığı Adalet Yürüyüşü’nden sonra Sayın Kılıçdaroğlu’na bu hamlenin devamını forumlarla, halka giderek, halka kulak vererek, nerede kimin derdi varsa oralarda dinleyerek getirmesini önermişti. CHP, Mersin’de narenciye çalıştayı yaptı. Ordu’da sanırım fındık kurultayı topladı. İktidarın Sarıkamış’ının karşısına Çanakkale ile çıktı. Oysa yürümüştü Kemal Bey Ankara’dan dışarı. Ankara galiba Kemal Bey’i bırakmadı, içine geri çekti.

Sayıklamalarımın özcesi şu azizim: Rejim değişti, iş yeni rejime hukuk esvabının giydirilmesine kaldı. Anayasa hukukçusu değilim ama görebildiğim kadarıyla son iki KHK ile OHAL olağanlaşmış, yerleşikleşmiş oldu. Artık hukuk devletinden çıktık. Hukuksuzluk, hukuk boşluğu, gri alan, (hukuken sanki 1918 Mondros Mütarekesi ile 1923 Cumhuriyet ilanı arasındakini andırır) bir “interregnum” dönemindeyiz. En korkuncu devletin şiddet tekelini kendi eliyle paylaşacak olması.

Bazı sözcükler bize terso gelir. Misal muhalefet dersen olur da direniş dersen, aman ha. Direnç de güzel sözcük, reaksiyonu çağrıştırır. Halk hele halklar hiç deme, çoğulculuk sakın ağzına alma. Müslümanım de, millet de. O olur. Muhalefetin de millisi, yerlisi makbul. Daha düz söyleyelim aranan, istenen demokrasi güçlerinin figürasyonu, otoritarizme meşruiyet kazandırması. Figüranlığı reddedenlerden birkaç alıntı yapayım.

Selahattin Demirtaş: “Darbeciler tek tip kıyafet giyer mi, giymez mi umurumuzda değildir. Ancak onbinlerce siyasi tutsağı darbecilerle eşitleyen bu onursuzluğu asla kabul etmeyeceğiz. Bize tek tip kıyafet verilmesi halinde parçalayıp çöpe atacağız." (https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2017/12/24/selahattin-demirtas-kimse-daha-fazla-atesle-oynamasin/)

Ahmet Şık (Kaynak:@pressout): “Karşımıza çıkan tablo şöyle: Çoğulculuğa değil çoğunlukçuluğa sırtını dayayarak memleketin kendinden olmayanlarına değişik biçimlerde ve düzeyde terörist muamelesi yapan bir iktidar var. Terörist muamelesini akıl almaz suçlamalara dönüştüren iktidar güdümünde bir yargı var.” Bunun üzerine mahkeme heyeti reisi önce “Ahmet Şık sizin oğlunuz değil, sen değil siz diyeceksiniz” diyen izleyiciyi, sonra Şık’ı salondan çıkartıyor. (25.12.2017 tarihli duruşma)

Kadri Gürsel’in satırlarını anımsayalım: “Erdoğan’ın bu totaliter ruh ve zihin dünyası, bizleri Türkiye Cumhuriyeti’nin özgür, eşit ve reşit vatandaşları olarak görmesine engeldir. İdealindeki koyu istibdat düzenine, biz çocuk olarak kalmaya devam ettikçe ya da çocuklaştıkça varacak. O da bunu bildiğinden kerli ferli insanlara çocuk muamelesi yapıyor.”

Diyeceğim şu: Bu gidişatın mutad Salı’dan Salı’ya grup toplantısı müsamereleriyle durdurulamayacağı gerçeği herhalde artık mümtaz anamuhalefetin muhterem lideri ve mensuplarının zihinlerinde de layıkınca tebellür etmiştir. Cumhuriyet, Atatürk’ün Samsun’a çıkarken kendine sakladığı “milli sır” bilinir. Cumhuriyetçi bildiklerimiz ise, ortak evimiz cumhuriyetten ziyade devlete sahip çıkmaya, devleti geri almaya odaklıdır.

Oysa bugün yaşadığımızın siyaset biliminde yeri bellidir. İspanyolca “autogolpe”, Fransızca “coup permanent” da denilen, deyim yerindeyse “beyaz darbe” bu. “Eldiven” filan gibi esrarengiz isimlerin “postmodern darbe” planlarına konulması boşuna değildi. Mezkur KHK’lerin içeriklerini tartışmak hukukçuların işidir. Bu durumda anamuhalefete düşen ise olağanüstü durumun gerektirdiği olağanüstü yaratıcılıkla cumhuriyete sahip çıkmak, devletçiliği bırakıp, siyaset yapmaya başlamaktır. Aksi takdirde, hukuk devletinin tabutuna çakılan son iki çivi, cumhuriyetimize Fatiha okutacaktır.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.