YAZARLAR

Referandum tartışmaları 11: Korkmak için erken, endişelenmek için geç

Referandum sandığının sonucu ne olursa olsun, şimdiden "kalan" hanesine yazılmış bu hallere bakınca tablo biraz değişik okunuyor. Böyle bakınca, gücünü iyice pekiştirmiş, kuvvetli bir dalgayı arkasına almış, bütün engelleri yıkarak ilerleyen, hegemonyasını kabul ettirmiş ve yıkıcı özgüvenle "büyük değişikliğe" doğru yürüyen bir iktidar görünmüyor.

Sayılı gün, hatta saatler kaldı. 100 saatten kısa sürede birçok sorunun cevabı alınacak, bir o kadar yeni soru ortaya çıkacak. Bugün on birincisi yayımlanan "referandum tartışmaları"nı izleyenler, referandum gündeminin, 16 Nisan sonucundan daha geniş bir hadise olduğu tezine aşinadır. Dolayısıyla 17 Nisan itibarıyla bu tartışmaları sürdürmeye devam edeceğiz. Benim sonuç tahminim, "sınırda" sayılamayacak bir hayır biçiminde. Fakat, sandıktan önceki son yazıda sürecin açığa çıkarttığı, görünür hale getirdiği bazı dinamikleri işaret etmek, belki altını bir daha çizmek daha faydalı.

Yapılmak istenen, hedeflenen, endişe duyulan veya umulanların ne kadar gerçekleştiğine veya belirtilerin bunların gerçekleşme ihtimali hakkında ne söylediğine bakarak bir tablo resmedilebilir. Açıkçası bu tabloya bakınca, detaylarında çok karanlık parçalar içermekle birlikte kapkara bir resim görülmüyor. Bunun, 16 Nisan'da kuvvetli bir hayır sonucu elde edilip edilmemesiyle çok ilgisi yok. Resmi endişelerin artacağı ama korkuların azalabileceği bir tablo haline getiren, uç veren bazı politik işaretler ve siyasi aktörlerin ürettikleri yeni pozisyonlar.

AKP ve Erdoğan görünür hedefi şöyle tarif ediyordu: "Mevcut sistemin ürettiği güç bize yetmiyor". Endişeler de çoğunlukla bu "görünür" amacın altındaki "saklı niyet" ile ilişkilendi: "Çoğunluk desteğine dayalı totalitarizme gidiş". Oysa alt metinlere saklanmış "iktidarı savunma" motivasyonu örtülü (ama bence asıl) hedefti. Bu açık ve örtülü hedefler için gerekli meşruiyet ve güvence, "politik destek" tazelenerek, hatta artırılarak sağlanabilirdi. Gücünün kaynağını "milli irade" olarak işaret etmenin zorunlu sonucu ve aynı zamanda paradoksu bu. Peki Erdoğan iktidarı, bu hedefin ne kadar yakınında?

AKP seçmeni de dahil olmak üzere kamuoyuna "yeni paradigmanın" kabul ettirilebildiğini söylemek zor. En iyimser AKP'li araştırmacı ve yorumcular bile, evet sonucunun "güç ihtiyacının" onayı anlamına geldiğini söyleyemiyor. Zaten kampanyanın daha başında bu çabadan vazgeçildi. Yeni siyaset dizaynı için de, sonuçlar pek parlak değil. Necip Fazıl okumaya başladığından beri Erdoğan'ın düşü olan "sağ politikada tek patron" meselesi hala boşta. 8 Haziran'da işleme konmuş, 1 Kasım'da önemli mesafe almış, 15 Temmuz'da çok yakınına gelinmiş saha hakimiyeti planı kağıttaki gibi işlemiyor.

Erdoğan partiler sistemi ve seçmen tercihleri açısından yüzde 65'lik "sağ bloğu" tamamen kontrol etmekten uzak olduğu gibi, son aylarda çok yatırım yaptığı ideolojik tahkimatta da önemli gedikler veriyor. İsim hakkını almak milliyetçi oy desteğini garanti etmiyor, epey çarçur edilmiş "islamcı miras" konusunda da sıkıntılar var. Pragmatik kaygılarla konuşan liberal ve merkez sağ aktörler giderek daha fazla kafa karıştırıyor. "Sağın patronluğu" yoluna çıkıldığında evdeki bulgur alarm veriyor: AKP kadroları ve seçmeni arasında şimdiye kadar örtülü duran bazı dinamikler serbest kalma eğiliminde.

