YAZARLAR

Köşedeki taburede oturan, güzel gözlü kadın…

Peki, kim yakışıyor bu mekâna? İki hafta öncesine dek, "haftalar önce dışarıdaki masalardan birine, ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını sandalyesinde toplamış, gülümseyerek karşısındakini dinleyen güzel kadın yakışıyor" derdim. İki hafta önce fikrim değişti.

Lokanta konulu son yazıda asıl konuya bir türlü girememiştim. Bu kez başaracağımı umuyorum!

Yeme içme anlayışı büyük ölçüde ‘atıştırma.’ Başkaca lokantalar da var elbet ancak asıl popüler olan bu tarz. Ülkenin farklı yerlerinde farklı tapa tarzları da varmış. Örneğin Bask ile Katalan tapaları farklı diyorlar. Lokantalarda aynı şeyleri bulabiliyorsunuz ama Baskların yöntemi farklı. Allah için daha lezzetli. Türkiye’de ziyadesiyle kokteyller ile yemek zahmetine girmeden sempatik görünmenin bir yolu olarak kalabalık ev davetlerinde karşılaştığımız ‘kanepeler’ gibi. Özellikle Bask tapası, bu kanepelerin iricesi. Bir baget ekmeği dilimleyin, sonra her dilimin üzerinde aklınıza gelebilecek tüm et ve sebze parçacıklarını sosla birlikte hayal edin. Büyükçe bir kürdanı tam ortasına saplamayı da unutmayın.

İşte bu atıştırmalığın en iyisi, altı yüz kilometre uzaklıktaki Bask bölgesinde dediler, gittik! Tabii böyle bir şımarıklık yapmadık. Yapmadık yapmasına da Bask bölgesine gittik gerçekten. Bir arkadaşımla, iki aydır ilk kez Barça dışına çıkıp üç günde bin altı yüz kilometre kadar yol teptik. Çok yorucu olsa da epeyce bir şehir ve Kuzey kırsalını da görmüş olduk. Derdimiz, Bask milliyetçiliğinin vatanını da görmekti. Allah için oradaki tapalar çok lezzetliydi. Sonrasında öğrendim ki zaten meşhurmuş. Hatta en iyisi San Sebastian’da olurmuş. Yanından geçmekle birlikte buraya uğrayacak zaman yoktu. Arabayı üç günlüğüne kiralamıştık! Aklınızda bulunsun, bir gün gelir de yola çıkarsanız sakın ama sakın otoban kullanmayın. Beni uyarmışlardı. "Katalan otobanı çok pahalıdır" demişlerdi. Bu nedenle giderken girmedik. Ama dönüş yolunda daha ucuz olan (!) Bask otobanına girip yolu kısaltmak istedik. Yalnızca yüz elli kilometre civarında yol aldıktan sonra bir gişeye vardık. Ben '10', arkadaşım olsa olsa '15' euro tahmin etti. Gişe memuru dalga geçer gibi '31' euro isteyince, cüzdanlar acı ve gergin bir gülümse ile karıştırıldı, çaresizlikle ödendi ve yolun geri kalanında elbette onların E-5’i olan parasız kısım tercih edildi. Hatta arabada, uzun yolun aslında daha zevkli olduğu konusunda yaygın bir kanı oluştu! Yol üzerinde çok güzel bir iki köy kasaba gördük. Kazancımız oldu.

. .

Gelelim, benim lokantaya…

Rambla’dan aşağı, Kaşif Kolomb Anıtı’nın yanından sahile giderken, Barceloneta adlı bir semt çıkıyor karşınıza. Eski püskü, çok güzel, çok sarı, daha çok zamanında balıkçıların kalabalık aileleri ile bakla kadar evlerde yaşadığı bir semt. ‘Barselonacık’ anlamında. İspanyolca bilen var bilmeyen var! Balkonlarda çamaşırlar asılı. Belediye daha önce uğraşmış bu görüntülerle, bizim Tarlabaşı’nda olduğu gibi, ama ahali direnip semt görüntüsünün değişmesine izin vermemiş, Tarlabaşı’nda olmadığı gibi! Burada her köşe başında, şehirdeki her köşede olduğu gibi, bolca lokanta mevcut. Bir küçük mekân ile önünde iki üç masa. Ama bana kalırsa en güzeli Jai- Ca…