Yarısı fiili, yarısı "kitabına uydurulmuş" olağanüstü hal ile geçen son iki yılda, neredeyse bütün medya ele geçirildi ya da susturdu; Muhalefet ve "sivil toplum" tehdit ederek sıkıştırıldı; Devletin bütün imkan ve organları saklama gereği bile duyulmadan politik hizmete memur edildi; Mahalleleri, şehirleri ezip geçerek, sayıları onbinleri bulan tutuklama ve tasfiyelerle derin bir korku üretildi. Ama iktidar önerdiği değişikliğe destek konusunda hala "ibre döndü" demekten daha güvenli açıklamalar yapamıyor. Anlaşılan özgüven "evde tutulamayan yüzde 50" sınırını bir türlü geçemiyor.

Özgüven meselesi kampanyanın havasına da fazlasıyla yansıyor. Güçlü Türkiye için yetki isteyen ve dünya liderliğine aday iddiasındaki bir politik aktör, meydanlarda CHP liderinin SSK Genel Müdürü olduğu dönemin hastane videolarını gösteriyor. 7 Haziran öncesinde de, anketlerdeki sorunu gören Erdoğan son hafta Kılıçdaroğlu üzerine yoğunlaşmıştı. Hayır kampanyasına dönük saldırgan engellemelerin de sonuç üzerinde ne kadar etkili olacağı bilinmiyor ama açıkça devlet imkan ve gücü kullanılarak yaratılan bu eşitsizliğin, iktidar lehine bir özgüven havası yaratmadığı kesin.

Referandum süreci, Erdoğan iktidarının AKP seçmeniyle ilişkisini de bozmuş görünüyor. Tartışmanın içeriği, "kişiselleşmiş yeni iktidar stratejisinin" savunmacı niteliğini iyice görünür hale getirdi. Şimdiye kadar "kapıları açmak" için destek istenen seçmen, artık iktidarın "kapılarını korumak" için hizmet beklenene dönüşmekten memnun değil. "Rövanşist zafere" doyamamış kalabalık hala yeterli bulsa da, "parlatılmış hikaye" giderek sönükleşiyor. Yenileme ihtiyacı duyulmayan argümanlarla iknaya zorlanmak gurur okşamıyor hatta politik aşağılanma hatırasını canlandırıyor.

Erdoğan iktidarı seçmenle "başkanlık sistemi" başlığı altında ilk kez karşı karşıya gelmiyor. 15 Temmuz'u takip eden üç - dört ay hariç "başkanlık" için destek anketlerde "salt çoğunluğu" hiç geçemedi. Hem "400 vekil talebi", hem de "seni başkan yaptırmayacağız" belirleyici sloganı açısından 7 Haziran sonuçları da, Erdoğan iktidarının "güvence" talebinin kabul görmemesi olarak okunabilir. (Davutoğlu ve ekibi bunu böyle okumaya kalktıkları için gitti) Bu pencereden bakınca, 16 Nisan sandığı, 7 Haziran ve 1 Kasım sonuçlarının hangisinin anormal olduğunu gösterecek. Belki ikisi de anormal çıkar.

Referandum sandığının sonucu ne olursa olsun, şimdiden "kalan" hanesine yazılmış bu hallere bakınca tablo biraz değişik okunuyor. Böyle bakınca, gücünü iyice pekiştirmiş, kuvvetli bir dalgayı arkasına almış, bütün engelleri yıkarak ilerleyen, hegemonyasını kabul ettirmiş ve yıkıcı özgüvenle "büyük değişikliğe" doğru yürüyen bir iktidar görünmüyor. Çünkü, otoriterizm ve totalitarizm eşiği yeterli güç toplanınca değil, bu herkese kabul ettirilince geçiliyor. Bunların değil herkese, kendi tabanına bile kabul ettirilmesindeki zorluk, "korkmak için henüz erken" olduğunu düşündürüyor.

Referandumun sonucunun birkaç yıldır onayı olarak sunulabilecek olması da, "endişe için fazla geç" kalındığını düşündürüyor. "Yeni iktidar stratejisi"nin savunma ihtiyacından doğmuş olması, daha az "zararlı" olduğu anlamına gelmiyor. Sürmekte olanın, "gelmekte olandan" bir eksiği yok. Bu yüzden, evet sonucunda eşikten çekilmek, hayır sonucunda eşik geçilmedi diye sevinmek aynı derece saçma. Diğer taraftan, bu savunma stratejisinin ihtiyaç sahipleri de, evet çıktığında "güvende" olduklarını düşünüp huzur bulmayacakları gibi, hayır çıktığında da "güvence" aramaktan vazgeçmeyecekler.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).