Lokanta, beş yol ağzında. Hemen her zaman akşam geç saatte gittiğimden aynı sarı loş ışıklı bir kaldırım. Hiçbir zaman yer yok. Artık mekânın müdavimlerinden sayıldığımdan (!) en azından ilk günlerden farklı olarak, görünce kişi sayısını sorup hemen adımı yazıyorlar bekleme listesine. Garsonların tümü çok genç. Muhtemelen öğrenciler. İlk gidişlerimde rastlantı eseri hep aynı çocuğa denk geliyordum. Akıcı İspanyolca konuşma çabama rağmen (!), olmayınca İngilizce’ye geçiyordum. Ama çocuğun yüzüme bakışı ve ısrarlı yanıtsızlığı hiç değişmiyordu. Sanki bir Kırmızıgül filmi seyretmiş de kendine gelmeye, yeniden dünyaya dönmeye çalışıyor gibi bir hali vardı. Sonradan anladım ki garson Azeri! Meğer beni Türkçe konuşurken görmüş, ne diyeceğini bilemez haldeymiş. Neyse… Çat pat biraz konuştuk. Sonra her gördüğünde bir iki Türkçe laf etti kerata. Yan sokağa da bir şube açmışlar ama asıl güzel olan burası. Hani Türkiye’de altmış yetmiş yıllık esnaf lokantaları vardır ya; duvarda kurucu ‘hacı baba’nın vesikalık fotoğrafının, hemen yanında hacı baba ile şimdiki sahibin, yani oğlun birlikte çekilmiş fotoğrafının ve onların yanında, gelen meşhurlarla çekilmiş fotoların bulunduğu bir yer. Yerel mi yerel. Bilenler ve mahallenin insanları, konu komşu. Bir de benim gibi mahalleliye karışma çabasında yabancılar.

‘Beş yol ağzı’ dedim ya. İşte bu yolların açıldığı birkaç metrelik minik birleşme noktası en güzel şekilde, lokantanın içinde tam köşede yer alan ‘fıçının’ yanından görülebiliyor. En çok o noktayı seviyorum. Ayakta, fıçının üzerinden atıştırmak ve oradan dışarıyı seyretmek çok zevkli. Bir tür yaşam felsefesi de olabilir bu aslında. Hem içeride ama bir ayak dışarıda, yani her an çıkacakmış gibi atıştırmak. İyi bir şey. Çok affedersiniz manda haceti gibi yayılmaktansa bir yere, her zaman gidecekmiş gibi olmak fena değil sanırım. İşte lokantanın içinde ve aynı zamanda dışında olan bu köşe sanırım bu yüzden de hoşuma gidiyor. Fıçıya dönmek üzere, lokantanın içine bakalım.

Esnaf lokantalarının Barça şubesi sayılır kendileri. İnce, orta boy yapılı. Bir bar var, uzunca. Barın arkasında koşturan garsonlar, önünde masa bekleyen ya da orada yemeyi tercih edenler. Barın üzerinde, duvarda, muhtelif obje ve fotoğraflar. Fotoğrafların tam ortasında, tıknaz, şişko ve beyaz saçlı patronun Messi ile çekilmiş bir fotoğrafı. Lokantanın köşesinde yani benim fıçının hemen arkasına denk gelen duvar parçasında ise onlarca küçük fotoğraf asılı. Çoğu sararmış. Hepsinde, patron ve bir diğer kişi var. Onlar kim, bilemiyorum. Bir kısmı siyasetçi tipli, takım elbiseli ve gevrek gülüşlü tipsiz herifler.

Lokantanın zemini, muhteşem iki rengin birleşmesinden oluşuyor. Siyah beyaz, karo döşenmiş. Siyah ile beyazın yan yana gelip yakışmadığı bir yer yoktur herhalde. Hele ki şu günlerde! (işte bir siyasi mesaj daha!) Zemin ferah ve duvarlar ile birleştiği yerden, duvarın ortasına kadar olan kısım, dilimli, kahverengiye boyanmış ahşap. 1970’lerin mekânlarında, evlerinde, hele ki kahvelerinde lambri yaygındır ya, işte tam olarak öyle. Bar ile duvar arası zaten olsa olsa üç metre. Bir sıra ve toplam beş altı masa. Aradan geçmeye çalışan müşteri ve garsonlar. Bekleşenler, bara ulaşmaya çalışanlar, adını yazdırmışlar, "Dışarıda masa var mı?" diye soranlar. Nasıl kalabalık anlatamam. Gürültüyü tahmin edersiniz. Hep bir ağızdan hançerelerini yırtarcasına konuşan onlarca insan. Birbirlerini nasıl duyuyorlar ve ne anlıyorlar bilemiyorum. İşte bu lambrinin üzerinde, yeniden duvar ve üzerinde fotoğraflar. Tabii en matrak olanı, Real Madrid’e (meşhur bir futbol takımı!) beş çektikleri maçtan, Barçalı bir oyuncunun eliyle ‘beş’ işareti yaptığı gazete sayfası fotoğrafı. Dükkanın orta yerinde, ince ve altın rengi yaldızlı bir sütun var. Hemen fıçının arkasında perişan bir tuvalet. Çok ama çok dar. Yanlışlıkla arkanızı dönerek girmişseniz, klozete önünüzü dönebilmek için yeniden dışarı çıkmak gerekiyor!

Burada, bazı şeylerden mutlaka atıştırmak gerekiyor. Mesela patates kızartması. Mahcup olmayasınız diye İspanyolcasını yazmıyorum! Diyeceksiniz ki "Kızartmanın nesi matah?" Haklısınız ama bu kızartma buraya özgü. Yarım elma dilimi büyüklüğünde parçalar ve dışı kızarmış, içi yumuşak, yağ çekmemiş patates parçaları. Üzerine Katalan bayrağını çağrıştıran, ketçap mayonez ikilisi, sırayla, çizgi halinde sıkılmış. Yanına, tavada balık. Klasik olanı, bizim hamsi-istavrit arası büyüklükte, lezzetli bir balık. Midyesi de güzel. Unutmadan, ilk kez burada gördüğüm ve adını hatırlamadığım ince uzun bir midye var. Biraz irice bir dolma kalem düşünün. İşte bu kalemin üst yarısı yok ve içinde nefis, ince uzun midyemsi bir et var. Hepiniz meze düşünüyorsunuz, kötü oldunuz değil mi şu anda! Ya ahtapot? Hem bizim bildiğimiz geleneksel şekilde hem de ince dilimlere halinde tereyağında pişiriyorlar. Nasıl yumuşak oluyor anlatamam, lokum mübarek. Peki yiyip içip ne kadar ödüyorsunuz? Gayet doyurucu bir atıştırma için adam başı olsun olsun 10- 15 euro civarında.

Servis nasıl? Her yurt dışına çıkan, "Bizde servis çok iyi" diyerek döner. Haklılar. Gerçekten iyidir. İspanyollar pek yavaşlar, hayli suratsızlar ve neyi ne zaman getirmeleri gerektiğini pek bilmiyor gibiler. Bu lokantanın garsonları da iyi servis yapmıyor. Ama o kadar yoğunlar ve öyle sevimliler ki batmıyor insana. Tabii Türkiye’de ‘servisin’ ucuz iş gücü sayesinde kalabalık olabilen garson takımları sayesinde hızlı olduğunu unutmamalı. Bu lokantadaki bir iki suratsızın hali de anlaşılır geliyor bir yandan. Garsonun işi yemeği masaya getirmek, mutfak ile benim aramdaki bağı kurmak. Canı sıkkınsa o gün ne diye güler yüz göstersin. Ama benim lokantadaki çocuklar yine de mütebessim sayılır. Yavaşlıklarını da milli hasletleri sayalım.

Köşedeki fıçı…

Hem lokanta hem de dışarıdaki manzara, en güzel buradan seyrediliyor. Sarı ışıklı, balkonları çamaşırlı, beş yol ağzı. Dışarıda masalar. İnsan sesi. Hemen karşı köşede genellikle sinek avlayan bir başka lokanta. Diğer yanda meyve satan küçük dükkân. Bugüne dek bulunduğum, penceresinden dışarı baktığım en güzel lokanta köşesi ve en bakılası ‘dışarısı,’ burası. Peki, kim yakışıyor bu mekâna? İki hafta öncesine dek, "haftalar önce dışarıdaki masalardan birine, ayakkabılarını çıkarıp bacaklarını sandalyesinde toplamış, gülümseyerek karşısındakini dinleyen güzel kadın yakışıyor," derdim. İki hafta önce fikrim değişti. Hemen fıçının kenarında, belli ki uzun fıçı taburesinden bulamamış, yorgun olduğu için oturma ihtiyacı hissedip hemen kenardaki sandalyeye sığınmış ve başı fıçıyı biraz aşan, küt kesilmiş kızıl kahve saçlarıyla, uzun boylu, uzun parmaklı ve çok güzel gözleri olan bir kadın oturuyordu benim fıçının yanında. Biraz içeriye, biraz dışarıya bakabileceği bir yerde. İkisini de tam göremeyeceği bir yerde. Gerçi o köşe benimdi ama olsun. Başka biri oturacaksa ve o biri bu kadın olacaksa, buyursun. Uzaktan duyabildiğim, sanki yanındakiyle Türkçe ama kırık bir Türkçe konuşuyor gibiydi. Ya hayal görmeye başladım ya da memleketi özledim artık diye düşündüm. Bu köşeye ve lokantaya, en çok o güzel gözlü kadın yakışıyordu…


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.